27 Kasım 2011 Pazar

Ballı Kaymaklı Kadayıf

Güzel üç puan, güzel umutlar, güzel saatler… Teşekkürler Beşiktaş.

İnter karşısında güzel bir maç çıkaran Trabzonspor mental ve fiziki anlamda yorgun olmasını bekliyordum. Mental kısımda haklılık payım vardı ancak fiziki anlamda yanıldım. Gayet dirençli bir Trabzonspor sahadaydı. Bilindik, ezberlenme yolunda ilerleyen kadroları ile sahada yer aldılar. Colman ve Burak her zaman zorlayıcı tarzda oyuncu oldular. Çekindiğim iki futbolcu bu ikiliydi.

Beşiktaş ise sakatlıklar dışında klasik kadrosuyla sahada yer aldı. Fernandes’in orta sahaya girişi pozisyon anlamında artı değer kattı takıma. Pasları doğru adresle buluşturan isim oldu. Toraman ise Aurelio’nun tempolu oyun oynayan versiyonu gibiydi. Devamlı stoperlerin arasına girdi. Tabii Burak’ın da etkisi üst düzeydeydi. Ekrem ise vasatı aşamadı. Bekine çok yardım etti ve Hilbert’in oyuna katkısını sağladı. Bu onun adına artıydı.

Dakika dakika analiz yapılabilecek bir maç olmadı ancak periyotlarla nitelendirilebilecek bir mücadele izledik. İlk periyotta temposu yüksek, paslaşmaların fazla top kayıplarının az olduğu kontrollü periyottu. Bu periyot uzun sürdü tabii. Carvalhal’in istediği şekilde oyunu sıkıştırma çabası Beşiktaş’ın işine yaramıştı. İkinci periyotta da yorulmaya başlayan Trabzonspor orta sahasını rahatça geçen bir Beşiktaş’ı izledik. Trabzonspor’un yavaş yavaş oyundan düşüşü gerçekleşiyordu. Üçüncü periyot ise golün geldiği ve Trabzonspor’un risk aldığı periyot idi. Kontra ataklar ile etkili olan bir Beşiktaş vardı bu bölümde de. Daha doğrusu etkili olmaya çalışan.

Yukarıda da belirttiğim gibi bariz bir şekilde Carlos Hoca oyunu kitlemeye uğraştı. Bir puan alsak fena olmaz havasındaydı hem kendisi hem de harfiyen zihniyeti uygulayan takımı. Bulunan pozisyonları da cömertçe harcadıklarından sıkıntı vardı. Özellikle Almeida’nın etkisiz oyunu kilitlenen maçta anahtar nokta idi. Penaltı ilaç gibi geldi. Quaresma’nın gerçekten iyi bir oyunu vardı ki ataklar onun sayesinde olgunlaşıyordu ya da her etkili pozisyonun içerisinde oluyordu. Bu gün mükemmel diyemesek de güzel bir oyun sergiledi. Takımla birlikte iyiye gidiyor diyebiliriz. Ekstradan Hilbert’e değinmeliyim. Oyunda olduğu her dakika daha fazla güven vermeye başlıyor. İnanılmaz bir istikrar yakaladı. Onun enerjisi takımı pozitif etkiliyor. Yine değinmeden edemeyeceğim bir bölge var. Bölge diyorum onlara ancak birliktelikleri mükemmel. Tek vücut gibiler… Sivok-Egemen ikilisinden bahsediyorum. Mükemmele doğru gidiyorlar. Burak gibi “savruk” bir oyuncuya bile tek pozisyon dışında top göstermediler. Gerçekten mükemmele yakınlar. İnşallah daha da iyi olurlar.

Fernandes konusuna değinmezsem rahat edemem. Carlos Hoca’nın Fernandes konusunda riyakar davrandığını düşünüyorum. Denize düşen yılana sarılır hesabı Fernandes’e tutundu ancak Fernandes güzel bir performans göstermese de bir kalemde silinemeyecek bir oyuncu olduğunu gösterdi.

Bursaspor,Fenerbahçe,Galatasaray,Trabzonspor… Ligin en dişli ekipleri diyebileceğimiz ekipler bunlar. Bu maçlarda iki beraberlik iki de galibiyet çıkardı Kartal. Bu çok önemli. Play-Off sistemi içinde bu denli performans gelecek için ümit veriyor. Fenerbahçe maçı dışında tüm maçlarda iyi oynandı dersem yanılmam. Berabere kalınan maçlarda da “leblebici” denilen tarzda golcü eksikliğini hissetti Beşiktaş. Somuta indirgersek bir Niang bir Forlan tarzı oyuncu lazım Beşiktaş’a. Gol noktalarındaki sıkıntı özellikle böyle maçlarda ortaya çıkıyor. Bir hamle gerekiyor kısacası.

Her geçen gün yükselen form grafiği sevindirici. Keşke Gençlerbirliği maçı kaybedilmeseydi de şu an bambaşka konuşsaydık. Tabii kaybedilmiş bir şey yok. Bu form grafiği yükseltilmeye devam edilmeli. Ağzımıza bir parmak çalmamışlardır umarım. Hafta içi gelecek olan bir Maccabi galibiyeti de ballı kaymaklı ekmek kadayıfı olur. Umarım galibiyetten sonra satırlarımı okursunuz. Unutmayın “Güzel günler göreceğiz çocuklar!”

Ufuk Tolga Aldırmaz

23 Kasım 2011 Çarşamba

Mr.Clough:Üç Ayrı Şehirde Heykeli Dikilmiş Adam!

21 Mart 1935 yılında doğan Brian Howard Clough futbolculuk yıllarının ardından Derby County ve Notthingam Forrest ile büyük başarılar elde etti. İki takımın da tarihindeki en büyük teknik adam olarak anılması da işin cabası.

Aslında Clough'un futbolculuk kariyeri de fena sayılmayacak derecede ve futbolcu olarak da öylece geçiştirilecek bir adam değil. Ama teknik direktörlüğü çok daha ön planda olduğundan şimdilik kısaca geçeceğim. Middlesbrough alt yapısında yetişen Clough, askere gitmeden önce iki sene profesyonel olarak Billingham'da oynamıştı. 1955'te askerden döndüğünde, tekrar Middlesbrough'a katıldı. Middlesbrough'da oynadığı 6 sezonda 213 maça çıktı ve 197 gol kaydetti. Bu yıllar içerisinde 2 kez de milli oldu. 1961'de Sunderland'e transfer oldu ve 61 maçta 54 gol attı. 1964 yılında 29 yaşındayken geçirdiği sakatlık yüzünden futbolu erken bıraktı.

Hemen ardından teknik direktörlük kariyerine başladı. 30 yaşındayken Hartlepools United’ın başına geçti. Dördüncü ligde yer alan bir takımdı. Pek başarılı olamadı. Ligi sekizinci bitirip yeni gelen yönetimin de etkisiyle kulüpten yardımcısı Peter Taylor ile ayrıldı. Modernize edersek belki de Rijkaard-Neeskens ikilisi olarak görebiliriz bu iki önemli futbol kişiliğini. Her zaman denildiği ve benim de tekrarladığım gibi teşbihte hata olmaz. 

Derby County’nin başına geçtiler. 1967-68 sezonunda takımın başına geçip yine ilk sene vasat bir görünüm çizdiler. İkinci sezon için transferler yapıp lige iddialı girdiler.  Kulüpte her şey ona emanetti. Abartmıyorum çaycı bile kovmuşluğu vardır. 68-69 sezonunda 22 maç üst üste kaybetmeyip müthiş bir başarı gösterdiler. Şampiyon olup birinci lige yükseldiler.  Egosu yüksek bir adamdı. Çaycıyı kovmasından da bunu çıkarabiliriz tabii ama en somut örneği oyuncularından ona Bay Clough diye hitap edilmesini istemesidir.

Birinci lige çıktıklarında dördüncü oldular. Derby için muhteşem bir başarıydı bu. Ertesi yıl finansal problemler yüzünden bir takım kayıplar yaşadılar ve dokuzunculukla yetinmek zorunda kaldılar.

1971-72 sezonunda ise beklenen devrim artık gerçekleşmişti. Çetin bir mücadele sonucu kendilerinin bile inanamadığı bir biçimde şampiyonluğu elde ettiler. Clough henüz 37 yaşındaydı. İyi gidiyordu yani.
Ertesi yıl o kocaman ego yine iş başına geçiyordu. Clough’u rasyonel seçimlerden uzaklaştırıp, şan tutkunu haline getiriyordu. Yaptığı habersiz transferler yüzünden yönetimle arası açılmıştı. Bununla kalmamış, bir mağlubiyetten sonra homurtular çıkaran taraftara “Nankörsünüz!” diyerek hakaret etmiştir. Ligi orta sıralarda götürmelerine rağmen Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale kadar yükselip Juventus’a elenmişlerdir. Maç sonrası Juveliler’e “Hilebaz piçler!” diyerek basına karşı da İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tutumu nedeniyle İtalyanlar’a karşı ağır ithamlarda bulunmuştur.

Daha sonra yine habersiz yaptığı teklifler sebebiyle yönetimle ipleri iyice geriyordu. Artık TV’lere demeç vermesi ve gazetelere yazı yazmaları yasaklanmıştı. Clough da yönetime blöf yapmak için istifasını sundu ve beklenen fırsat yönetim tarafından değerlendirildi. İstifa kabul edildi. Efsaneler ayrılmıştı.

Sonraki yıllar Clough&Taylor ikilisi arasında da tartışmalar çıktı. Brighton&Albion Hove’un başına geçtikten sonra takımı küme düşme potasından uzakta ancak tutabildiler. 1974 yılında  menajerleri Revie’nin İngiliz milli takımının başına geçmesi ile koltuğu boşalan Leeds’in başına geçer Brian. Ancak tek başınadır. Taylor Hove’da kalıp vefa borçlarını ödemeleri gerektiğini söylese de Clough’dan dönüt alamadı. Daha önce çok eleştirdiği Leeds’deydi artık. Ancak buraya sadece 44 gün dayanabildi. The Damned United filmi de bu 44 günde yaşanılanları konu alıyordu işte. Güzel filmdir. İzlemenizi tavsiye ederim. Aslında kitap olarak yazılmış ancak beyaz perdeye uyarlanmıştır. Bu da dipnot olarak kalsın.

1975 yılında bir yıl ara vermiş olduğu teknik direktörlüğe Notthingam Forest’ın başına geçerek devam edecekti. Sezonu sekizinci bitirdiler. Bu yıllarda iyi olan tek şey eski dostu Taylor ile arasındaki problemleri çözmesi ve ikilinin bir araya gelmesi oldu. O sezon da takım birinci lige yükseldi. 77-78 yılında da şampiyonluğu elde etmişti Notthingam. Lig Kupası da cabası idi. 78-79 yılında Lig Kupası tekrar müzeye gitti ancak takım Liverpool’un ardında ligi ikinci bitirmişti. Şampiyon Kulüpler Kupası’nı alıp muazzam bir başarıya imza attıklarını belirtmemek olmaz tabi. 79-80 sezonunda ligi beşinci bitirmelerine rağmen Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanarak mükemmel başarılarını tekrarladılar. Düşüş artık başlayacaktı. Notthingam artık orta sıra takımı haline dönüşüyordu.

1982 yılında Taylor futbol kariyerine son noktayı koyduğunu açıkladıktan altı ay sonra Derby’nin başına geçti. İpler tekrar kopmuştu. Taylor başarıyı yakalayamadı. Clough da eski Clough değildi. İkiliyi Taylor’ın birinci adam olma isteği yakmış olsa gerek.

92-93 sezonunda Notthingam küme düştü. Clough da bu olayla kariyerine son noktayı koyduğunu açıkladı. Bir efsanenin kariyeri de böyle bitmişti işte.

Neden İngiliz milli takımının başına geçirilmediği sorulduğunda ise cevabı çok netti: “Şovu benim yapacağımdan korkuyorlardı.” Gerçekten de o mevkiiyi hak ediyordu.

Sosyalistti Clough. Çeşitli anti-faşist eylemlere ve işçi destekçisi hareketlere de katılmıştı. Bu onun sahadaki futbol anlayışını da etkiledi. Yardımlaşma duygusunu yansıtan bir mentalite sahibiydi. Aynı zamanda medyatikti de. Derby’den ayrılmasına neden oluşu da patavatsızlıkları idi. Ancak büyük hocaydı. Tatsız ayrılıklar yaşadığı Taylor’ı da unutmadı. Biyografisini ona adadı. Saygıyla andığımız bir futbol kişiliği daha.

Rahat uyu üç ayrı şehirde heykeli dikilmiş olan adam… 20 Eylül 2004.

Şampiyonluklar ve Kupalar:

Nottingham Forest ile 2 kez Şampiyon Kulüpler Kupası (1978-79, 1979-80)

Nottingham Forest ile 1 kez Avrupa Süper Kupası (1978-79)

Nottingham Forest ile 1 kez 1. Lig Şampiyonluğu (1977-78)

Nottingham Forest ile 4 kez Lig Kupası (1977-78, 1978-79, 1988-89, 1989-90)

Nottingham Forest ile 1 kez İngiltere Süper Kupası (1977-78)

Derby County ile 1 kez 1. Lig Şampiyonluğu (1971-72)

Derby County ile 1 kez Şampiyon Kulüpler Kupası Yarı-Finali (1972-73)

Ufuk Tolga Aldırmaz

22 Kasım 2011 Salı

Futbolun "Emekçisi": Bill Shankly

Kayıtlara göre kahramanımızın tam adı William Shankly’dir. 2 Eylül 1923 yılında İskoçya’da dünyaya gelmiştir. Doğduğu yer olan Glenbuck tam anlamıyla bir işçi yerleşim merkeziydi. Hemen hemen herkes,  açık olan maden ocaklarında işçilik yapıyordu. Bill’in babası da burada çalışanlardan biriydi. Sanayi devriminden sonra patlak veren işçi nüfus artışı gibi Shankly ailesi de kalabalık bir işçi aile idi. İşçi çocuklardan oluşan koca bir çekirdek aile… Daha genç yaşta Bill maden ocağında çalışıp ailesine yardım etmeye çalışır. Futbol o dönemde Britanya adasında tam anlamıyla işçi sporudur. Anlaşılacağı üzere Bill de futbol topunun dayanılmaz cazibesine kendini kaptırmıştır. Maden ocaklarında çalışmak ona bir süre sonra yetmez. Tatmin duygusunu futbol topu ile yaşar.

Biraz daha büyüyüp erişkin denebilecek seviyeye geldiği zaman ciddi bir şekilde kulüp kapısından içeri girer. Girdiği kulüp de beş abisinin birlikte oynadığı Glenbuck Cherrypickers’dır. Başlarda yaşça küçük olduğundan (diğerlerine göre) forma şansı bulamaz.1932 yılında ise resmen Carlisle United takımına transfer oldu. Bundan 1 yıl sonra dönemin önemli kulüplerinden Preston North End’e transfer oldu. Transferin bedeli ise bugün için çok komik bir rakam. Tamı tamına 500 pound. 1934’de takımını birince lige yükseltmeyi başardı dersek yeridir.  1938 yılında şu namını her zaman duyduğunuz FA Cup’ı Huddersfield’i yenerek kazandılar. O dönem için muazzam bir başarı tabii ki.

Gelen başarılar sayesinde milli takım kapıları da ona açılmıştı. Tam 7 kez İskoç milli formasını giydi. 

Daha sonra patlak veren İkinci Dünya Savaşı sebebiyle kariyeri sekteye uğradı. Eskisi gibi düzenli bir şekilde futbol oynayamadı ve gezgin futbolcu kategorisine girdi. Aralarında Liverpool ve Arsenal’in de olduğu yedi takımın formasını giydi. Bu takımlar da ona yaramamış olsa gerek. Bunu söylememdeki gaye onun tekrar Preston’a gelmesidir. Ne yazık ki artık yaşlı bir kişidir. Tabii futbol için. Bundan dolayı da 1949 yılında belki de ileride hiç ummadığı yeni hayatına geçiş için ilk adımını atıp futbolu bırakır. Aynı ayda kendini teknik kısma atar. Carlisle United’ın başına geçer.

İlk tecrübesinde vasat bir görüntü sergileyen Shankly yılmaz. Disiplin ve çalışma enerjisinden ödün vermez. Futbolcularına ciddi anlamda yüklenir. Onun için tek şey vardır çünkü: “En iyisi olmak.” Modern zamanda Felix Magath ile bağdaştırmak yanlış olmaz tabii. Ne demişler? Teşbihte hata olmaz… Öyle ki zamanın büyük İngiliz forveti olacak Ivor Brodis’e işkence sayılabilecek bir ceza vermiştir: Soluğu kesilene kadar koşmak.

Onun için tek şey önemlidir demiştim ya hani. Dayanağım ise şu ünlü sözü: “ Birinciysen birincisindir, ikinciysen hiçbir şey.” Hırslıdır yani. Açtır. Hele ki kariyerinin başında olan bir adam için normalden fazla hırslıdır.

Vasat bir görüntü sergiledi demiştik evet. 2 yıl sonra da Carlisle’den ayrılıp Grimbsy Town’un başına geçer. Takımı da 1.ligden 3.lige düşürdü. Şaka değil gerçek. Hatta bir daha ikinci lige çıkaramayıp istifa etti.

Daha sonra bir dönem Workington ve Huddursfield’de de çalışmışlığı vardır. Huddersfield’de Dennis Law adında bir yetenek de keşfetmiştir. Burada yönetimle onun için tartışmalara bile girmiştir. Huddersfiled onu elinden kaçırmıştır ve Law’u Manchester United zamanın rekoru olan 115.000 pounda transfer etmiştir. Tabii bu ve buna benzer olaylar onun Huddersfield’deki sonunu hazırlar.

1959 yılının Aralık ayında ise o malum olay gerçekleşir. İkinci ligdeki Liverpool’un başına Shankly geçmiştir. Burada denize düşen yılana sarılır olayı yok dersek yanılırız. İki taraf da çıkış arıyorken birbirine sarılmıştı. Liverpool çok kötü bir kadroya sahiptir. Antrenman sahası ve stadyum da bir o kadar kötü durumdadır. Ancak burada tam bir devrimci olacaktır. İngiltere’nin en önemli işçi şehri işçilikten gelen bir teknik direktöre sahipti artık. Kimya uyuşuyordu yani. Duygular ve gönüller birdi.


Bill’in zekiliği her zaman işe yaramıştı. O üstün futbol zekasını konuşturarak bataklık halindeki antrenman sahasını güç antrenmanları için oyuncularına kullandırtmıştır. Gerçi o bataklık hali uzun sürmez. Akılcı yatırımlar ile orayı zamane standartlarına çıkarırlar.

Bill her zaman yardımlaşmaya inanmış bir karaktere sahipti. Bu yüzden takımdaşlık duygusuna çok önem veriyordu. Takım sürekli etkileşim haline girmiş ve daha sıcak ilişkilere sahip hale gelmişti. Bu şekilde birçok şeyi aşacakları düşüncesinde haklıydı da. Hazır birlik, beraberlik, güç, takımdaşlık demişten o meşhur sözü de paylaşmazsam kendime kızarım: “İnandığım sosyalizm herkesin birbiri için çalıştığı ve yine herkesin ödüllerden pay almasıdır. Futbolda da hayatta da böyle düşünüyorum.”

Takımdaşlık duygusunu yaşarken kendisi ve takımdakiler ile zaman zaman sürtüşmeler de yaşanmıştır pek tabii. Normaldir de. Ancak bir gün bacak arasından gol yiyen kalecisinin “ Özür dilerim coach. Bacaklarımı fazla açmışım!” sözüne “ Sen değil, annen zamanında bacağını çok açmış!” gibi hem hakaret hem de akıl dolu bir cümle söylemiştir. Bunlar futbolda normal şeyler canım. Boşuna demiyoruz futbol her şeydir diye. Bill de tam bunun üstüne basmıştır zaten. “ Futbol hayat memat meselesi değildir. Sizi temin ederim ki ondan çok daha önemlidir.” Ne güzel de söylemiş değil mi?

Kısa süre sonra her şey yoluna girmeye başlar. Bir dönem Beşiktaş’ın hocalığını da üstelenmiş ve efsane haline gelmiş olan Gordon Milne gibi yapılan isimli transferler takımı yeni bir havaya sokmuştur. İstedikleri her oyuncuyu alamazlar tabii. Bu dönemdeki Liverpool değiller en nihayetinde. Lou Macari adında bir futbolcuyu transfer etmek isterler. Bu transfer dedikodusu da alır başını gider. En sonunda basın mensuplarından birisi sorar: “Lou Macari’yi çok istediniz ama transfer edemediniz. Buna ne diyeceksiniz?” Shankly de yapıştırır cevabı “Ben onu yedek takım için istiyordum. Şu an sıkıntı yaratacak bir durum yok!"

Neyse konuya geri dönelim. Takım heyecanını yeniden kazanmıştır. Taraftar da öyle. Anfield her maç 40 binleri görmeye başlar. Takımı lige çıkarıp ilk hedef olarak kendilerine ligde kalıcı olmayı belirlerler. Nitekim bunu da yaparlar. Artık Liverpool şehrinin diğer takımı olan Liverpool’un yedeklerini pardon Everton’u geçmek gerekiyordu. Şehirde de ateşlenen olaylar vardı. Sırf bu yüzden gerilim artıyordu. Shankly de benim atıfta bulunduğum o söz ile afacan çocuklar gibi ortalığı karıştırıyordu: “ Liverpool şehrinin iki takımı vardır evet. Biri Liverpool diğeri de Liverpool’un yedekleri.” Sivri dili ile sivrilen teknik direktörlerden biri daha!

Sivri dil demişken aklınıza kesinlikle Mourinho gelmiştir. Mourinho’nun geçenlerde söylediği “Baskı işçi babaların hissettiği şeydir. Bizim değil.” Sözü de aslında Bill Shankly’e aittir. “Baskı madenin dibinde çalışmaktır. Baskı işsiz kalmanın korkusunu yaşamaktır. Baskı haftada 50 şiline küme düşmekten kurtulmaya çalışmaktır. Baskı Avrupa kupası finali, lig şampiyonluğu değildir. O ödüldür.”

Lige çıkalı yalnızca bir sezon olmuşken ikinci sezonlarında kazandıkları şampiyonluğa bir mucize gibi bakılıyordu. Bu gerçekten ada tarihinde bir ilkti. Muazzam bir başarıydı. 1965 yılında FA Cup’ı ilk kez kazanmaları da önemli bir başarı olarak tarihe yazılır fakat futbol açısından önemi farklıdır. Dörtlü savunmayı uygulayan ilk takım L’pool, ilk teknik direktör ise Shankly olur. Devrimcilik ruhunda varmış bu adamın. Gerçekten o dönem için büyük cesaret.  Tahtaya yazılı olandan çok sahada gördüklerine ve yaşatmak istediklerine önem verdiğini her zaman dile getirmiştir. Takımı bireylerin üstünde tutup ben duygusu yerine “biz”i ön plana çıkarmıştır. Boşuna demedik kimya şehirle uyuşuyor diye. Taraftarlar ona hayranlıklarını gizlemiyorlardı artık. Adına tezahüratlar bile yapıyorlardı. Çünkü Bill onlardan biriydi.  Öyleki taraftara atkısını sallaması ile tribünler coşmaya başlıyordu. Amigo demek yanlış olur ama sanki teknik direktör değil de saha kenarında Liverpool aşkıyla yanıp tutuşan bir genç gibi Liverpool’u kalbinde hissediyordu.

Bir şampiyonluk kutlaması sırasında küçük bir taraftar ona atkısını atar. Shankly de atkıyı yakalayamaz ve yere düşer. Saha kenarında görevli olan polis ayağıyla atkıyı kenara iter ve neye uğradığını şaşırır. Bill ona bağırır: “ O önem vermediğin şey başkalarının hayatı olabilir!”

72-73 sezonunda da tatmadıkları başka bir başarıyı daha onlara tattıran Bill gerçek anlamda ilah olarak ilan edilebilirdi . Tabii olmadı. O sezon UEFA kupasını kaldırdılar.





Artık Shankly yaşlanmıştır. 60 yaşında yerini Liverpool’a çok güzel günler yaşatacak öğrencisi Paisley’e bırakır. Ancak bu süreç kolay atlatılmamıştır. Öyle ki taraftarların çoğunun işçi olması büyük sıkıntı yaratır. Bill görevi bırakırsa greve gideceklerini açıklarlar. Shankly elini takımın üzerinden çekmeyeceğini temin ederek olayı tatlıya bağlar. İşçilerin gücü efendim.

1981 yılının 26 Eylül sabahı kalp krizi sebebiyle hastahaneye kaldırılır. Neyse ki bu durumu atlatır. Hatta iyi duruma gelir. Özel odada kalmasını isteyen doktorlara karşı çıkıp, sosyalistliğini öne çıkarır. “Ben herkesin kaldığı odada kalırım.” der. Bu geçici iyi durumun sonu da ölümü etkileyemez. 29 Ekim 1981 yılında efsane hayata gözlerini yumar. Ardında güzel hikayeler, sözler ve müthiş bir takım bırakarak göçer bu dünyadan. 


Anfield Road’un girişine de heykeli dikilir. Üstüne de “ İnsanları mutlu eden.” yazılır. Yazıların anlamı büyüktür tabi. Tıpkı oyuncuların çıkış yaptığı yere “This is Anfield” yazdırması gibi. Onlara kim olduğunu hatırlatan yazıdır ikisi de. Bu büyük futbol kişiliğini de saygıyla anıyoruz. Teşekkürler futbolun işçisi Bill.

Başarılar:

Liverpool ile 3 kez Premier Lig Şampiyonluğu (1963-64, 1965-66, 1972-73)

Liverpool ile 1 kez UEFA Kupası (1972-73)

Liverpool ile 2 kez İngiltere Federasyon Kupası (1964-65, 1973-74)

Liverpool ile 1 kez İkinci Lig Şampiyonluğu (1961-62)

Liverpool ile 1 kez Kupa Galipleri Kupası Finali (1965-66)

Liverpool ile 1 kez Şampiyon Kulüpler Kupası Yarı Finali (1964-65)

Liverpool ile 1 kez Fuar Şehirleri Kupası Yarı Finali (1970-71)





Ufuk Tolga Aldırmaz

7 Kasım 2011 Pazartesi

Vur Dedik Öldürdün be Hoca!

Öncelikle tüm İslam aleminin bayramını tebrik eder;  sonra da bize çifte sevinç yaşatan Ergin Ataman ve öğrencilerine teşekkürlerimi sunarım. Çifte bayramı yaşamamıza vesile olduklarından dolayı tabii. Carvalhal’in takımından da güzel bir galibiyet bekleyip bu tatili keyifli bir şekilde geçirmeyi istemek de en doğal hakkımızdı. Hele ki yükselişte olan Kartal’dan!

Kadroyu yine kordu hocamız. Bu istikrarı sürdürüp, doğruları yapan Carvalhal’i her yazımda olduğu gibi tebrik ederim.  Ufak tefek nüansların olması kadar da doğal bir şey yoktur ki Almeida-Pektemek değişikliğinde olduğu gibi… Bir de bu değişiklikler olumlu yönde etki yaratırsa değmeyin keyfimize.

İlk yarı itibari ile yine o “alışılmaya başlanmış” oyun oynanıyordu. Erken de bir gol bulundu ve çok daha rahat hareket eden bir Kartal’ı sahada bulduk.  Tabii bunda Gençlerbirliği’nin bilinçsiz ileri çıkışları ve alan boşaltması da etkiliydi. Nitekim Pektemek ile biraz da şans sayılabilecek ancak takipçiliğin ürünü olan bir gol bulduk. Gollerin yanı sıra Egemen ve Veli’nin performansı yine göz doldururken; Aurelio ve Quaresma başta olmak üzere oyuncuların üzerinde “fazlaca” yorgunluk göze çarpıyordu. Oyuncular her geçen dakika tükeniyor gibiydi.

İkinci yarının başlamasıyla birlikte Beşiktaş tekrar sazı eline aldı ve Veli’nin olağanüstü pası ile Pektemek’in ayağından bir gol bulma şansı daha yakaladı ancak Pektemek bunu resmen elinin tersiyle itti. İşte maçı buradan sonra farklı bir şekilde ele alabiliriz. Eğer maçı iki yarıya ayıracak olsak kırk beşer dakikalık dilimler halinde değil de bu pozisyon önce ve sonrası olmak üzere ayırım yapardık. Kısacası bu pozisyon maçın kırılma noktasıydı. Aurelio’nun bu dakikalarda oyundan daha da fazla düşmesinin getirdiği handikapın neticesi olarak da Gençlerbirliği orta sahada çok daha rahat pas yapıp kanatlara daha rahat deplase olabiliyordu. Nitekim art arda iki hayati gol vuruşu yaptılar. Özellikle Hurşut’un golünü Ernst’in golüne benzetirsek yanılmayız. Bu gollerden sonra sazı eline alması beklenirken daha da kötüleşmeye başladı Kartal. Uzatıp canınızı sıkmak istemiyorum iki tane daha berbat gol yedi ve maçın skorunu kendi elleriyle(ayaklarıyla) tayin etti: 4-2…
Yenilen üçüncü gol kesinlikle bir anlaşmazlık burada iki oyuncuya da kızmak hata olur ancak Egemen’in geri pasları bir daha kale sahası içine atacağını sanmıyorum. Bize kattığı şeyler düşünülürse kaybedilen üç puan için “Canı sağ olsun!” demek de bize düşer.

Carlos Hoca’nın da sonradan söylediği gibi takımda belirgin bir yorgunluk var. Bunun üzerine milli maç ilaç gibi gelecektir tabii ancak bu kadar yoğun tempolu 4-5 maça en az aynı 8 oyuncuyu sahaya sürerek bu maçın gitmesinde en büyük etkiyi yarattı. Vur dedik öldürdün be hocam sen de bu istikrar işini!
Kaybedilmiş bir üç puan olabilir. Üzülmemiz de gayet normal ancak ilerisi için dersler çıkarmak çok önemli. Rıza Çalımbay Hoca’nın yenilgi sonrası demeçlerine benzediğinin farkındayım. Basit goller yediğimizi de es geçmemeliyiz keza önemli nokta takım olmakta. Beşiktaş her geçen gün daha iyi bir “takım” oluyor. Unutmayın! 

3 Kasım 2011 Perşembe

Mücadele Eşittir Güç!


Avrupa Ligi için ya tamam ya devam diyebileceğimiz bir maçtı. Rakip belalımız Dinamo Kiev idi. Daha öncede defalarca belirttiğimiz gibi eski gücünde olmasa da ekol oluşturmuş ve daimi disiplini ilke edinmiş bir takım ve Yuri Semin gibi önemli bir teknik direktöre karşı maça çıkılıyordu. Hep belirttiğimiz gibi her şey Beşiktaş’ın elinde idi…

Maç kadroları belirlendiğinde Guti ve Fernandes kadroda yoktu. Artık şaşırmak gibi abes kaçan hareketlere kimse girişmemiştir. Eminim. Normalimiz bu hale geldi ki Fernandes’in neden bu denli uzun süredir maç kadrosuna dahi alınmadığını anlamış değilim. Saha kenarında gördüğümüz Alves de ilginçlik olarak irdelenebilecek bir seçim sayılabilir.

İlk on birler belirlendiğinde artık istikrarın göstergesi olan isimler sahaya yerleşiyordu. Sivok-Egemen, Aurelio(Necip)-Ernst-Veli ve Quaresma-Simao isimlerini kadronun iskeletini oluşturacak esas parçalar olmuş gibiler. Hilbert, Almeida ve İsmail de bu takımın değişilmezleri olduklarını her geçen gün daha çok beyinlere kazıyorlar. Carvalhal’in doğru yolu birçok seçimde bulduğunu düşünüyorum. İdeal kadroyu da artık oluşturmuş durumda.

Maçın başından sonuna kadar Beşiktaş sahaya hükmeden taraftı dersek abes kaçmaz. Tabii ki Dinamo Kiev’in de çok etkili pozisyonları vardı ancak maçı isteyen, ısıran ve üstün görünen hep Beşiktaş idi. Almeida’nın kaçırdığı goller saç baş yolduran cinsten olmasına rağmen o bölgede oyunu domine etmemizi sağladı. Buradaki kilit nokta ise iyi oynanan periyotların sürekliliği ki her geçen maç daha da çok üstüne koyarak ilerleyen bir Kartal var. Bunlar oyunun artıları. Gelelim eksilere. Maalesef her zamanki gibi ileride çoğalma problemi devam ediyor. Pas organizasyonları orta sahada kitleniyor. Çok net bir şekilde oyunu açmada sıkıntı yaşanılan dakikalarda oluyor. Buna karşın sadece Quaresma üzerinden gitmeye çalışmak hem Quaresma’yı ateşe atmak hem de takım oyununu bozmak anlamına geliyor. Hele ki git gide iyi hal alan bir Simao’nın varlığında yükleri sadece Quaresma’nın omuzlarına bindirmek gerçekten abes kaçıyor. Aurelio’nun dinamizmini kaybetmesi ve sürekli bir stoper gibi Sivok-Egemen ikilisinin arasına girip o bölgeyi açıkta bırakması da ayrı bir handikap oluşturuyor. Nitekim Ernst-Veli mücadele AŞ’nin çalışmaları sayesinde bu açık da kapanıyor.

Beşiktaş’ın bu kadar üstün olması kesinlikle kimseyi yanıltmamalı. Hala defansif anlamda sıkıntılar bir hayli fazla. Ki bu Kiev gerçekten tanınmayacak bir kimlikte idi. Kiev’i bu kadar kötü beklemiyordum. Eminim kimse de beklemiyordur. Maç bitse de gitsek havasında bir 90 dk tamamladılar. Brown’ın oyuna girmesi onları daha çok maçta tutar diye düşünmeme rağmen ileri gidişlerini sanki bir kağnı ile yaptılar. O son karambol dışında tam anlamıyla hiçbir zaman baskılı bir oyun sergileyemediler.

Son karambole gelmişken burada göze çarpan ve kaçırılmaması gereken nokta takımdaki herkesin birbirinin açığını kapamaya çalışması ve “ölümüne” topun önüne atlamaları. Artık ışık var diyebiliriz. Dilimizi de ısıralım ki nazar değmesin. İnşallah çok daha iyi olacağız. Yeter ki bu özveri devam etsin. Güzel günler yakında. Tabii Carlos Hoca’nın önce şu Edu meretinden vazgeçmesi gerekmekte! Gençlerbirliği galibiyetini kazanmış bir Kartal’ı değerlendirmek üzere… Hoşçakalın.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...