30 Ocak 2012 Pazartesi

Kafamda Deli Sorular

Nereden başlamak lazım? Cevap bulamıyorum gerçekten. Beşiktaş’tan mı Kayserispor’dan mı bahsetsek? Kim iyiydi kim kötüydü? “Kafamda deli sorular” dedikleri bu olsa gerek…

Quaresma sahadaki yerini alırken diğer parçaların eksikliği içimizi dağlıyordu yine. Özellikle bu takımın olmazsa olmazları yokluklarında çok daha net anlaşılıyor. Hilbert ve Veli diyeceğim. Almeida değil… Kayserispor da birçok eksik ile sahadaki yerini alıyordu. Hele ki Amrabat’ın pahasını ben biçemem.

Maç başladığı anda artık yazmaktan bıktığım ancak bir türlü malum yerlerde anlaşılmayan durum vardı. “Şok-pres”…  Kayserispor önde baskıyı uygulayarak maça resmen önde başlayacaktı. Hilbert’in yokluğunda her maç, maç kayıp ettirecek hataları ile ön plana çıkan Ekrem yine pozisyon bilgisi eksikliğini konuşturuyordu. Bu gol Beşiktaş’ı afallatırken Kayseri ekibini de maçın içine daha da çok çekiyordu. Hele ki böylesine genç bir ekip ile oynuyorsanız her hareketin mental bir de dönüşü oluyor. Kayseri adına bu mental dönüş de golün etkisiyle fazlasıyla iyi oldu. Öyle bir enerji uyguladılar ki sahaya Fernandes’i bezdirip Beşiktaş’ın üç pas üst üste yapmasını engellediler. Burada herhangi bir abartı yoktu. Gerçekten Beşiktaş’ın üç pas üst üste yapmasını engellediler. Fernandes’in üzerine binen yük ile istediğini de yapamaması kırmızı kartın geleceğini önceden haber veriyordu. Onun çıkması ileride zaten statik duran üçlünün daha da iş görmez hale gelmesine neden oluyordu. Lakin bu kadar kötü şeyden bahsetmişken Beşiktaş’ın yine de pozisyonlar bulması tünelin ucundaki ışık olsa gerek.

İkinci yarı son haftaların klasik görüntüsü haline gelen “benchten dinamik gelme” durumunu tekrir ediyordu. Karşıdaki takımın dinamik olması ve Beşiktaş’ın da eksik olması bu etkiyi sınırlı tutuyordu. Quaresma’nın ayağına bakılıyordu ancak onun bitkin görüntüsüyle yapabileceklerinin sınırlı olduğunu da unutmamak gerek diye düşünüyorum. Üstüne Holosko’nun girişi ile çok cılız atakları yakalamayı bile kar saymalı siyah-beyazlılar.

Kayserispor adına ikinci yarı Beşiktaş adına geçenden daha da kötüydü. Rakibiniz bu kadar beter durumdayken siz oyunu daha da soğutup bu skorun üzerine yatıyorsanız kesinlikle bu zamana kadar yapamadığınız o sıçramayı yapmaya meyilli olamazsınız. Kayserispor gibi ülke futbolunun beklentisinin yüksek olduğu bir takım rakibini böyle bulduysa farka gitmeli. Çıtasını yüksek tutmalı…

Maçtan ziyade maçın gösterdikleri Beşiktaş adına daha önemliydi. Özellikle başta da belirttiğim gibi eksiklerin bir an önce takıma kazandırılması gerektiği söylenmeden de görülebilir nitelikte. Bundan ziyade Carlos Hoca’nın bu yoğun tempodan yakınmak yerine kadrosunu daha etkin nasıl kullanacağının yollarını araması gerekir. Kritik maçların daha da arttığı şu dönemde bir şekilde kadrosunun sınırlarını genişletip farklı opsiyonlar yaratmalı. Yoksa bugünkü olduğu gibi Fernandes’in olmayışı ile birlikte iki pası yapmakta zorlanırsınız. Mersin İY maçının çok zor geçeceğini herhalde söylememe gerek bile yoktur. Umarım zaten içinde bulunulan kaos ortamı bambaşka yerlere gitmeden atlatılır. Saygılarımla…

Ufuk Tolga Aldırmaz

28 Ocak 2012 Cumartesi

Adam, Adam! Eric Abidal...

Daha bir yıl önce Abidal'in karaciğerinde tümör olduğu haberi gündeme bomba gibi düşmüştü. Geçirdiği ağır ameliyatlardan sonra kimse onun sahalara döneceğini tahmin bile etmiyordu ancak bir mucize yarattı ve geri döndü...

Hikayemiz kısaca buydu. Abidal'in sağlığına kavuşması kadar önemli bir yan olay daha var. Kendisi gibi karaciğer kanseri olan 15 yaşındaki Juan Garcia'ya tam anlamıyla idol olmasıydı o da. Bu genç adam hastalığı sırasında hastahanede yatarken babasından Abidal forması ister. Babasına "Eric gibi ben de bu hastalığı yeneceğim. Bir gün CL'yi de kazanacağım." Babasının aldığı formayı sırtından hiç çıkarmaz hatta ameliyata da o formayla girer. Operasyondan sonra da formayı baş ucundan ayırmaz.

Ameliyattan beş ay sonra Abidal'e ve arkadaşlarına bu durumun haberi gider. Onlar da durmazlar ve bir Garcia'nın yanına hareket ederler. Duygusal anlar yaşanmıştır tabii. Baba Serra "Oğlum idolünü gördüğü anda göz yaşlarına boğuldu." der. Abidal de Şampiyonlar Ligi'ni kazananlara özel üretilen 30 bin dolarlık Rolex saatini kolundan çıkarır ve Garcia'ya hediye eder. Geri verilmek istenmesine rağmen hiçbir şekilde kabul etmez ve yanılmıyorsam Garcia'nın hayatının sonuna kadar yanında kalacak bir abi olacak.

Artık "Sophomore"uz

Blogda birinci yılımı doldurdum. Her yazının üstünde ayrı ayrı emekler var. Okuyan herkese teker teker teşekkür ederim. Daha iyi, daha güzel şeylerle birlikte olmak üzere diyelim, daha fazla uzatmayalım.

26 Ocak 2012 Perşembe

Katalan Egosu ve Madrid'in Yükselişi

El Clasico’nun bu seneki Copa del Rey turunu bitirdik. Geriye lig ve bir aksilik olmaz Şampiyonlar Ligi kaldı. Üstün olan taraf kim diye sormak son yıllara bakılırsa çok abes kaçar. Skorlar 1-2 ve 2-2 olmak üzere Barcelona’nın lehine. Bir üst turda kendilerine yer ayırttılar. Büyük aksilikler de olmazsa sezonun ilk kupasını bu seri sonucunda almış durumdalar. Tıpkı diğer Clasicolar’ın sonucunda belirlenecek kupa sahipliği gibi…

Aslında tek tek bu maçları ele almayı düşünüyordum. Daha sonra iki maç üzerinden bir değerlendirme yapmanın daha doğru olacağını düşündüm. O yüzden tur bittiğinde bu yazıyı yazıyorum.

İlk maç bildiğiniz gibi Santiago Barnebeu’da idi. Barcelona kendilerine göre “kötü” bir dönem geçirirken Madrid ekibi yine formunun zirvesindeydi. Beklentilerin aksine artık klasik Clasico taktiği haline gelen o önde baskı ile rakiplerine top yaptırmama olayından vazgeçmişlerdi. Bunda Mourinho’nun oyuncu tercihleri önemli bir yer tutuyordu. Misal orta sahaya her zaman ikili başlarken bu maçta üçlü ve son derece hırçın bir orta sahayı tercih etmişti. Alonso-Pepe-Lass… Aslına bakarsanız iyi de iş yaptılar. Özellikle Messi’yi uzunca bir süre kilitlediler lakin önde baskı da olsa bu taktik über bir noktaya gidebilirdi diye düşünüyorum. Ronaldo’nun erken bulduğu gol yine Barcelona adına zor bir maç geçeceğini belli ediyordu lakin Ronaldo’nun efektif bir performans sergilerken sakatlanması maçın kırılma anı oldu. Ronaldo’yu sakatlığa rağmen sahada tutan Mourinho’nun ne kadar çaresiz olduğunun da göstergesiydi.

Ronaldo’nun çıkışı ile birlikte Guardiola’nın 3-4-3’ü daha etkin bir şekilde kullanması birbirini takip etti zira Xavi’nin orta sahadaki yalnızlığını bu şekilde savuşturuyorlardı. Bu durumlar birleşince ve Messi’nin de kendine gelmesi ile birlikte maç bambaşka bir hal alıyordu. İnter görünümündeki RMadrid hızlı atakları da bulamayınca Barcelona kendine gelip maçı çevirmeyi başardı. Mourinho’nun gözüne bir kez daha RMadrid’in o zamanki İnter ayarında bir savunmaya sahip olmadığını sokuyordu. Maç sonunda ortaya çıkan istatistikler her şeyi olmasa da belirli şeyleri gözler önüne seriyordu. Misal Guardiola’nın Cruyff’dan sonra en fazla RMadrid galibiyeti gören teknik direktör olması ya da Casillas’ın Barcelona’dan en çok gol yiyen RMadrid kalecisi olması gibi. Diğerlerine değinmiyorum bile.

Tahmin edebileceğiniz gibi Marca’nın önderliğini yaptığı Madrid basını Mourinho’yu yerden yere vurdu. Özellikle kadro seçimini eleştirdi. Buna ek olarak bir de soyunma odasında ve antrenman esnasında Ramos-Casillas ikilisi ile tartışma yaşadığını iddia etti.  Ramos ve Mourinho bunları reddetse bile Madrid yönetiminin bir köstebek araması bunları doğrular nitelikteydi. Artık Mourinho’nun koltuğu sallanmaya başlıyordu. Basın yerine Löw’ün ve Arsene Wenger’in isimlerini sıkça yazar olmuştu.

İkinci mücadeleye çıkıldığında herkes Barcelona’nın zorlanmadan güzelce bir galibiyet alacağını düşünüyordu. Hatta ben “manita” bekliyorum diye Twitter’dan fikir bile beyan etmiştim ancak ben de dahil RMadrid herkesi yanılttı. Özellikle ilk maça göre çıkan kadronun daha ofansif olması bizi yanıltan noktaydı ancak yine ilk maça göre yapılan taktiksel değişim –önde baskı- mücadelenin seyirini de değiştiriyordu. RMadrid birçok pozisyonu cömertçe harcıyordu. Barcelona ise o olağan paslaşmasını bile zar zor icra edebiliyordu. Üstüne bir de İniesta’nın sakatlanması Guardiola’yı kara kara düşündürürken ekranlarımıza getiriyordu. Barcelona’nın bu durumlara karşın ilk yarının sonuna doğru oynamaya başladığı kısa süreli iyi futbol fişi çekti dedik. Biri hazırlanış diğeri de vuruş bakımından mükemmel iki gol bulan Katalanlar soyunma odasına önde giriyordu.

Beklediğimiz oyun olmasa da beklediğimiz skor bizi olağan durum değerlendirmelerine itiyordu lakin RMadrid’in beklenmedik bir şekilde bulduğu goller bakış açılarını değiştirdi. Berabere biten mücadelenin sonunda Pep’in açıklamaları her şeyi net bir biçimde gözler önüne seriyordu: “Real Madrid’i yenmek her geçen gün zorlaşıyor…” Onu kara kara düşündüren ve yenilik yapmaya iten şeyde işte bu.

Tüm bu durumları göz önünde bulundurursak Real Madrid’in mental anlamda daha güçlü hale geleceğini düşünenlerle aynı kanaatte değilim. Oyuncular Barcelona’yı yenmenin imkansıza yakın olduğunun farkında. Eğer geçen seneki kupa gelmeseydi daha depresif bir RMadrid izleyecektik. Barcelona hala iki adım önde.

İki maçtaki hakem performansları da kötüydü. Dert yanan herkes haklı. Casillas’a artık acımaya başladım dersem yeridir. Pepe insan değil. Ronaldo her geçen gün El Clasico’larda üstüne koyuyor. Pinto maalesef ikinci kaleciliği bile hak etmiyor. Oyunculara ve hakemlere de kısaca değinmiş olalım böylece.

Maç dışındaki “magazin” kısmına gelecek olursak Barcelona’da her şey olabildiğince normal. Katalanları klasik egosu var. Olabildiğince olmayan yerlerde ve düşünceli beyinlerde ise “Ya gerçekten bizi yakalarlarsa?”  düşüncesi hakim. RMadrid ise bugün resmi sitesinden aşağıdaki fotoğrafı yayımladı. Yorum sizin…

Ufuk Tolga Aldırmaz

25 Ocak 2012 Çarşamba

24 Ocak 2012 Salı

Beşiktaş'ın Tuhaf Öyküsü

Yine “haftanın” açılış maçı, yine ilginç bir karşılaşma ve yine Beşiktaş…

Taraftarını alışmaya mecbur bırakan bir oyun yapısı var Beşiktaş’ın ve yine o oyundan kesitleri sundu bugün.

Klasik giriş olacak ama sakatlıkların el verdiği ölçüde “ideal” bir kadro çıkardı Carlos Hoca. Gaziantep’te ise Turgut Doğan Şahin için belki ilk on birde oynar diyordum ancak Abdullah Ercan bunu gerçekleştirmedi.

Maça Beşiktaş’ın “İnönü taktiği” haline gelen önde pres ile başlamasını beklerken tam tersi oldu. Gaziantepspor önde basıp Beşiktaş’ın top yapmasına engel olma çabasındaydı. Bu onları kotardı da. Uzun bir süre oyunu dengede götürdüler. Kendi yaptıkları top kayıpları dışından gelen pozisyonlar dışında Beşiktaş’a net pozisyonlar vermediler. Elyasa ile de Beşiktaş’ın oyuncu paylaşım hatasını avantaja çevirip gollerini de attılar. Bu dakikadan sonra takım halinde bir uyanma hali içine girdi Kartal. İlk yarının bitimine kalan az sürede baskılı oynayıp net pozisyonlar buldular.

İkinci yarıda ise ilk yarının bitiminde olduğu gibi inanılmaz agresif başlandı mücadeleye. Pozisyonlar pozisyonları sürüklerken Simao’nun Almeida’nın kafasına nişanladığı top kaleye girerken Beşiktaş’ın da scorboarddaki hanesine 1 rakamını yazdırıyordu. 1-1… Necip’in girmesi ile orta sahadaki üstünlüğü Beşiktaş’ın ele alacağını düşünürken Simao’nun çıkması da saha içinde oynamalara neden oluyordu. Simao’nun biraz kıpırdandığı bu mücadelede hem de asisti yapmışken çıkmasını pek normal karşılayamıyordum açıkçası. Bu hamleye karşı gelen Turgut Doğan Şahin-Popov değişikliği Antep ekibinin de oyundaki etkinliğini değiştiriyordu. Turgut girene kadar rakip ceza sahasına bile zor giren Antepspor onun oyuna dahil olması ile ileride daha rahat top saklayıp, hücumsal varyasyonlarını gerçekleştirebiliyordu. Nitekim defansın pozisyon hatasını(Toraman’ın) gole çevirip ikinci kez öne de geçtiler. Buradan sonra da maç bambaşka bir hal aldı.

İstediğini yapamayan ve yapılan oyuncu değişikliklerinin bu sezonun genelinde olduğu gibi pek işlememesi sebebiyle Beşiktaş’ın stresi kat kat artıyordu. Üstüne bir de haklı veya haksız GAntepsporlu futbolcuların her ikili mücadele sonrası yere uzanması ile işler sarpa sarmaya başlıyordu. Beşiktaş taraftarının en rahatsız olduğu olayların başında gelen bu “yatma” durumu tribünleri ateşleyip sahaya ekstra motivasyon olarak bu ateşin dönmesini sağlıyordu. Fernandes’in de gözle görülecek şekilde bu durumdan etkilenmesi Almeida’nın ayağından ikinci golü getiriyordu. Ardından ortamın daha da gerilmesi ile yapılan fauller birbirini kovalarken Beşiktaş 90+5’te çok önemli bir noktadan serbest vuruş kazandı ve Fernandes’in öldürücü ortalarından biri daha geldi.  Kafalardan seken top Egemen’in önünde kaldı. Egemen de öyle bir vurdu ki topa kale olmasa belki o şiddetle  top boğaza kadar gidecekti. 3-2…

Beşiktaş önemli bir 3 puanı hanesine yazdırırken, yenilmezlik serisine bir maç daha ekliyordu. Bununla birlikte Almeida’nın açılması önemliyken her geçen hafta bir sakat veya bir cezalı daha ekleniyor listeye. Bu durum kötü sonuçlar getirebilir. Özellikle Hilbert ve Quaresma’nın çok çabuk bir şekilde takımdaki yerlerini alması gerek. Kayserispor maçından sonra görüşmek dileğiyle…

Ufuk Tolga Aldırmaz

Yılın "Çaylakları"

Marca La Liga’nın en iyi çaylaklarını seçmiş. Tabii gelinen haftaya kadar olan süreç içindeki performanslara bakarak. Göze batan birçok isim bu listede. Aşağıda muhtemel diziliş üzerinde bu oyuncuları gösterdim. Buyurun:



Courtois (Atletico Madrid)

Alvaro (Racing Santander)

Raul Rodriguez (Espanyol)

Alex Perez (Getafe)

İnigo Martinez (Sociedad)

Michu (Rayo)

Barrada (Getafe)

Cuenca (Barcelona)

İsco (Malaga)

Lass Bangoura (Rayo)

Thievu (Espanyol)

Cuenca ve İsco'ya özellikle dikkat derim. Bir de dizilişlerde çok ufak sorunlar olabilir, takılmayınız.

Ufuk Tolga Aldırmaz

20 Ocak 2012 Cuma

"Resmiyet"

Haftanın açılış maçlarını hiç sevememişimdir. Genelde cuma günlerinde olmalarından ötürü olsa gerek. Haftanın yorgunluğunun yerini rahatlığa bıraktığı bir günde stresli mücadeleleri izlemek insanı mental anlamda çok yoruyor. Hele ki zor bir deplasman ise.

Antalyaspor deplasmanı ligin en zor deplasmanlarından biri. Özellikle son iki yıldır artık düşme potası takımı olmaktan kurtulmaları ve orta sıralarda cirit atan bir takım olmaları nedeniyle daha da zorlu bir deplasman hüviyetine girdiler. İstikrarın getirdikleri vesselam.

İyi başladıkları ilk yarının geneline mücadelelerini ve baskılarını yaydılar. Beşiktaş’ta ilk on birde başlayan Simao ve var olmayan Necip takıma olumsuz etki etmişti. Simao’nun oynadığı her mücadele Beşiktaş’ın on kişi oynadığı bir mücadele haline gelmeye başlamıştı. Buna eklenen Necipsizlik orta sahadaki iş yükünü ağırlaştırıyordu. İleride de yine Simao’nun ve Edu’nun statikliği o beklenen, arzulanan varyasyonların olabilirliğini engelliyordu. Antalyaspor da bunlardan uygun kadrosuyla( Özellikle Necati-Tita-Zitouni) bir güzel faydalanıyordu. Nitekim Beşiktaş’ın bir tek müsait pozisyonu varken ve duran toptan gelmişken, Antalyaspor dakikalar geçtikçe fazla pozisyonlar bulmaya başlamıştı. Aslında golü de buldular. Sokak tabiriyle buz gibi golü yardımcı hakem vermedi dersek yeridir. Burada Simao takımı adına en etkili işi yaptı ve hakemin görüş açısını kapadı. Bu dakikadan sonra zaten kopuk kopuk ilerleyen maç mental anlamda da kesintiye uğruyordu.

İkinci yarı ise sanırım Antalyaspor’un bu mental düşüşü onları isteksizliğe itti. Aynı zamanda Carvalhal’den fırça yiyen takım da kendine geldi. Deniz’in saçma hareketi ve ardından gelen gol Beşiktaş’ı rahatlatıyordu. Almeida adına bu gol takıma yararından daha önemli diye düşünüyorum. Gol attıkça açılan bir santrafor çünkü. Tekrar maça dönecek olursak Antalyaspor git gide açık alanda oynamaya başlayarak resmen intihar ediyordu. Ne kadar formsuz bir Beşiktaş’a kadar oynasanız da açık alan verirseniz cezasını çekersiniz. Keza gol de yine açık alan oyunuyla geldi. Almeida asisti yaparken Fernandes de form anlamında düşüşteyken golü MP Antalyaspor ağlarına gönderiyordu. Ardından ikinci yarıda ender gelişen Antalyaspor atakları bir duran topta kendini gösteriyordu. Kafa vuruşundan gelen topu İsmail refleks ile çizgi üzerinde çelerken “Ne yaptım ben !?” diyordu zaten. Kırmızı kart ve ardından gelen penaltı golü ile maçın “resmi” skoru tayin oluyordu: 1-2…

İsmail’in yokluğunda Tanju’ya gün doğacaktır, doğmalıdır da. Umarım Ernst, Hilbert’te olduğu gibi Tanju da sonradan olsa da rotasyona giren bir isim olur. Onun alternatifliği önemli.

Son olarak da Simao’nun formsuzluğuna değinmek istiyorum. Benim canımı fazlasıyla sıkıyor. Eğer Quaresma geldiğinde birlikte oynarlarsa facia olabilir keza tek başına oynadığından beri çözemediğim(!) bir performans düşüklüğü var takımda. Salı günkü zorlu mücadeleden sonra görüşmek dileğiyle…

Ufuk Tolga Aldırmaz

15 Ocak 2012 Pazar

Mottolar Oyunu

Ankaragücü beraberliğinden sonra yine vasat geçilen bir kupa mücadelesi ardından her zaman gergin geçmesi muhtemel olan bir Bursaspor karşılaşmasına çıkılıyordu…

Beşiktaş’ın artık klasiği olan “iyi olan sakatlanıp çıkar” mottosu nedeniyle ideal olan onbirden çeşitli değişiklikler vardı. Burada dikkat çekici olan Carlos Hoca’nın Simao’ya artık dayanamayıp kesik atmasıydı. Bu çok önemli ve yerli yerinde olan bir gelişme. Yarardan çok zarar getirmeye başlayan Simao’nun biraz olsun geçmişini anımsaması gerek diye düşünüyorum. Bunun dışında Pektemek ile başlanabilirdi diye düşünmeden edemedim kendimi.

Bursaspor’un ise sene başından beri oturtamadığı bir kadrosu var. Bu sefer de en dikkat çekici eksiklik Basser( ki Afrika Kupası’nda) ve seçilmeyen Serdar Aziz… İki oyuncu da bu ligin standardının üstünde olduğunu düşündüğüm, beğenmekten kendimi alamadığım oyuncular lakin Ertuğrul Hoca en iyisini bilir demekten de yine kendimi alamıyorum!

Maçın ilk dakikasından itibaren yine o seyirci desteği ile “İnönü Taktiği” haline gelen önde basışlar vardı. Şok-pres diye nitelendirdiğim bu basışlar son iki sezondur Beşiktaş’ın oyununda kilit noktayı oluşturuyordu ki gol de Necip’in inat ederen Basser’in yokluğunda formayı sırtına geçiren H.Aslantaş’tan kaptığı topu mükemmel ortayla Almeida’nın kafasına göndermesi ile gerçekleşiyordu. Erken gelen gol Beşiktaş adına iyiydi ancak devamlı gol yiyecekmiş gibi bir görüntü vardı. Geldik mi kilit noktaya? Evet geldik. Hilbert’in yokluğunda Ekrem’in oynadığı sağ bek mevkiisi rakipler için maden haline geliyor. Ekrem ne kadar mücadele etse de defansif oyunu felaket. Geçen yazımı okuyanlar da bilir “Çapağını yiyim be Hilbert çabuk iyileş!” diyorum o yüzden tekrar. Nitekim gol bu kanattan değil ama yokları oynayan Fernandes’in orta sahada kaptırdığı top ile fast-break golü attı Batalla ile Bursaspor. “Çıkarken kaptırılan top” mottosu işliyordu bu golde lakin “Golün ardından geçecek beş dakika önemlidir.” mottosu da Beşiktaş adına işliyor ve Edu’nun şutörlüğü baskın taraf olup sol çaprazdan golü buluyordu Beşiktaş.

İkinci yarı Beşiktaş klasik skoru tutma çabasıyla geri yaslandı. Zaman zaman etkili de olmaya çabaladı ancak ileride statik hale gelen üçlünün varlığı bunu set çekiyordu. Necip’in sakatlanması ile oyuna giren Simao buna çözüm oluşturur diye düşünürken Bursaspor daha da etkili bir şekilde Beşiktaş kalesine akın ediyordu. Edu’nun çıkışı ve Pektemek’in girişi ile ileride daha çok top tutulur diye umut ederken Ozan İpek’in kaçırdığı o pozisyon gerçekleşti ve maçın kırılma anı da buydu. Bu pozisyondan sonra “Çıkın gidin gol atın!” der gibi jest ve mimikler sergileyen Carvalhal’e takım hemen cevap veriyordu. Fernandes’in inanılmaz ortası ile kaleyle arasında 5 cm olan Almeida topu 3 cm yakınındaki direğe vuruyordu. Ardından Simao’nun önüne düşen top Pektemek’in ayağına gidiyor ve Stepanov’un ayakkabısından sekip kaleye giriyordu. Maçı bitiren hamle yine ikinci yarı golcüsü olan Mustafa’dan gelmişti. Bana Ahmed Hassan’ı andırmaya başladı.

Bursaspor’un düşüşü devam ediyor. Sıralama ve puan değil, oyun anlamında beklenenin çok altındalar. Zaten kafaya oynamasını beklemiyorduk ancak bu durum onlar için kötü. İleride aranan kanın Pinto olmayacağı da aşikar bakalım nasıl hamleler gelecek.

Beşiktaş ise Sivok’un ardından Egemen’i de kaybetti. Egemen ilk defa takımından ayrı bir 90 dakika geçirecek tabii Beşiktaş’ta onsuz. Antalya deplasmanı onsuz daha da zor. Gün geçtikçe ideal kadrosundaki eksilişler artıyor Beşiktaş’ta. Necip’in de aldığı darbe kötüydü. Bileğinde bir açılma olduğunu gözlemledik umarım korkulan olmaz ve Simao’nun yokluğu emin olun şu an takım için daha iyisi. Portekizlilerden kesik yemesi gereken ilk isim oydu ancak yaptıklarına güveniliyordu. Umarım bir Fernandes olarak dönüşünü iyi yapar ve sezon sonu gidecek ilk isim o olmaz…

Ufuk Tolga Aldırmaz

12 Ocak 2012 Perşembe

Başlıklar Hazır:"Titi İs Back!"

Çok sessiz, sakin bir mizaca sahipti. Takım arkadaşları bile bunu defalarca dile getirdi. Saha içinde olmadığı gibiydi yani. Futbolu bırakması da aynen bu dediklerime uygun bir şekilde oldu. Resmi sitede 3-4 paragraflık bir “Scholes Futbolu Bırakma Kararı Aldı!” haberi vardı o bunu yönetime bildirdiğinde.

Oysa Sir ona defalarca “Futbolu bırakmaya meyil ediyorsun, Etme! Sen gidersen çöker orta saham, Etme!” dedi. Dinlemedi. Hiç değilse bir sezon daha oyna, dedi yine olmadı. Geçtiğimiz sezon sonu futbolu fiili olarak bıraktı…

Onun gibisi yok denecek kadar azdı. Sir onu bir sezon daha tutmanın bile ne denli kar olacağının farkındaydı. Tipik İngiliz futbolcu tanımına uymayacak bir yapıdaydı Scholes. Box to box’ın bir adım yukarısında idi. Tekniği iyi, mükemmel pas atışı, ondan mükemmel saha görüşü ve oyun okuyuşu ile inanılmaz bir tempoya sahip iken buna çabukluk ve seriliği ekleyerek gün geçtikçe daha da çok sükse yapıyordu. Futbola başladığında santrafordu ancak onu yavaş yavaş forvet arkası ve orta sahanın ortasına koyan Sir’ü hiçbir zaman yanıltmadı. Hatta santrafor olmasının gol koklayışı, uzaktan şutlarında keskinlik ve yüksek gol yüzdesi gibi getirileri de vardı. Kısacası modern futbolun en önemli temsilcilerinden biriydi. Bizim yakın zamanda gördüğümüz belki de şimdiden adını dünyanın en iyiler arasına yazdırmış olan Xavi de bunu dile getiriyor: “Paul Scholes'a ayrı bir parantez açmak istiyorum. Bana göre Scholes, son 20 senenin en iyi orta saha oyuncusu. Arkadaşım Xabi Alonso ile de sık sık bu konu hakkında konuşuyoruz. Scholes, her şeyi yapabilen harika bir oyuncu.” Diyerek hayranlığını ifade ediyor. Bir başka soruya da “O karşısında en çok zorlandığım isim.” diyerek gerçekleri gözler önüne seriyor. Xavi’ye katılmamak elde mi?

Bana ayrıyeten Manchester United’ı sevdiren bu adamın gözümde yeri çok ayrıdır. Her golden veyahut başarıdan sonra o çocuksu ifadesi ve minyon tipiyle sempatik tavırlar sergilemesi beni cezbeden şeylerin başındaydı. Belki biraz agresif bir kişilik olsaydı şu an daha çok adını sayıklıyor olabilirdik. Nitekim yukarıda belirttiğim gibi (fiilen bırakma) Scholes da yapılacak işlerin olduğunu görmüş olsa gerek bıraktığında olduğunun kopyası bir şekilde resmi sitede açıklanan “Scholes Geri Döndü” başlığı ile uykulu gözlerle okuduğumda fazlaca afalladığım bir yazı ile dönüşünü resmileştiriyordu. Daha da garibi hemen ardından FA Cup’daki City derbisinde sonradan oyuna girio ufak bir hata dışında hiç sırıtmadan top pardon futbol oynuyordu. ManU’lu taraftarların o girerken gözlerinde oluşan parıltı bile benim bu yazdıklarımı misli misli ifade ediyordu.

Scholes’un geri dönüşü kadar mükemmel bir olay daha oldu. O da Henry’nin kısa süre de olsa Arsenal’in formasını giyeceği haberi idi. Bu daha da heyecan uyandırıcı bir haber oldu. Çünkü şu sıralar eskileri özleyen ve “Pascal Cygan’ı bile özledim be abi!” dedirten bir ruh halinin içindeydim. Arsenal ile gönül bağım hiçbir zaman bağlanmış olmasa da bu dönüş Pascal Nouma’nın Beşiktaş’a dönüşü kadar heyecanlandırdı dersem abartmış olmam.

Kadroya alındığı ilk maç da Scholes gibi bir FA Cup mücadelesi gibiydi. Garip olan da yine eskilerin efsanesi Leeds United’a karşı oynanacak bir karşılaşma olmasıydı. Tek eksik sanki Highburry idi…

Arsenal dara düşmüş iken 68. Dakikada oyuna girip 78. dakikada hepimize orgazm yaşatan o ayak içi plasesini Leeds kalesine gönderiyordu. Hiçbir zaman unutmayacağım futbol anlarından biriydi gerçekten. Mükemmel efendim mükemmel! Başlıklar da hazırdı: “TİTİ İS BACK!”

Ufuk Tolga Aldırmaz

Çapağını Yiyim Çabuk İyileş

Güzel bir akşam oldu her anlamda. Staddaki “Dişi Kartallar” akşamı daha da güzel hale getiriyordu. Sayılarının az olduğu gerçeğine rağmen tek kelimeyle mükemmel bir performans sergilediler. Arada edilen küfürleri de dilin cilası olarak görmek lazım(!). TFF’nin geldiği günden beri aldığı en iyi karar da bu karar olsa gerek. Kendilerini tebrik ediyorum…

Büyük bir kesim Carvalhal’in gençler ile sahaya çıkacağını düşünüyordu. Böyle olmadı. Sadece rotasyonda kalındı. Bunun avatajları da dezavantajları da var tabii. Olumsuz bakmanın yanlış olduğunu düşünmekteyim lakin. Usulün tek maçlık olduğu ve Ankaragücü gibi mental anlamda sıkıntı verici bir maçtan sonra bir de gençlerle maça çıkılıp kaybedildiğini düşünebiliyor musunuz? Hem onları hem de camiayı fazlaca yıpratırdı bu.

Erken gelen gol takımı fazlasıyla rahatlattı diye düşünüyorum. Takım genelde yaptığı gibi geri çekildi. GBB ise geçen seneki gibi ileriyi düşünen gerektiğinde fazlaca boşlukta veren bir hüvviyetteydi. Dakikalar geçtikçe oyuna daha da çok ısınıyorlardı. Burada sıkıntı tabii ki Beşiktaş’ta. Beşiktaş ilk golden önce uyguladığı gibi önde baskıyı biraz daha devam ettirse maçı çok rahat koparacak ve stressiz ve daha az seviyede yoran bir maç çıkaracaklardı. Zorlanmayı seçtiler. Rüştü’nün de katkısıyla defolar kapanıyordu. İkinci yarı Fernandes’in alınması ile daha akil oynamaya çalışan bir takım görüntü çizdiler. Mükemmel bir free-kick golünü de bulduktan sonra iyice rahatlayan takım neredeyse koşmamaya başladı. Bildiğiniz gibi Beşiktaş rahat bir maç izletmez ve kanser yapmadan bırakmaz. Bugün kanser kısmı pek olmadı ancak yine de yenilen bir gol maçı taraftara diken üstünde maçı izletiyordu.

Maç hakkında bana kalırsa fazla söylenebilecek bir şey yoktu. Mühim olan Beşiktaş adına turdu ve öyle ya da böyle o tur geldi. Ancak söylemeden geçemeyeceğim tek şey var o da Hilbert’in namına: Çapağını yiyim çabuk iyileş!

8 Ocak 2012 Pazar

Durup Düşünmek Lazım

Rakip Ankaragücü. A2 takımı desek belki daha iyi olabilir. Neredeyse tüm futbolcuları serbest kalmış ve amiyane tabirle “çoluk çocuk” ile maça çıkmış durumdalar.

Beşiktaş ise yine sakatlıkların elverdiği ölçüde “ideal” kadrosu ile sahadaydı. Kafalardaki soru işaretleri ise sağ bekte kimin oynayacağı ve Mustafa’nın sahada yerini alıp almayacağı idi. Ekrem sahada yerini alırken Mustafa da atak yönünün sağ tarafındaki kanatta maça çıkıyordu. 

Beşiktaş maçın başladığı ilk dakikalarda her zamankinin aksine topu ayağına alamadı. Beklenen durumun oluşmamasında etken rakipti. Orta sahayı çok kalabalık tutup Beşiktaş’ın iler gönderdiği topların bir anda sekmesine sebebiyet veriyorlardı. Aynı zamanda bu topları Turgut Doğan Şahin ile buluşturup atakta dominant olmaya çalışıyorlardı. Burada Turgut Doğan Şahin’in iyi performansı göze batıyordu lakin sağ bekin Ekrem olması bu performansı tetikleyen en büyük unsur idi. Beşiktaş ise topları normali haline geldiği şekilde yani Fernandes’in üzerinden ileriye aktarmaya çalışıyordu. Fernandes her zamanki gibi bunu da yapıyordu ancak takımın üstünde bulunan “ölü toprağı” ile devamı gelmiyordu. Rakip düşünüldüğünde Beşiktaş adına hiçbir şey olumlu gitmiyordu kısacası…

İkinci yarı aynı oyun devam ederken Carvalhal’den ne zaman hamle gelecek diye bekliyorduk hepimiz. Hatta ilk çıkacak adamı Almeida olarak canlandırıyordum kafamda. Çıkan adam maalesef Almeida değil Mustafa idi. Beşiktaş’ı tırpanlayan bir diğer olay da bu değişiklik oldu. Zaten ileride top tutmakta zorlanan takım onun çıkması ile daha kısa süre öldürücü noktalarda topla buluşabiliyordu. Burak’ın oyuna girişi ile heveslenmiştim. Tam kendini gösterebileceği maç profiliydi çünkü. Anlayamadığım bir diğer durum ise Burak’ın girişinden sonra oyunu devamlı ters kanattan akıtmaya çalışan bir takımın varlığı idi. Zaten topla hızlı diyemeyeceğimiz bir adam olan Edu’nun üzerinden bir de atak şekillendirmeye çalışmak gerçekten de çok ilginçti. Dakikalar geçtikçe direnci artan Ankaragücü takımı zaten yokları oynayan Beşiktaş’tan puan almayı çok da güzel bir şekilde hak ettikleri gibi başarıyordu.

Dün oynanan Samsunspor-Galatasaray maçında geri dönüşün en büyük sağlayıcısı Fatih Terim’di. Bugün ise ligin dibine demir atmış sadece onur mücadelesinde olan bir takıma karşı elindeki güzel kadroya kötü de oynasa dışarıdan müdahale edemeyen bir teknik adam vardı kenarda. Değişikliklerini ezberleten, kendini tekrarlayan bir adam…

Play-Off sistemini daha önce yaşamamış olduğumuzdan dolayı “Efendim x puan farkı bir şey fark ettirmez. Play-Off’da telafisi olur.” lafları bana hiç de inandırıcı gelmiyor zira Beşiktaş yıllardır derbilerde üstün olan taraf olmayı beceremedi. Hem de diğer iki büyüğün Play-off’a gireceği neredeyse kesin iken bu kadar vurdumduymaz olmak bana hiç akıl karı gelmiyor.

Ufuk Tolga Aldırmaz

7 Ocak 2012 Cumartesi

Gırnatlardan Selam Var!

Güzel bir La Liga gecesi daha. Gerçi hafta biraz kısır başladı ama kısır olmayacağından emin olduğumuz bir mücadeleye başlayacaktık. Real Madrid-Granada…

Real Madrid bildiğimiz RMadrid. Granada ise lige yeni çıkmış, özellikle son 2 sezondur yaptıkları ile dikkat çeken bir ekip. Takipçileri bilir Granada’nın lige çıkışı sürpriz olarak nitelendirilmişti. Bundan daha önemlisi ve beni de özellikle yazmaya iten Udinese ile olan FM tabiri ile “Affiliated Club” anlaşmaları. Meali; Udinese gelecek vaad eden ya da yarışmacı duyguyu kazanmasını arzu ettiği oyuncularını Granada’ya kiralık olarak gönderebiliyor. Aralarında herhangi bir para anlaşması var mı açıkçası bilemiyorum ancak bu sayede Granada hem yetenekli futbolcuları kadrosunda toplayabilirken hem de bunun neticesinde La Liga’ya çıkmak gibi başarılar elde edebiliyor.

Maç başladığı andan itibaren klasik Real Madrid oyununun parçası olan topa sahip olma gerekliliği baş gösteriyor ve RMadrid topu ayağına alıyordu. Granada’nın sahip olduğu toplar genelde aut atışı ya da RMadrid’in kaptırdığı toplardan ibaret oluyordu. Hal böyle olunca baskıyı kurmak elzem oluyordu RMadrid adına. Di Maria’nın yokluğunda forvete Higuain konulup, sağ kanada Benzema çekiliyordu. Top Benzema’nın kanadından geldiği zaman Benzema ya topla birlikte içeri kat etmeye çalışıyor ya da topu genelde en yakınında olan Lass veyahut Mesut’a aktarıyordu lakin top ters taraftan yani Ronaldo’nun tarafından geldiğinde tipik yalancı 9 özelliği gösterip Higuain’in yanına kat ediyordu. Hal böyle olunca Ronaldo’nun Di Maria ile yaptığı o kanat değişmelerini göremez olduk. Sanırım bundan olsa gerek Ronaldo da oyunun içinde fazla yer alamıyor ve hoşnutsuz bir tavır takınıyordu.

RMadrid adına dikkat çeken bir diğer özellik ise üçüncü bölge haricinde bir elin parmağını geçmeyecek top kayıpları idi. Üçüncü bölgede ise her ne hikmetse çoğu zaman Barcavari şut çekmeyi unutup pas yapma çabasına girdiklerinden bilhassa Mesut’un ayağından top kayıpları yapıyorlardı. Bu yazdıklarımdan anladığınız üzere oyundan memnun olmasam da 18.dakikada Ronaldo-Mesut-Benzema üçlüsünde inanılmaz bir paslaşma gerçekleşti ve güzel bir golü Benzema’nın ayağından buldular. Gol geldikten sonra Granada şokunu kolay atlattı. Ani bir top kaybı yapan RMadrid yarı sahasına hızlıca geçtiler ve güzel bir organizasyonda Rico’nun kafasıyla skorda dengeyi sağladılar. Bu dakikadan sonra RMadrid sahada etkin taraf olma özelliğini yitiriyor ve sene başında Beşiktaş’ın da listesinde olduğu öne sürülen Carlos Martins’in önderliğindeki Granada’ya devrediyorlardı. İyi top dağıtan Martins sayesinde önemli pozisyonlar da buldu Granada lakin en büyük hastalıkları olan duran toptan 33.dakikada yine golü yediler. Sergio Ramos. İlk yarı böyle son buluyordu. Sonucu belli bir maç demiş miydim?

İkinci yarının hemen başında Higuin ve Benzema ile bulduğu goller neticesinde iyice rahatlayan Real Madrid bütün işleri lehine çevirdi. Beklenen ikinci yarı gerçekleşmiş oldu. 70. Dakikaya kadar topu ayağında tutma tercihinde bulundular ancak bu dakikadan sonra Granada’ya topu iade ettiler. Granda pozisyonlar bulmaya başladı. Tabii hepsine net gol pozisyonu demek mümkün değil.  Bunun üstüne yine de RMadrid’in pozisyon bulduğunu söylememe bile gerek yok sanırım. 88. dakikada da Ronaldo'nun ayağından gelen gol maçı kapatan gol oluyordu.

Maç beklediğimiz gibi Real Madrid’in galibiyeti şeklinde sonuçlandı. Bundan ziyade dikkat çeken bir şey belki de bizi en çok ilgilendirecek olan, Hamit’in oynamaması. Hamit’i Lass yerine sağ bekte görmek isterdim/İsterdik. Benzema’nın Madrid ekibi adına 50.golüne imza attığını belirtmekte de fayda var. Granada adına ise belirttiğim gibi Carlos Martins fazla dikkat çekiciydi. Uche ve Benitez de potansiyelli iki isim. Onları daha sık duyabiliriz dikkat…

4 Ocak 2012 Çarşamba

Fernandes'in Futbol Konçertosu

Zorlu ve yorucu bir ilk yarının ardından çok daha zorlu ve yorucu geçecek bir ikinci yarıya iki hafta sonra başlamış durumdayız. Taraftarların maç izlerken yorulduğu bir sezon haline geldi. Düşünün ne durumdayız.

Rakip zorlu süreçlerden geçmiş, ligin kalburüstü takımlarından olan Eskişehirspor idi. Kimse maçtan önce –özellikle de bu kadar sakatlığın varlığında- kolay geçecek bir mücadele beklemiyordu…

Hayaletlerin arasından geçen Fernandes pankartını görerek maça başlıyorduk. Hepimizin en fazla beklenti beslediği adam da işte o Casper Fernandes idi…

Eskişehirspor maçın başladığı ilk saniye ile birlikte takım olarak topun gerisinde durup, topun olduğu noktaya hunharca baskı yapma çabasındaydı. Pas yollarını iyi de kapadılar böylece. Tipik Ersun Yanal takımı. Bu taktikleri işledi de tam 15 dakika boyunca Beşiktaş’ın kendi  birinci bölgesinde pas yapması zorunlu kılındı. İleri topu taşımak imkansıza yakın bir hal aldı. Nitekim ilk şut da 15. Dakikada geldi Beşiktaş adına. Bu dakikadan sonra da Casper Portekizli işe el atıp yine o virtüözvari dokunuşlarını yapıyordu. Onu kullanarak kanatlara iniyordu Kara Kartal. Buna ek olarak da dakikalara paralel olarak baskısını arttırıyordu. Ön alanda arada sırada yapılan bütün baskılar da sonuç getirdi. Biraz daha “şanslı” ya da “becerikli” adına ne derseniz diyin, heh işte ondan olsaydı maçın skoru daha ilk yarıdan rahatlıkla yakalanabilirdi. Gelmeyen golün stresi acaba yaşanır mı diye de kendi kendime sormadım değil.

İkinci yarı ilk yarının hem oyun hem de kural anlamında devamıydı. Beşiktaş kaldığı yerden baskıyı yapıyor, Eskişehirspor da yalandan ileriye top taşımaya çalışıyordu. Gol dakikasına kadar gelişen her tehlikenin altında imzası yatan adam da yine Fernandes idi. Almeida’nın özgüven eksikliği olduğunu golden önceki İvesa’nın kornere çeldiği topta rahatlıkla görebiliyoruz. Gelen gol ile Beşiktaş rahatlayacak derken her zaman bildiğimiz o gömülme ve ardından gol atamama hastalığı nüksetti. Çok da rahat pozisyonlar bulmuşken ve karşınızdaki rakip bu kadar açılmışken gol atamıyorsanız sıkıntı vardır. Mustafa Pektemek’in girişi de işte bunu bitirmek adına idi. Carvalhal belki de Almeida’nın gol atmasını bekledi. Nitekim maçın zora doğru gittiğini görünce elzem olan değişikliği de yapıverdi. Kalede görülen tehlikeden sonra Mustafa’nın kaleciyi yatırıp attığı gol enfesti. O kadar uzun boylu bir kaleciyi çok rahat bir şekilde dar açıdan yatırıp, gol vuruşunu da yaptı. Pektemek gerçekten özellikle sonradan girdiği maçlarda değişimi yaratan kişi oluyor. Değişimin ta kendisi oluyor diyelim ya da…

İlk yarının ilk maçında kaybedilen 3 puan ikinci yarıda kazanılan 3 puan şeklinde vuku buluyor. Başta da belirttiğim gibi kalburüstü bir takıma karşı alınmış bu galibiyet güzellik olarak baş gösteriyor. Fernandes’in bu takımdaki yeri her geçen gün sağlamlaşırken, Hilbert’in sakatlığı da can sıkıcı. Umarım kolay çabuk iyileşir. Bu takımın ona ihtiyacı var. Bu kadar eksiğe rağmen bu kadar rahat oyun sergileyen bir Beşiktaş var ise sahada bunu düşünmesi gereken kişi kesinlikle Ersun Hoca’dır. Bu takımı böyle bir şekilde play-off potasında tutması gerçekten zor olacak gibi görünüyor…

Ufuk Tolga Aldırmaz

1 Ocak 2012 Pazar

Kasketli Adam:Helmut Schön

Almanya’nın gelmiş geçmiş en büyük teknik direktörü olan Helmut Schön 15 Eylül 1915 Dresden/Almanya doğumlu.  Haklı olunarak Batı Almanya’nın başında yaptıkları ile anılır.

Babası bir antika dükkanının sahibiydi. O zamanlarda yaşayan çoğu insan gibi vasat bir hayatı vardı. Üstelik zor yıllardı. İkinci Dünya Savaşı’nı da görmüşlüğü vardır. Kendisini bu vasatlıktan sıyırmak istiyordu. Üstelik de saygın bir kişi olma hayali vardı babasının. Bu ikisini birden futbolda bulacaktı. Herhalde bunu ona söyleselerdi kendisi bile inanmazdı Bay Schön’ün.

Futbolculuğunda Dresdner forması giyerken dikkatleri üzerine çeker. Uzun boylu bir forvettir kendisi. Burada 1943 ve 44’de lig 1941 ve 1942 yıllarında da kupayı kazanırlar. Bu yıllarda Schön iki kez de gol kralı olmuştur. Milli takım formasını da savaş sebebiyle sadece 16 kez giyebilmiştir. 17 kez de fileleri havalandırmıştır. Futbolculuk hayatında da toplamda 700 maç ve 650 gol vardır. İnanılmaz rakamlar gerçekten değil mi?

Teknik direktörlük kariyerine Saksonya’da başladı. Frederikstadt’ta antrenör-oyuncu rolünü üstleniyordu.  Saksonya o yıllarda bölünmüş olan Almanya’nın Doğu tarafındaydı. Bu, Schön’ün hem görüşlerine hem de çalışma hayatına tersti. Çalışma hayatına ters olmasının sebebi siyasetin futbola etki ediyor olmasıydı. Bu had safhaya ulaştığında Batı Almanya’ya göç etti. Göçten sonra da Hamburg’da futbola tekrar geri döndü. 1951 yılında da Hertha Berlin’in başına geçti. Daha sonra Köln ve Wiessbaden takımlarını çalıştırdı. 1952 yılında ise o zamanlar Fransız işgalinde olan ve bir süre sonra bağımsızlığını ilan eden Saarland’ın başına geçti. Hatta 1954 Dünya Kupası elemelerinde Almanya ile aynı grupta yer aldılar ancak Almanya kupaya giderken Saarland evinde kalıyordu.

1956 yılında Sepp Harberger’in özel isteği ile Batı Almanya’nın yardımcı teknik direktörü oluyordu. 1964 yılına kadar bu mevkiide kalan Schön, bu yıldan sonra Harberger’in görevini bırakması ile takımın başına geçiriliyordu.

Başarılarını ayrıntılı bir şekilde anlatmayacağım. Ne benim gücüm yeter ne de sizin okumaya mecaliniz kalır. 1966 DK finalinde İngiltere’ye uzatmalarda yenildiler. 1970 DK’de üçüncü oldular. 1974 DK’de Hollanda’yı mağlup ederek kupayı müzelerine götürmeyi başardılar.

Aslında ilk kupalarını 72 Avrupa Şampiyonası’nda SSCB’yi yenerek kazandılar. 76’da da finalde Çekoslavakya’ya elendiler.

1978 Dünya Kupası’na gitmeyi garantilediklerinden sonra Schön bu turnuvanın son turnuvası olduğunu ilan etti. Başarılı sayılamayacak bir turnuvadan sonra bizim çok iyi tanıdığımız Jupp Derwall takımın başına geçiyordu.

Batı Almanya ile çıktığı 139 maçta 87 galibiyet, 30 beraberlik ve 22 yenilgi aldı. Dünya Kupaları tarihinde en fazla maça çıkan ve en fazla galibiyet alan teknik direktör oldu.Onu farklı kılan bilindik Alman disiplininin yanına göze hoş gelen futbolu takımına empoze ettirmesiydi. Bugünkü Almanya gibi dersek yanılmayız herhalde. Farkları Müller, Beckanbauer gibi hala saygıyla anılan efsanelerinin olması ve 4-3-3 oynamaları olsa gerek.

Dünya onu eşofman giyen ve kasket takan adam olarak tanıdı. Kasketli adam, 1966 yılında Alzheimer’a yenik düştü ve vefat etti. Geride koskocaman bir ülkenin neredeyse bütün futbol tarihini ve mükemmel bir ismi bıraktı: HELMUT SCHÖN! 

Başarılar

Batı Almanya ile bir kez Dünya Kupası (1974)

Batı Almanya ile bir kez Avrupa Kupası (1972)

Batı Almanya ile bir kez Dünya Kupası İkinciliği (1966)

Batı Almanya ile bir kez Dünya Üçüncülüğü (1970)

Batı Almanya ile bir kez Avrupa İkinciliği (1976)

Ufuk Tolga Aldırmaz
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...