31 Ekim 2011 Pazartesi

Eh İşte!

Standartı yakalama yolunda ilerliyor Kartal. Kötü oynamak vb. Her şey eleştirilebilir ancak istikrarı sağladın diye kimse seni eleştirmez. Unutulmasın!

Kiev deplasmanında başlayan doğru hamleler zinciri yerini ideale bırakıyor. Olması gereken yani. Hilbert,Ernst,Veli,Necip gibi mücadeleci isimlerin takıma girmesi en azından direnç ve ciddiyet artışı olarak sahaya yansıyor.

Fenerbahçe  maçından farklı olarak Necip-Aurelio rotasyonu ve Pektemek-Almeida nöbet değişimi yaşanıyordu. Dedik ya ideal. Olması gereken bu. Bu sistem içinde kullanılabilecek en “iyi” oyuncular bunlar. Belki Fernandes’i de ekleyebiliriz tabii. Hala Carvalhal’in o açıdan ne yapmaya çalıştığını açıkçası anlamış değilim. Kiev maçından sonra çok daha net bu konu hakkında konuşabiliriz diye düşünüyorum.

Son maçlarda ilk on beşer dakikalık iyi oyun bu maçta 25-30 dakikaya kadar çıkıyordu ki bu kocaman bir artıdır. Rakibe oyununu dayatmak ve bu oyun düzeninde mahkum etmek anında olacak iş değil. Nitekim bunu artık uygulayabilen bir Kartal var. Beşiktaş iyiye giderken kast ettiğimiz de işte budur.

Erken gelen gol ve sonrasında yakalanılan, girilen pozisyonlar maçın farka gideceğini hissettiriyordu. Nitekim bu böyle olacak derken vites düşürüldü ve ilk yarım saatin ardından Sivasspor inanılmaz pozisyonlar bulmaya başladı. Özellikle Almeida ve Quaresma ile kontra-ataktan yakalanılan pozisyonların skor tabelasına yansıtılamaması da yine kocaman bir eksi olarak “hücumcuların” hanesine yazılıyordu. Bu kalibredeki oyuncuların bu denli saçma hatalardan gol kaçırmalarını açıkçası ben hazmedemiyorum.

İkinci yarı başladığından itibaren oyun dengeye girdi. Bir gol daha gelirse rahat rahat Tanju’nun performansını değerlendirmeye fırsat buluruz diye düşünüyordum. İsmail’in çıkışından sonra adına A2 takımında gösterdiği performanstan sonra methiyeler düzülen futbolcunun Tanju olduğuna inanasım gelmiyor. Bir maçta oyuncu değerlendirmek kesinlikle yanlıştır ama bilekleri yumuşak bir bek görünümü çizdi ve İsmail’i kesinlikle arattı.
Aksiliklerin Beşiktaş adına üst üste gelmesi normaldir. Buna o “garip” gol de eklenince işler daha çok sarpa sardı. Neyse ki tecrübesizlikten kaynaklanan bir penaltı imdada yetişti. Eğer o penaltı olması işler kesinlikle zordu.Uzatmalarda atılan gol de hem Holosko’ya hem de Quaresma’ya büyük bir moral olmuştur diye düşünüyorum. Quaresma’yı eleştirmek gayet normal. Yeri geldiğinde bunu ben de yapıyorum ancak bugün yapılan şeye ben isim veremiyorum. Doyumsuzluk olsa gerek. Quaresma’nın gelmesi için sabahlayan insanların ona küfretmesini hazmedemiyorum. Garip taraftarımızın son gariplikleri de bu işte. Taraftar ile yaşadığı problemden sonra sahada adeta yokları oynadı ki mücadele etmiyor denilen adam depar atıp trivela ortası ile bir de asist yaptı.

Unutmayın Quaresma bu takımın gerçek anlamda her şeyi. Quaresma’yı silmek demek “şu an için” Beşiktaş’ı silmek demektir.Quaresma’yı üzmek direkt olarak performansına etki eder. Yapılan eleştirinin dozajını iyi ayarlamak lazım. Tabii Quaresma da kendine bir çeki düzen vermeli orası bambaşka bir konu.

Netice olarak iyi yoldayız. Hala lig için UEFA’dan elenmek göze alınabilir diyorum. Perşembe günü görüşmek dileğiyle…

NOT:Bugün tribünler en kötü günlerinden birini yaşıyordu. 

DİP NOT:Veli ve Ernst hak ettikleri yeri sahada aldılar. Hilbert lütfen böyle devam!

28 Ekim 2011 Cuma

Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar!

Futbolun dibe vurduğu şu sezonda en kaliteli maçı dün akşam izlediğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerçekten iki tarafta eksiğiyle, gediğiyle bu maçı kazanmak için varını yoğunu ortaya koydu. Mücadele ise mücadele, kalite ise kalite, futbolsa futbol… Sahada her şey vardı kısacası. Hatta saha dışında da eşine son derece zor rastlanır cinsten olan olaylar da oldu. Fenerbahçe taraftarının o şekilde sahaya girmesi kendilerini dahi şaşırtıyordu. Bunun yanı sıra 90. Dakikada sahaya atılan, Van’a gönderilecek atkılar… Taraftar gerçekten muazzam bir görüntü oluşturdu.

Saha içine tekrardan girecek olursak Beşiktaş yine 4-3-3 ile sahaya diziliyordu. Aşağıda net bir şekilde maç boyunca oluşan dizilişi göreceksiniz:

Burada önemli husus artık Carvalhal’in 1-2 gerekli değişiklik haricinde kazanan ve doğru şeyleri uygulayan takımı bozmamasıdır. Kısacası ideale çok yakın bir kadro ile sahaya çıktı Kartal. MİY maçından sonra Necip-Aurelio değişikliği göze çarpıyordu. Burada çok bariz bir şekilde maçı izleyen herkes görmüştür; Aurelio ile Alex kilitlenmek istenmiştir. Nitekim kilitlenme olayı tam anlamıyla becerilemediyse de hızı azami düzeyde tutulmuştur. Bu yüzden Carvalhal’in hanesine koca bir tik atabiliriz. Doğru tercihtir. Yine Almeida’nın tam anlamıyla iyileştiği yerde Pektemek’in sahada olması garipsenmiş olabilir ki haksız da sayılmaz bu kişiler. Maç başlamadan önce herkesin kafasında beliren koca bir “Acaba?” sorusu yok değildi. Bana göre Pektemek üzerine düşen her görevi yerine getirdi. Tek eksiği goldü. Sağa-sola deplase oldu, ileride arkadaşları gelene kadar topu tuttu, iyi de oyunu genişletti vs. Bu konuda da Carvalhal’i eleştirmek haksızlık olur kısacası. 

Bir diğer önemli husus artık takımın belirli hatlarının belirginleşmesi. Örneğin Beşiktaş’ın defansı dediğimizde artık çok net bir şekilde o dörtlüyü sayabiliriz. Bu gerçekten görüldüğünden daha önemli bir şeydir. Özellikle defans hattının sürekli oynaması savunma anlayışının oturması anlamına gelmektedir. Keza stoperler, defansif orta sahalar ve forvetin sürekli halde oynaması takım iskeletinin oluşması anlamına gelmektedir. Yavaş yavaş bu da oturmakta. Sivok-Egemen uyumunu Ernst-Veli-Aurelio(Necip) ile de kazanmak gerekir diye düşünmekteyim. Bu üçlü adeta Portekizlilere futbol mücadele edilmeden kazanılmaz dediler gösterdikleri performanslar ile.

Fenerbahçe’ye gelecek olursak beklenmedik bir durum göremiyoruz. Aykut Kocaman’ın “taktığı” isim Stoch haricinde şu oynamalı denilen bir isim daha yok yedek kulübede. Burada da ilk on biri ezberleten Aykut Kocaman’a helal olsun demeden geçemeyeceğim. Klasikleşmiş gibi görünen on bir aslında istikrarı ve devamlılığı simgeliyor. Bu da takım olmanın olmazsa olmaz iki maddesidir ki Fenerbahçe’nin Beşiktaş’tan üstünlüğü de işte tam burada netleşiyor.

Maçın ilk 15 dakikalık dilimi Beşiktaş’ın gerçekten iyi oynadığı ve bariz üstünlüğü ile geçilirken son yıllarda gördüğümüz en güzel gollerden birini Simao Volkan’ın kalesine yolluyordu. Gerçekten bu golü tarif etmek için kelimeler kifayetsiz kalıyor. On numara, süper, harika ötesi, muhteşem… Yok hayır gerçekten ifade edemiyorum. Golün güzelliğinin yanı sıra geldiği dakika ve atan isim de Beşiktaş için büyük önem arz ediyordu. Simao’ya attığı bu gol ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu hatırlatan cinstendi. Ateşleyici unsur olmuş olsa gerek ki maç boyunca teknik-taktik ne varsa kusursuz bir biçimde yerine getirdi. Ekstraları da yaptı tabii şut gibi, ara paslar gibi. Golden sonra Fenerbahçe’nin daha fazla ileri düşünmesi avantajı Kartal’a geçirebilirdi. Ancak bu böyle olmadı. Takım halinde(Quaresma hariç) gömülen Kartal alan savunmasını uygulamaya çalışıyordu. Çalışıyordu dedim çünkü buradaki Quaresma’dan kaynaklanan eksiklik tüm takımı etkiliyor ve dakikalar geçtikçe daha fazla aksayıp, kalelerinde pozisyon görüyorlardı. Burada MİY maçında olduğu gibi yine Cenk devreye girip sorunun büyümesini önledi. Tribündeki Hiddink’e de resmen “Sıkıyorsa beni çağırma!” mesajını da yolladı. Fenerbahçe yüklenirken Quaresma’nın bulunduğu kanadı tercih ediyordu. Quaresma hangi kanada geçerse onlar da o kanattan bekli-kanatlı hücum ediyordu. Bu hücumların neredeyse hepsi işe yaradı dersek yanılmayız. Geçen sene Ekrem’in deyimi yerindeyse pertinin çıkmasına neden olan Quaresma dün de Hilbert’i astırabilirdi. Hilbert her zamanki mücadeleci ruhu ile ne kadar bu açığı kapamaya çalışsa da çıkana kadar Caner’in maçın yıldızı olmasına da neden oluyordu. Ki burada hata tamamı ile Hilbert’indir demek kolaycılıktan başka bir şey olamaz.

İkinci yarı da hemen hemen ilk yarının kopyası gibi başladı. İlk 15 dakikalık kısımda Beşiktaş bariz üstünlüğü kurup, pozisyonlar da elde etti. Belki onlardan birini atabilseler maç çok farklı bir biçimde bitecekti. Ancak futbolda maalesef  belkilere yer yok. Bu dakikalardan sonra Fenerbahçe gol bulmaya çalışırken daha fazla açık verdi ancak hem ileride bariz bir biçimde çoğalamama hem de Quaresma’nın ezdiği toplar sebebiyle gol bulmak zor hale geldi. Maçın başından beri o kanattan bir şeyler olacağının belli olduğu halde yenilen ilk golün mimarı da Caner’di. Golün gelmemesi gibi bir olasılık yoktu. Aykut Kocaman çift planlı oyun sisteminin ikinci bölümünü Özer-Stoch ikilisini oyuna sokarak icraa ediyordu. Caner’in çıkması özellikle Hilbert’e bir nefes aldırmıştır. Giren Stoch Caner’i arattı dersek yanılmış olmayız. Aynı dakikalarda Pektemek-Almeida değişikliği de geliyordu. Beraberlikten sonra bocalama evresini Kartal çabuk atlattı ve bekleme konumundan çıkıp topu ayaklarına almak için daha fazla çabaladı. İleride çoğalma sorunu devam etmesine rağmen bireysel çabası ile Quaresma golü yoktan var etti. Almeida da kaliteli bir kafa vuruşu ile golünü attı. Özellikle Edu’yu gördükten sonra Almeida adeta ilaç etkisi yaratıyordu. Birçok hava topunu başarıyla orta sahaya indirip pozisyon hazırlanmasına yarar sağladı. İkinci golün gelmesi ile birlikte yorulan Fenerbahçe’nin de katkısı ile artık maç geliyor diyebiliyorduk. Fenerbahçe dönen topların hiçbirini alamıyordu ve üst üste pozisyonlar bulmamıza sebebiyet veriyorlardı. Kaderin cilvesidir Quaresma’nın çıktığı her maçtan sonra ya gol yenmiş ya da gol yemekten son anda kurtulmuştur Kartal. Holosko’nun girişinden sonra boş alanları iyi değerlendirir diye ümit ederken Baroni’nin serbest vuruş golü geliyordu. Baraj hatası denilebilecek bir gol maalesef Cenk’in maç boyunca yaptığı tek hata oldu. Bu hata da pahalıya patladı. Kaleci olmanın makus talihi bu olsa gerek.

Oynanan futbol beraberliğin ideal olduğunu gösteriyordu. İbre kimden yanaydı derseniz tereddütsüz Fenerbahçe derim. Beşiktaş’tan üstün bir takım oldukları gerçeği yadsınamaz. İnönü’de yine istediklerini alıp gidiyorlardı. Lucescu mantığıyla yaklaşacak olursak kazanamıyorsanız kaybetmeyeceksiniz. Bu bakımda kazanılmış bir puan olarak bakabiliriz. Bunları bir tarafa koyarsak Beşiktaş son iki maçta gerçekten büyük gelişme sağladı. Hem takım olma konusunda hem de kazandığı puanlar ile. Bu haftaya kadar umut yoktu ancak artık yeşillenmiş tohumlarımız var. Umarım böyle sürer. Play-Off sisteminden dolayı rahat olabiliriz. O zamana kadar bu takım üstüne çok koyacaktır. Lig şampiyonluğu uğruna diğer kulvarlardan da vazgeçilebilir. Buna kayıp gözüyle bakmamalıyız. Tabii bir UEFA şampiyonluğunu kim istemez ki?


24 Ekim 2011 Pazartesi

"Cenk"aver

Felaketlerin ülkece başımızdan eksik olmadığı şu günlerde kafa dağıtmak için tek aracımız futbol olsa gerek. Futbolun o ihtişamlı ve çekici dünyasını düzgün kullandığınız zaman siyasette bile çok iyi neticeler alabilirsiniz. Takım sevgisinin o bütünleştirici gücü misal… Deprem ve terör olaylarında hayatını yitirmiş her insana Allah’tan rahmet yakınlarına da sabır diliyorum.

Maçı değerlendirmeye başlıyalım. Sahaya diziliş yine beklediğimiz gibi 4-3-3 idi. Dizilişteki isimlerde az çok farklılık olması sahaya olumlu yansımış olacak ki böylesine zor bir deplasmandan üç puan ile geri dönüyor Kartal. Diziliş anlamında değinilmesi gereken bir iki nokta var. Bunlardan ilki Fernandes mevzusu. Fernandes’i çok beğenir ve severim. Ciddiyetle yaklaştığı zaman sahada mükemmel işler yapabilecek potansiyelde bir isi. Topu çok seviyor bu kısım işte sıkıntı noktası. Bana göre topu sevmesi ve sürekli sorumluluk alma çabası onu dışarıdan laubali gösteriyor ve top kayıplarına itiyor. Dikkat ederseniz sahada sürekli yüzünü rakip kaleye dönük dikine oynamaya çalışan bir oyuncu görürsünüz. Kimilerine göre bu maçta kesik yedi kimilerine göre de Perşembe gününe saklandı. Umarım ikincisidir demekten kendimi alamıyorum çünkü o olmadan pas trafiği ciddi anlamda aksıyor. Ancak basit bir örnek verecek olursak onun İBB kupa finalindeki performansını görmek istiyoruz diyebilirim. O maçın çok çok üstünde bir performans gösterebilecek kumaşta olduğundan adım gibi eminim. Edu gibi potansiyeli belirli bir oyuncu olsa üstünde durmaya bile gerek duymam. Eğer bu kadro dışı bırakılmayı ona verilen ceza gibi görürseniz emin olun yanılırsınız. Bunun acısını Beşiktaş çeker. Gelelim diğer noktaya. Carvalhal’e ideallerini satan adam yakıştırmasını yapmıştım. Burada bunu söylememdeki gaye yönetimsel baskı sonucu Guti’yi oynattığını düşünmemdi. Bugün de Hilbert ve özellikle de Ernst’i oynatarak bir nevi taraftarın gönlünü hoş tutmaya çalıştığını düşünüyorum. Olası bir yenilgide geçen hafta yaptığı gibi “Alın Ernst’iniz!” diyebilirdi zira.  Sayın Carlos’u bu kadar yerdikten sonra Veli gibi Mustafa gibi kadroya güzel dokunuşlarını da övmeliyim. Basit gibi duran ancak önemli hamleler. Edu ile Mustafa kıyaslanamayacak ölçüde olan futbolcular. Mustafa Edu’nun yanında İbrahimovic kalır dersem abartmış olmam. Veli’nin de top tekniği ve çalışkanlığı orta sahaya dinamizm kattı. Gerçekten övülesi hamleler.

Maç başladığı andan itibaren Veli,Quaresma ve Mustafa ile rahat bir şekilde dribbling yapabilen bir Kartal vardı.  İlk 15-20 dakika boyunca topa güzel basan, yeri geldiğinde şok-pres uygulayan  yani basit futbolun tüm gereklerini iyi uygulayan bir takım vardı. Bunun yanında güzel de bir organizasyon ile golü buldular. Asist Hilbert’ten geldi. Kadrodaki tek “sağ bekimsi” isim o. En çok yakışan da o kesinlikle. Sağlıklı bir Hilbert’e o bölgede forma verilmesi mecburidir. Aklın ve mantığın yolu birdir zira. Golden sonra ilk yarının bitimine kadar oyun, etkili olunabilecek 1-2 cılız atak dışında MİY üstünlüğünde geçti. Cenk gerçekten önemli kurtarışlar yaptı. Son zamanlarda akıllara gelen “Acaba?” sorunu da zihinlerden def etti.

İkinci yarı Nurullah Hoca gerçekten cesaret göstererek Kamanan ve Nobre’yi aynı anda sahaya sürdü. Aynı dakikada Carvalhal’den akıllıca bir Holosko hamlesi geldi. İleriye daha çok yüklenen MİY yine önemli pozisyonlar buldu ancak kalede Cenk bugün gol yememeye yeminli gibiydi. MİY adına bu dakikalarda şanssızlık Ben Yahia’nın sakatlanıp oyundan çıkması oldu. Baskı giderek kendini hissettirirken onun oyundan çıkmasıyla bıçak gibi kesildi MİY’in ofansif varyasyonları. İleriye boş yüklendiklerinden dolayı da kalelerinde gerçekten sayamadığım miktarda kontra-atak gördüler. Özellikle Holosko’nun taşıdığı toplar etkili oldu. Burada hemen akıllara keşke Simao yerine onunla başlasak daha mı iyi olurdu sorusu da gelmiyor değil. Simao’nun iyi mücadele ettiğini düşünüyorum ancak ofansif anlamda hiçbir şey katmadığını düşünürsek Simao yerine Holosko ile başlanması çok daha akil bir seçim olacaktır. Quaresma’nın “atamadığı” gol sonrası sinir katsayısının arttığını varsayarsak daha da bencilleşip aut çizgisine kadar top sürmesine kötü gözle bakmayabiliriz ancak Q7 artık tecrübeli isim sayılabilecek geçmişe sahip olduğunu da unutmamalı. Onun bu vurdumduymazlığına dayanamadığından olsa gerek Carvalhal onun yerine ucube santraforumuz Edu’yu alıyordu. Edu denince suratımda bir tebessüm oluştuğunu fark ettim bugün. Gerçekten kızamıyorum bile ona.
Maç seyir zevki anlamında da fena sayılmazdı. MİY takımını ve Nurullah Hoca’yı tebrik etmek lazım güzel bir takım kurmuş ve ona göre oynamaya çabalamaktalar. Tek kötü yan STSL’ye yakışmayan o stadyum. O da uzun vadede düzelecektir. MİY takımı büyük ihtimalle ligde de kalacaktır.

Umut vaad eden bir takım vardı saha. Umarım yanılmayız ve Fenerbahçe maçından galibiyetle döneriz. Çok zor bir maç Kartal’ı bekliyor. Tek artı FB’nin oyun anlamında düşüşte olması. Ancak derbilerde hiçbir şey belli olmaz. Gününde bir Kartal FB’yi yenecektir fakat o günündeki Kartal’ı görmek pek nasip olmadı bu gözlere. Perşembe gecesi mutlu bir şekilde bu bloğu okumanız dileğiyle, saygılar…

NOT:Derbi hasılatı Van’a aktarılsın!

DİP NOT: Cenk’in maçı kurtarması sıkıntıyı gösteriyor.

21 Ekim 2011 Cuma

Heyecanını Kaybetmişsin

Baştan sona Dinamo Kiev’in hak ettiği bir maçtı. Golün son dakikada gelmesi onlar adına ise şanssızlık sayılabilir. Bizim adımıza ise kesinlikle şanstı. Nedeni ise ilk golü yedikten sonra saçmalamaya başlayan ve hallaç pamuğu gibi atılan Beşiktaş. Kısacası dörtlük beşlik olabilecek maç Kiev’in kendi hataları ile 1-0 bitiyordu.

Takımdaki birçok oyuncu kendi vasatına bile ulaşamazken onları yargılamak da akıl karı kaçmıyor. Sorun kulübede demekte işin kolaycılığı gibime geliyor. Pek tabi Carvalhal’in demirbaş hataları var. Edu’ya haddinden fazla tahammül etmesi gibi. Ön bölge ile arka bölgeyi birbirinden kopuk oynatması gibi. Tüm bunları kenara bırakacak olursak benim merak ettiğim konu bu takımın neden bu kadar kötü oynamaya zorlanması. Çünkü çıkın saçmalayın deseniz yine bu oyuncu topluluğu bundan iyisini sahaya yansıtır eminim.

Uzun uzadıya maç tahlili yapmak açıkçası içimden gelmiyor. Beşiktaş bize kendini göstermedikçe biz de köreliyoruz. İlham perimiz “O” çünkü. Sahada heyecanını yitirmiş bir takım görmek derinden etkilenmemize yol açıyor. Taraftarın ruh hali bu yönde.

Sene başından beri atılan golleri ele alacak olursak sorunu çok daha net kavrayabiliriz sanırım. Organize atak golü sadece bir tane. O da Stoke deplasmanındaki Hilbert’in golü. Diğer gollerin hepsi ya duran top organizasyonu ya da bir nevi bireysel yetenek organizasyonu. İşte can alıcı nokta bu. Takım olarak gol atma alışkanlığı olmayan Beşiktaş Quaresma ile bütün topları buluşturarak hem hızını yavaşlatıyor hem de ona karşı bağımlılığını arttırıp diğer isimleri köreltiyor. Simao’daki yetersizlik de buradan kaynaklanıyor olsa gerek. Mantıklı başka hiçbir açıklaması yok çünkü. Gol atacak pozisyon dahi bulamadığınızda da gol yemek kaçınılmaz oluyor. Takım savunmasını yapan bir “takım” değilsiniz neticesinde.

Maalesef umut yok. Ümit vaad edilmiyor. Cefakar taraftara yine hüsran…

NOT: Teknik direktör değişikliği gelirse şaşırmayalım.

DİP NOT:Yazmış olmak için yazdım. Takipçilerden özür dilerim.

15 Ekim 2011 Cumartesi

İdeallerini Satan Adam!

Bu girizgahı sezon başından beri çok yaptım. Takip eden herkesten evvela bunun için özür dilerim. Ancak bu maç için de söylenecek az şey var ya da ben azaltmak için kendime çok baskı yapıyorum. Bilemedim.

Evvela bazı gerçekleri algılamak lazım. Realist yaklaşmakta da fayda var. Geçtiğimiz sezon bittiğinde herkesin dilinde çok net söylenegelen bir durum vardı. “Bu takıma bir sağ bek bir de forvet koy; mental açığı da kapa  sadece Türkiye değil Avrupa’da kafaya oynar!” İnanın iki hafta önce sokakta sırf Beşiktaş forması giydiği için sohbet ettiğim 5 yaşındaki çocuk bile dile getirdi. Bizim gördüğümüz bu net tabloyu yönetimdekiler mi göremiyor yoksa gören gözleri kör mü oldu ya da Beşiktaş düşmanları mı bunlar diye düşünmüyor değilim. “Ee alındı ya !?” dediğinizi duyar gibiyim. Sağ beke transfer edilen Tanju aslında sol bek(Wien’de); forvete yapılan takviye de çakma forvet çıktı. Amiyane tabiri tabi bunlar. Bobo’yu gönderip Edu’yu almak futbol cehaletidir başkada bir şey değildir.

Maç başlamadan önce kadroyu gördüğümde kendi kendime “Carvalhal ideallerini satmış.” dedim. Haklıymışım da. Geldiği günden beri bu takım 4-3-3’den başka bir taktiği görmeyecek söylemini yapmamış olsa da sahada gösterdiği Beşiktaş bunun sinyalini veriyordu.  Guti’yi –bence yönetim kanalından gelen baskı ile- sahaya sürerken takımı da 4-2-3-1’e döndürüyordu. Genel olarak beklenen kadro diyebiliriz sanırım Guti dışında tabii.

Carvalhal’in “ideallerini satması” dışında anlamak istemediği konulardan biri de bek sorunsalı. Bu takımın ne sağ ne de sol bekleri Toraman ve Ekrem olamaz. Bu matematikte 2+2=4 işlemi kadar açık, basit ve anlaşılır bir şeydir.

Yine Carvalhal’in vazgeçmediği Edu, Beşiktaş’ın ancak ikinci lig takımları ile oynadığı Türkiye Kupası maçlarında 11 oynayacak kalibreye sahip bir forvettir. Carvalhal’e çok mu yüklendik acaba? İnanın Carvalhal’i çok seviyorum. İşine ve Beşiktaş’a olan sevgi ve saygısı beni etkiliyor. Doğru yaptığı şeyleri söylediğimiz gibi bunları da yansıtmak zorundayız. Bir kez daha açıkça belirteyim beni derinden etkileyen olay Carvalhal’in kendi doğrularından vazgeçmesi oldu. Schuster’in başına da aynı şey geldi maalesef ve sonuç ortada.

Gelelim maça. İyi gidiyor dediğim takım savunması bugün sekteye uğradı. Bloklar arasındaki mesafenin açılması bunu doğrudan etkiliyor. Ne zaman ki ileride pres kesilip ayağına top bekleyen “tembel” oyuncu sayısı artıyor o zaman takım savunması dibe doğru iniyor. İlk yarıda resmen uyku getiren ileri uçtaki yavaşlık bugün Beşiktaş gol atamaz der gibiydi. Cılız ataklar dışında dişe dokunur bir maç olmadı maalesef tabii ilk yarı adına bu dediklerim. İkinci yarının başlaması ile olay değişti demişsinizdir siz de. Taraftar ile birlikte takım da coşuyordu resmen. 15 dakika boyunca sürekli ileride oynamaya çalışan bir takım vardı. O 15 dakikadan sonra Guti’nin fiziksel düşüşü ile birlikte orta sahadaki direnç bir kez daha yok oluyordu. Resmen 2 pas ile orta sahayı ekarte eden bir Kayserispor’u Kartal kendi elleriyle yarattı. Rakipteki Amrabat gibi sprinter ve tekniği yüksek tek bir oyuncunun varlığı Beşiktaş’ı tuş etmeye yetti. Furkan ve Troisi gollerin ismiydi ancak gollerin gerçekten büyük kısmı Amrabat’ındı. İkinci golden sonra zaten daha önce bitmiş olan maç resmi olarak da bitiyordu.

Maçı kaybetmekten ziyade sahada hiçbir şey görememek koyuyor adama. Daha ne kadar kötü bir takım görebiliriz sahada dedikçe onlar bizi daha çok haksız çıkarıp dibe doğru yol alıyorlar.

Maçtan sonra gelen Ekrem-Fernandes ikilisinin açıklamaları da bence irdelenmesi gereken açıklamalar. Takım içinde bir bölünme var. Daha önce Sivok ile çıkan koku bu sefer had safhada. Umarım ile başlayan cümlelerden nefret ederim ancak umarım artık iyiye gider bu takım. Hafta içi Kiev deplasmanı çok zor geçecek şimdiden söylemesi. Üzüntüye hazırlıklı olalım.

NOT: Aurelio’ya koca bir alkış ve Simao’ya da koca bir ünlem !

Dip NOT: Toraman’a yapılan hareket cana kasttır.


Dip NOT 2:Guti maalesef bu takımda gereksiz bir kişi. Üzülerek belirtmek isterim

9 Ekim 2011 Pazar

Pele Good, Maradona Better, GEORGE BEST!

George Best (Doğum 22 Mayıs 1946 - Ölüm 25 Kasım 2005) Kuzey İrlandalı futbolcu.
15 yaşındayken Belfast'ta Manchester United yıldız avcısı Bob Bishop tarafından keşfedildi. Bishop, dönemin Manchester United teknik direktörü Matt Busby'ye "Galiba senin için bir dahi keşfettim" yazan bir telgraf çekti. Best'in yerel kulübü Glentoran, onu çok küçük ve zayıf olduğu için daha önce reddetmişti. Best antrenmanlarda beğenilince, antrenör Joe Armstrong kendisine sözleşme imza attı. Böylece 1963 yılında profesyonelliğe geçti.

Best, Manchester United formasını ilk kez 14 Eylül 1963'te 17 yaşındayken, Old Trafford'da West Bromwich Albion'ı 1-0 yendikleri maçta giydi. Sezonun ilk yarısında takım formasını giymesi için çok genç olduğu düşünülüyordu. Bu nedenle ikinci kez formayı giymesi 28 Aralık'ta Burnley karşısındaki maçı buldu. Bu maçı Manchester United 5-1 kazanırken, Best kariyerinin ilk golünü kaydetti. Matt Busby'nin gözüne giren Best, sezonun ikinci yarısında daha çok forma şansı buldu. Sezon sonunda 26 maça çıkan futbolcu, 6 gol atmıştı. Manchester United, Liverpool'un 4 puan gerisinde lig ikincisi oldu.İkinci sezonunda ise Best ve Manchester United, İngiltere şampiyonu oldular.

20 yaşındaki Best, 1966'da UEFA Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek final karşılaşmasında SL Benfica karşısında 2 gol kaydedince gazetelerde manşet oldu. Portekiz medyası kendisine "O Quinto Beatle" ("Beşinci Beatle") lakabını taktı. Yeteneği ve şova yatkınlığı kendisini bir medya yıldızı haline getirdi. Uzun saçları, yakışıklılığı ve ölçüsüz hayat tarzı ile bilinen futbolcu 1965'te ünlü müzik programı Top of the Pops'a katılmıştı. Best'in başka bir lakabı da "Belfast Çocuğu" olup, doğduğu yer olan Belfast'ta ise kendisine Georgie ya da Geordie deniyordu.

1966-67 sezonu da başarılı bir sezon olup, Manchester United ligi dört puan farkla kazandı. Sonraki sezon Best, Benfica karşısında oynanan final maçında gol atıp, Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğunu kazanıyordu. Manchester United maçı 4-1 kazanmış, Best ise Avrupa'da Yılın Futbolcusu ve Futbol Yazarları Derneği Yılın Futbolcusu ödüllerini kazanmıştı……” Viki’den aldığım bir bölüm anlayacağınız üzre. Best’in kısaca yaşayışı ve yükselişi… Kimileri ona İngiliz bile dedi ama önemi yok. Kuzey İrlanda’nın gururu oldu. Belki de Kuzey İrlanda onun kadar büyük bir sporcuyu daha çıkaramayacak. Zor tabi. Hem saha içi hem saha dışı tam bir star. Mükemmeliyet abidesi kendisi.

Bana göre bu tapılası olan sporun gelmiş geçmiş bir numaralı ismidir kendisi. Çok mu izledin ki bu yorumu yapıyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Bazı insanlar vardır ki onların büyüklüğünü keşfetmek için görmek, izlemek vs. gereksizdir. Best de bu kategoride bir insandır işte. Benzetme yapmayı sevmiyorum ancak günümüzün Ronaldo’suna benzer yönleri çoktur. Örneğin kendini beğenmişliği, yakışıklılığı, karşı cinsin gözdesi olmaları, fiziki üstünlükleri ve yetenekleri. Tabii ki Best kıyaslanmayacak ölçüde iyidir. Ayrı tutalım. Sadece anlaşılması için bir benzetme yaptım ve teşbihte hata olmaz diyeyim, konumuza geri dönelim.

Best’in hangi özellikleri öne çıkardı onun üzerine düşelim. ManU’da 7 numara idi. Anladığınız üzere kanat oyuncusu. Hızı inanılmaz. Fuleli adımları hayran bırakır cinsten. Çalımı çok sever. O çalımları da hızını azaltmadan yapar. Gariptir. Xavi’nin pas beynine sahiptir aynı zamanda. Büyük futbolcu olmak için her şeye sahiptir kısacası.

Hayat hikayemizin devamını açıkça Viki’den okuyabilirsiniz ama ben yine de satır başlarıyla devam edeceğim. Best artık kendini futboldan ziyade aşk, kumar, içki, sigara kısacası dünyevi zevklere vermeye başlar. Parası da vardır tabi. Çok zengindir. Zenginliğini arttırıp aynı zamanda da zevklerini icra edebilmek için atılımlar yapar. Örneğin publar açar. Pubları barlar ve moda evleri izler. Moda evleri kadınların uğrak yeridir tabiki. Eh dedik ya, adam yakışıklı. Hem parası da var. Zamanın birinde üstadımız yatağın üstüne paraları saçar ve yanına da zamanın Miss World’lerinden birini yatırır ve böyle görüntülenir. Ufacık da olsa gayet önemli bir örnekti kanımca. Bu konuyla ilgili güzel bir sözü de vardır ManU zamanında: “Eğer bana üç kişiyi çalımlayıp 30 yarddan Liverpool'a nefis bir gol atıp tribünleri ayağa kaldırmak mı yoksa dünya güzelini yatağa atmak mı diye sorsanız karar vermesi çok zor olurdu. Şanslıyım çünkü her ikisini de yaptım. Ama birini 50 bin kişinin gözleri önünde." Kişiliğini tamı tamına yansıtmış. Futbol, seks buna bir de alkol ile sigarayı ekleriz işte. Değişik adam vesselam. 

Kendisi de beni haklı çıkaran sözünü çok da rahatça söylemiştir: “ Paramın çoğunu alkole,kızlara ve hızlı arabalara yatırdım. Geri kalanını da har vurup harman savurdum.” En azından adam kendi biliyor. Kasıntı değil. Yine sorarlar Bestimiz’e içkiyi bırakmayı düşündün mü ey üstad diye. “ İçkiyi ve kadınları bir süre bıraktım. Hayatımın en berbat 20 dakikasını yaşamıştım.” der. Muziptir yahu. ManU-Benfica maçında kaleciyi geçtikten sonra bizim küçükken mahalle maçlarında yaptığımız diz üstüne çöküp kafayla gol atışımızın mimarı da kendisidir. Konu açılmışken imkanı yok bunu yazmadan geçmem: Muhabir sorar Best’e “ Maça en yakın hangi tarihte seks yaptınız?” diye. Cevaba dokunmadan veriyorum “Sanırım devre arasında.” Bu adama ne diyebilirsiniz ki?

Pub demiştik değil mi? ManU’da iken WBA’e karşı bir maça çıkarlar. Güzel bir galibiyetten sonra kendi açtığı puba arkadaşlarıyla birlikte gider. Orada WBA’li defans oyuncusu ile tesadüfen arka arkaya oturmuşlardır. Oyuncu seslenir: “ Hey George! Bütün maç kıçını seyrettim. Dön de o yüzünü bir göreyim.” İbretlik bir durum gerçekten de.

Maalesef ManU’da efsanevi bir performans sergilemesine rağmen 27 yaşındayken takımdan tam anlamıyla kovuldu. Bu onun için de zordu, taraftar için de. Efsanevi 7 o kadar çok kulüp dolaştı ki daha sonra saymak içimden gelmiyor. Gerçekten bir efsaneye yakışmayacak düzeyde dolaştığını bilseniz yeter. 

ManU’da 470 kez forma giyip 179 gole imzasını atar. Muazzam rakamlar bunlar. Gol sayısındaki azlık ise bana göre dönemin o “Stoke City”vari oyunlarından kaynaklanmış olmalı. Yine de az demek de ayıptır tabi. ManU’daki bu performansını milli takımda pek gösteremez. Best, 37 kez Kuzey İrlanda Milli Futbol Takımı forması giyip, 9 gol kaydetti. Gollerden biri de Türkiye’ye karşı. Bu da dip not olsun. Milli takım ve Best denilince akla Cruyff gelir. Neden mi? Gelin bakalım.

“1978 FIFA Dünya Kupası elemelerinde oynanan bir maç için Kuzey İrlanda, Rotterdam'a Hollanda ile oynamak için gitti. Maç, Hollanda'nın Dünya Kupası'nda iki kez üstüste final oynadığı dönemin tam ortasına ve Johan Cruyff'un en parlak dönemine denk geliyordu. Maçın beşinci dakikasında Best sahasının solunda topla buluştu. Kaleye doğru ilerlemek yerine, sahanın ortasına doğru topu süren Best, üç Hollandalı oyuncuyu geçip, sahanın en sağındaki Cruyff'un yanına geldi. Best, topu rakibine doğru sürüp, bacak arasından topu geçirdi.” Bu olayın aslı maçtan önce sorulan bir soru ile başlar. Gazeteci Best’e soruyu sorar: “Cruyff mu daha iyi yoksa sen mi?” Tipik Messi mi Ronaldo mu? Alex mi Guti mi? Sorusu işte. Best de cevabı her anlamda verir: “Sahada göreceksiniz.”

En önemlisi ise belki de Best’in kendi ağzından çıkan şu sözler: “1970’lerde bir otelde kalıyordum, odaya kat görevlisi girdi ve etrafta bir gece önce kazanılmış on binlerce pound ve şampanya var, yatakta ise dönemin dünya güzeli yatıyor… Genç görevli bana sordu: “George, yanlış giden ne ?” Best kendini bitirmiş adamlardan biri. Belki de çoğu insanın önüne Pele ve Maradona’yı koymasındaki sebeplerden biri de futbol dışında çok zaman harcamasıdır. Maradona da harcadı tabi. Durum farkı var. Maradona hiçbir zaman Best kadar yakışıklı olamadı. Kadınları hayatına sokan Best daha zor durumdaydı.

Bu konu hakkında da çok yorum var. Pele onun için hayatımda gördüğüm en iyi futbolcu der. Maradona da keza bu lafa benzer bir yorum yapar. Birçok efsanevi yorumcu ise tek eksiğinin İrlandalı olması olduğunu belirtir.  En orijinal yorumu da kendisi yapar belki de. “ Eğer çirkin olsam ne Maradona’nın ne de Pele’nin ismi hatırlanırdı.” Adam haklı beyler diyesim de gelmiyor değil.

Jübile maçı ise bir yıldız geçidine sahne olur. “8 Ağustos 1988'de Kuzey İrlanda Milli takımının maçlarını yaptığı Windsor Park stadında George Best için jübile maçı düzenlendi. Seyirciler arasında Manchester United efsanesi Matt Busby ve Best'i futbol dünyasına kazandıran Bob Bishop da bulunmaktaydı. Maçta Osvaldo Ardiles, Pat Jennings, Liam Brady, Johan Neeskens, Johnny Rep gibi önemli isimler forma giydi. Maçı Best'in karması 7-6 kazanırken, Best biri penaltıdan olmak üzere iki gol kaydetti.” Artık aktif futbol hayatı noktalanıyordu. Fakat yine de gündemde kalmaya devam edecekti.

Öyle ki 1990 yılında bir talk showa katılıp canlı yayın sırasında alkolün belirgin hallerini yaşayıp, bir ton küfürü de ortaya bırakmıştır. Sonra özür dilemiştir tabiki. Kibar adamdır kendileri. Alkollü araba kullanıp içeri girdiğini söylemesek olmaz tabi ama pek yadırgadığınızı da sanmam. Bana kalırsa en ilginç olayı yine kendisi itiraf etmiştir. Artık şöhretinin sönmeye ve parasız kalmaya başladığı zamanlardan birinde plajda birlikte oturduğu kadın nezaketen izin isteyip tuvalet ihtiyacını gidermeye gider. Best de o sırada kadının çantasından içki parası aşırır. Efsanenin ne duruma geldiğine bakın siz !? 

2000 yılında TV’de bir futbol programında Beckham’dan söz açılır. O meşhur yorumlamasını yapar hiç edasını bozmadan: ''Biraz yavaş koşuyor, sol ayağını da kullanamıyor galiba. Bir de hiç kafa vururken görmedim onu, onun dışında iyi herhalde.” Sözlerini sarf etmiştir. Kendi kalitesiyle kıyaslanmasından içerlemiş olsa gerek üstad.

Beatles’ın Beşincisi ve futbolun pop starı yakıştırmalarından olsa gerek Wedding Present Best’i albüm kapağı yapmıştır. Bu da dip not şeklinde bir bilgi olsun.

“Best, Mart 2000'de ciddi bir karaciğer sorunu yaşadı. Ağustos 2002'de Londra'daki King's College Hastanesi'nde başarılı bir karaciğer nakli geçirdi. Nakil, devletin sosyal hizmetlerinden sayılıp, Best'in alkolizmi nedeniyle ülke çapında bir tartışmaya yol açtı. Bu tartışma 2003'te Best'in halk içinde alkol alırken görülmesi ile tekrardan alevlendi. 2 Şubat 2004'te Best bir kez daha alkollü şekilde araba kullanırken yakalandı ve 20 ay boyunca ehliyetine el koyuldu.” Bile bile ölüme yürüdü Best. Oysa kendi de biliyordu sonunun kötü olduğunu: “ Hayatımda her şeyi çalımladım, alkol hariç.”

Best yine durmadı tabi. Yine hastahaneye kaldırıldı ve yine alkolden. Tarih 3 Mart 2005’di karaciğeri iltihap yapmıştı. Yoğun bakımdaydı artık ve doktorları da kötüye gittiğini açıkça söylüyordu.

“20 Kasım günü Tabloit gazetelerden News of the World, Best'in isteği üzerine hastane yatağında fotoğrafını yayımladı ve altına son mesajı olarak "Benim gibi ölmeyin" dediğini yazdı. Best'in "veda" mesajı, diğer insanların alkolizmin sonucu olan benzer bir hastalık nedeniyle acı çekmemeleri yönünde bir uyarıydı.” İşte en acısı da bu durum. Bile bile ölüme gitmek. Ne yaptın be Best?


25 Kasım 2005’de gözlerini yumdu. Yazık. Erkendi denemez ama yaşananlara yazık. “İngiliz Premier Ligi, ölümünden sonraki hafta sonu tüm lig maçları öncesi bir dakikalık saygı duruşunda bulunulacağını açıkladı. Birçok statta saygı duruşu yerine bir dakikalık alkış ile onurlandırıldı. Best'in ölümünden sonra Old Trafford'da oynanan ilk maç, Best'in 1963'te ilk kez Manchester United forması giydiğinde mücadele ettiği West Bromwich Albion ile oynanan Lig Kupası maçı oldu. United'ın kazandığı maçtan önce eski takım arkadaşı Bobby Charlton bir konuşma yaptı. Best'in oğlu Calum, eski takım arkadaşları ve ilk maçında karşılıklı oynadığı West Bromwich Albion oyuncuları bir dakikalık saygı duruşunda Manchester United takımına katıldılar. Saygı duruşu sırasında maçtan önce dağıtılan Best posterleri taraftarlar tarafından havaya kaldırıldı.”

Ardından bir çok güzel söz söylenmiştir. Ancak kuşkusuz ki biri inanılmazdır. Futbolun aykırı çocuklarından Eric Cantona söylemiş: "Cennetteki ilk antrenmanında sağ açığa geçip, sol bekteki Tanrı’nın başını döndürmüştür. Bana takımında bir yer ayırmasını çok isterim. Best'in takımında tabii, Tanrı'nınkinde değil."

Üstüne söz söylenmez. Futbolun demirbaşlarına selam olsun. Aykırı kişiliklerden birini daha işledik. Umarım beğenmişsinizdir. Ali Ece abimizin dediği gibi: "Onu anlatmak için Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mezardan çıkması gerek." Naçizane. Devamı da gelecek…







7 Ekim 2011 Cuma

DOKTOR Socrates

Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira yani kısaca Socrates  19 Şubat 1954 yılında doğmuştur. Brezilyalı eski bir futbolcudur. Aynı zamanda idealist bir doktordur. Onun için futbol pek tabi önemlidir ancak futboldan daha önemli ve kayda değer şeyler vardır…

İnanılmaz bir tekniği vardır. Yetenek ırsi de olabilir çünkü kendisinin yapamadığı şeyi kardeşi Rai yapmıştır. 1994 Yılında Dünya Kupası’nı kazanan Brezilya’nın kadrosunda bulunmuştur.

O’nun için Sergengillerin atası diyorum ben. Öyle bir söz söylemiş ki Sergen demiştir bunu yahu diyip araştırmaya giriştim. Söz aynen şu: “Düşünen oyuncu koşmaz; koşan oyuncu düşünmez.” Resmen Sergen işte buyurun… Şaka bir yana Sergen’in Socrates’in varlığından bile haberdar olduğu konusunda şüphelerim var.
Dev bir adamdır kendisi. Mecaz yoktu. 1 m 92 cm boyu vardır. Sahaya çıktığında rakip takım bir irkilirmiş. O zamanın kuralları daha fazla faule elverişli olmasına rağmen rakipler ciddi anlamda ona müdahale ederken bir kez daha düşünürmüş.

Kariyerine dair Viki’den aldığım paragraf aynen şu: “Profesyonel futbol hayatına 1974 yılında Sao Paulo eyaletinde memleketi Riberão Preto'da Botafogo takımında başlamıştır. Ancak kariyerinin büyük bölümünü (1978-1984) Corinthians takımında geçirmiş ve burada futbolu ülkedeki mevcut askeri diktatörlüğe meydan okumak için kullanmasıyla meşhur olmuştu. Mayıs 1979 ile Haziran 1986 arasında altmış kez milli takıma çağrılmıştır. Sócrates kariyerinin sonlarında İtalyan kulübü Fiorentina ve Brazilya kulüpleri Flamengo ve Santos'da da oynamıştır. Futbolu bıraktıktan on küsur sene sonra 2004 yılında İngiltere'nin Kuzey İlleri Doğu Futbol Ligi'ndeki Garforth Town Football Club'da bir aylığına futbolcu/antrenör olarak oynamayı kabul etmiştir. Hâlen ülkesinde spor alanında pratisyen hekim olarak çalışmaktadır.” Dedik ya idealist bir doktordur diye o idealizm futboluna da yansımıştır. Garip bir adamdır ancak ben normal adam olup da efsane haline gelen bir futbolcu daha görmedim yanılıyorsam hatırlatınız…

Zekidir. Doktordur. Öyle ki futbolculuk kariyeri sırasında Faculdade de Medicina de Ribeirão Preto’da okuyup doktor oldu. Varlıklı bir aileden gelmiyordu. Bunun etkisi yadırganamaz ancak benim bilmediğim ancak emin olduğum bir konu varsa Socrates üzerinde; o da hayranı olduğu adam yani Che’nin yolundan gidip doktor olduğudur. Zira onun görüşünü benimser. Aynı zamanda hem okuyup hem futbol oynadığı için antrenmanlara da fazla katılamamıştır. Kondüsyonu iyi değildir yani. Bunu da not olarak düşelim gerisini siz hesap edin.

Lakabı olmaması gibi bir durum mümkün müdür sizce? Tabi ki değildir. Mesleğinden ötürü de kaçınılmaz sonu yaşar. Lakabı Doktor olmuştur. Her yerde Dr.Socrates olarak anılır.

Daha önce Cruyff’dan bahsederken sigara tiryakisi demiştim. Hatta bazı “efsanelere” göre soyunma odasında bile sigara içermiş cümlemi çok net hatırlıyorum. İşte Socrates konusunda efsane yok. Gerçekler var. Öyle bir sigara bağımlılığı vardır ki arkadaşları devre aralarını sigara molası olarak gördüğünü bize temin ediyorlar. Aynı zamanda alkol bağımlısıdır kendisi. Bir doktor demiştim değil mi? Gariptir işte. Futbol zekasının yanında ciddi anlamda zeki bir adamdır. Ancak nedense sigara ve alkolden vazgeçememiştir. Belki de dünyevi zevklere bağlılığındandır. Bunu nereden çıkardım diye sordunuz kesin. Onu da Juventus’un önerdiği sözleşmeyi reddedişinden çıkarıyorum. Sözleşmede maçlardan iki gün önce seks yapması yasaktır ibaresi vardır. Kendisi de bu maddeyi görür görmez sözleşmeyi elinin tersiyle iter ve Fiorentina’ya imzayı atar. Şimdi daha iyi anlamışsınızdır.


Onun en önemli dönemi kuşkusuz ki 82 Dünya Kupası’dır. Pele’li kadrodan bile iyi denen bir kadro vardır zira. Socrates, Zico, Falcao,Eder ve daha niceleri. Doktor ve arkadaşlarının dilinde hep aynı cümleler geçer. Her açıklamada bir şeyin üzerinde dururlar. Oyundan zevk almak… Onlar için turnuvayı birinci bitirmek Dünya Şampiyonu olmak demek değildir…

Tesadüfe bakın ki 82 DK’sı İspanya’da organize ediliyor. 40 yıllık Franco diktatörlüğünden sonra… Hem de Katalonya’da açılış maçı yapılır. Belçika’nın Arjantin’i yenmesi sürprizi ile güzel turnuva başlar. Bahsettiğim gibi Doktor’lu kadrosu ile Brezilya çok ilgi çeker. Ali Ece’yi çok sevdiğimi beni az da olsa tanıyan herkes bilir. Ali abinin dedesinin çok beğendiğim tespitleri varmış kadro ile ilgili : “Bak bu sakallı var ya babana benzeyen, onun adı Socrates… Aynı zamanda beni iyileştirenler gibi doktor… Amcan gibi her daim iki dirhem bir çekirdek zarif Falcao ve hepsinin kralı Zico! Bak Zico’ya ‘Beyaz Pele’ diyorlar. Ben Pele’yi de seyrettim, eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi.” İşte en güzel tarif ondan gelmiş. Bir kadro ancak bu kadar güzel tasvir edilebilirdi.

İlk maçı Brezilya SSCB karşısında zor da olsa kazanır. Bir dönem sükse yaparak Malatyaspor’a gelen Eder de o maçta çok güzel bir gol atar. Socrates çok güzel bir açıklama yapar konu hakkında: “Bu vuruşu Dünya Kupası’nda yapmaya cesaret etmiş bile olması, bir yerden sonra sonucu boş vererek oynadığımız oyundan ne kadar büyük zevk aldığımızın canlı timsali. Eder sadece Dünya Kupası’nın değil belki de futbol tarihinin en seksi golünü attı.” Seviyorum böyle değişik pencereden bakan insanları. Bir golü böyle anlatmak hangi birimizin aklına gelirdi ki?

Ardından İskoçya maçı gelir. 4-1’lik skorla onları da geçerler. Rakip Yeni Zelanda olur  ve skor yine aynıdır: 4-1. Serginho adında bir forvet de golünü atar bu maçta. Yine o Malatyaspor’a zamanında gelen Brezilyalılardan biridir kendisi. Ancak çok da iyi bir futbolcu olmadığı söylenir.

Sonraki rakip Arjantin’dir. Maradona’lı Arjantin. Maradona o maçta kırmızı kartı yer. Sinirlenir çünkü arkadaşlarına. Skor 3-1’dir ve Socrates o güzel açıklamalarından birini yapmıştır zamanında: “Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar. Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha güzeldir!”

5 Temmuz 82 tarihinde Brezilya turnuvanın şampiyon olacak İtalya’sına elenir ama gariptir. Brezilya berabere dahi kalsa finale adını yazdıracaktır. O zamanın sistematiği işte… Geri düştükten sonra beraberliği de kazanan kaptan Socrates ve arkadaşları yenikmiş gibi saldırırlar. Değişik bir durumdur bu. Niçin böyle hücum oynadılar? Onu da ve elenişlerinin altına yazılabilecek sözü hemen okuyup öğrenelim: “Oynadığımız oyundan o kadar zevk alıyorduk ki attığımız her golde Dünya Kupası’nı kazanmış gibi seviniyorduk.” Kısacası onlar futbol oynamıyorlardı; sanat icra ediyorlardı. Yazık oldu o kupaya ve o takıma. Sonraki turnuvalarda da o İtalya gibi oynamaya başladı her takım.  Tahmin edebiliyorsunuzdur nasıl olduğunu…

Turnuva bitiminde ülkeye dönüşleri de garipti. Büyük bir ilgi gördüler. Socrates’in üzerinde de bir t-shirt vardı. Üzerinde “15’inde oy ver!” yazar ve o tarihi açıklamayı yapar : “Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz!”

Corinthians’da oynarken de bu tip şeyler yapar. O yıl arkadaşlarının desteğini de alan Socrates’in Corinthians formalarında göğüslerinde reklam yerine “Demokrasi” yazar. Bu olay tarihe “Corinthians Demokrasi Hareketi” olarak geçer. Bunun yanında Corinthians’da iken futbolcuların haklarını korumak için de çalışmalar yapar. Amacı futbolun kendisinin gördüğü gibi bir oyun olarak kalmasıdır. Kölelerin çalıştırıldığı kar amacı güden bir şirket olması –yani bu günlere gelinmesi- onun istemediği şeylerin başında geliyordu.

2010 yılında ise Brezilya’nın futbol delisi devlet başkanı Lula o güne ithafen: “Ülkemiz gerçekten de demokratik bir ülkeyse Brezilya halkı 1982 takımına çok şey borçlu.” der. Ne kadar önemli bir durumdur anlayın…

Sokrates futbolu bıraktıktan sonra adına yaraşır şekilde felsefe alanında  doktora yapar. Kariyerinde yaptığı siyasetten de hiç vazgeçmez. O hep sosyalisttir. Sosyalizmi savunur. Öyle ki doktorluğu ücret karşılığı yapmamıştır çoğu zaman. Amacı insanlara yardım etmek olmuştur. Kaddafi ile de arkadaştır bu arada. Kaddafi futbol federasyonu başkanı olmak isterse onu maddi yönden destekleyeceğini de belirtmiştir. Buna hiç yanaşmadı Doktor. Kendi çabaları ile bir yerlere gelmeyi tercih etti.  Kendi çabalarını da belirli eder aslında. “ Globalizmin içinde devrim ancak futbol ile gerçekleşebilir.” Nasıl bir devrim istediğini anlatıyor işte. Şiir gibi, sanatsal, güzellikleri olan bir devrim. Yani futbol gibi devrim.

Doktorumuz maalesef şu an yoğun bakımda. İçtiği sigaraların mı alkolün mü sıkıntısını yaşıyor bilinmez ancak mide kanaması teşhisinden hastahanede olduğu da bir gerçek. Daha önce de sık sık hastahaneye kaldırılmıştı. Umarız geri döner. Onun gibi idealist insanlara ve futbol kimliklerine çok ihtiyacımız var…

NOT:Bu yazıyı yazdığım sırada yoğun bakımda olan Doktor, taburcu olmuş. Mutluyuz vesselam.

DİP NOT:O artık aramızda değil... Ruhu şad olsun.

4 Ekim 2011 Salı

Ne Köy Olur Ne Kasaba

Anlatması, yorumlaması zor maçlardan biri daha. Nereden başlasam diye gerçekten çok düşündüm ve genişçe bir yazı yazmanın yersiz olduğuna karar verdim. Ne Beşiktaş ne de Gaziantep kendisi gibi oynadı bugün.

Beşiktaş’ta Quaresma olmadığı zaman 0 yaratıcılık problemi oluşuyor. En büyük problem burada. Savunma gün geçtikçe oturmakta. En önemlisi de 9 kişiyken bile belirli bir disiplinde oynamakta. Carvalhal takımı duygusunu empoze ediyor bu da bir gerçek ancak takıma yeni nefesler kazandırmalı. Geçen sene Guti’siz oynayamayan takım bu sene hala Guti’siz oynayamıyor demek doğru değil. Aksine Guti’siz de çok güzel oynayabiliyor. Misal Stoke maçı. Ancak kilit nokta hem Guti hem de Quaresma’nın olmayışı. Üstüne üstlük bir de Simao’nun o rezil futbolu ekleniyor. Artık Carlos Bey’in Guti’ye yaptığı gibi uyarı atışını yapması gerekiyor. Simao bu takımın belki her şeyi değil ama Quaresma ile birlikte çoğu şeyi.

Gaziantepspor’da teknik direktörlük değişimi işe yaramış dersem fazla abartmış olurum. Bu takımın gerçekten potansiyeli var. Keşke istikrar adına Tolunay hoca ile devam edilseydi. Antep temsilcisinin işi zor. Oysa ki kalburüstü kadrolarından daha çok şey bekliyorduk. Rezil oynayan ve hatta 9 kişi kalmış Beşiktaş’ı yenemiyorsanız Sergen’in meşhur lafında dediği gibi sıkıntı vardır.

Sıkıntı olan bir diğer konu ise Beşiktaş’a karşı fazla cesaret gösteren hakemlerde. Yanlış anlamayın hiçbir zaman Beşiktaş kollansın veya diğerlerinden daha çok müsamaha gösterilsin tarzı bir durumu savunmam söz konusu bile olamaz lakin hakemlerin bir standart tutturması lazım. Bu laflarım geneldi. Bugün olan iki kırmızı kart da derslikti. İsmail’in pozisyonundan önceki ofsaytı saymıyorum yorum sizde. Hakemlerin ciddi anlamda eksikleri var maalesef ki.

Kırmızı kartlar olmasa Beşiktaş galip mi gelecekti? Sanmıyorum. Bu takım beni gerçekten üzüyor tek bildiğim ve emin olduğum konu bu. Maalesef benim gibi de milyonlarca insan var. Beşiktaş’ın artık borç ödeme zamanı geldi de geçiyor. Uyanmaları lazım…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...