20 Aralık 2013 Cuma

Mendy

Profil

Benjamin Mendy 17 Temmuz 1994 Fransa Longjumeau doğumlu bir isim. Futbol yaşantısına 2000 yılında amatör bir kulüp olan Palaiseau'da başlar. Burada geçen yedi sezonun ardından istikamet Le Havre olur. 2011'e gelene dek alt yapı kariyerini sürdüren Mendy, 2011'de Le Havre'nin as takımına yükselir. Geçecek olan iki sezonda birçok Ligue 1 takımının dikkatini çeken Mendy'nin rotası Marsilya olur. U16'dan beri formasını giydiği Fransa Milli Takımı'nın formasını henüz A milli olarak giyemese de istikrarı o günlerin de yakın olduğunu gösteriyor. Birçok kez kaptanlık da yapan Mendy profesyonel kişiliği ile daha şimdiden dikkat çeken bir sporcu. Kariyerinde toplam 100 karşılaşmaya çıkan Benjamin Mendy, üç gol altı asist ile oynuyor.

Tarz

Fiziği ve oyun tarzı olarak birine benzetecek olursak vatandaşı Aly Cissokho'ya benzetebiliriz. Cissokho'ya nazaran hücum aksiyonlarını daha iyi sergileyen Mendy, potansiyel olarak da daha fazlasını vaad ediyor.

Güçlü Yönleri

Fizik çatısı ve buna paralel gelişen atletik özellikleri son derece iyi seviyede. Bunun sahaya tezahürü güçlü bir futbolcu görüntüsü ki bu sadece görüntüde kalmıyor. Topla ilişkisi iyi denilebilecek seviyede. Pas oyununa yatkın. Çevre görüşü gelişmiş seviyede. Uzun toplar atarken sıkıntı yaşamıyor. Aynı zamanda ortalarının da tehlike arz ettiği "göz kararı" yüzdesi de hiç fena değil. Boyunun avantajını yüksek toplar ve ters kademelerde layıkı ile gösteriyor. Yer tutuşu ve dengeli oyunu da en önemli artıları. Markaj becerisi de yine fena sayılmayacak seviyede.

Zayıf Yönleri

Bir savunma ve özellikle de bek oyuncusu için hız önemlidir. Mendy için hızlı bir oyuncu desek bir hızlanması iyi olan bir oyuncu diyemeyiz. Dar alanda var olan çabukluğu geniş boşluklarda pek gözükmüyor. Gözlemleyebildiğim en önemli eksikliği de top kapmasındaki sıkıntı.

Nasıl Kullanılabilir?

Mendy için modern bir sol bek diyebiliriz. Oyunun iki tarafında da maç boyunca var. Geçmiş zamanda sol önde de oynadığı birçok karşılaşma oldu. Önde baskılı oyunlarda bekinizi çıkarmak istiyorsanız bir takım noksanları mevcut, yukarıda belirttim. Dengeli hücum yapmayı seven takımlar için ise bulunmaz nimet niteliğinde.

Transfer Durumu

Marsilya'ya içinde bulunduğumuz sezonun başında transfer olan Mendy için yakın gelecekte yeni bir transfer görünmüyor. Önümüzdeki sezonda özellikle İngiltere Premier Ligi'ne transfer olacak olursa açıkçası hiç şaşırmayacağım.

Gelecekte Ne Olur?

Yaşına göre önemli bir tecrübesi var. Yavaş yavaş Marsilya'nın ilk on birindeki yerini de alıyor. Gelecek sezonlarda aksilik olmadığı takdirde daha iyi liglerde göreceğimiz garanti. Buna karşın tepedeki takımlara mı yoksa yarışmacı takımlara mı gidecek işte o soru işareti. Ben oy hakkımı ilkinden yana kullanıyorum. Mendy'e de o şans gelecektir. Yetenekleri bunu hak ediyor.

Lazar

Profil

2 Mart 1994 tarihinde zamanın Yugoslavya'sı, bugünün Sırbistan'ının bir şehri olan Cacak'da dünyaya geldi. Ağabeyinin izinden gidip futbolcu olmak isteyen Lazar Markovic, Cacak'ın Borak Cacak kulübünde alt yapı kariyerine başladı. 2006 yılında Partizanlı yetkililer tarafından dikkat çeken Markovic artık ülkenin en büyük iki takımından birinin alt yapısında eğitim görecekti. Geçen beş yılın ardından 2011'de as takıma yükselen Markovic o zamanki teknik direktörleri Aleksandar Stanojevic tarafından Sloboda Uzice karşılaşmasının ikinci yarısında oyuna alınarak profesyonelliğe tam anlamı ile adım atmış olur. Batı Avrupalılar tarafından sıkça "Ağır çekimde oynanan lig" olarak nitelendirilen Sırbistan liginde fark yaratır ve Benficalı gözlemcilerin dikkatini çeker. Çıkan Chelsea söylentilerine rağmen Benfica ile beş yıllık sözleşme imzalar. Kariyerinde toplamda 100 karşılaşmada forma giyen Markovic 19 gol atıp 18 gol de attırır. Sırbistan Milli Takımı'nın formasını U17 seviyesinden beri giyen Markovic şu anda A milli takımın güncel kadrosunda yer almakta. 9 kez Sırp Milli Takımı'nın formasını giydi, buna karşın henüz golü yok.

Tarz

Açıkçası onun için herhangi bir futbolcu örneklemesi yapamıyorum. Birçok mevkiide forma giyip hepsinde de aşağı yukarı iyi performanslar sergilemesi bundaki en büyük sebep. Versatil oyuncu olmanın zararları(!).

Güçlü Yönleri

Hız, hız, hız... Topla hızlı. Topsuz oyunda hızlı. Verkaçlarda hızlı. Adeta rüzgarın oğlu. Yaş grubununda ve oynadığı takımlarda fark yaratmasının en büyük sebebi bu. Bu somut gözle görülebilir hıza bir de zihinsel çabukluk da eklenince ortaya çok acayip bir fark koyabiliyor. Top sürme kabiliyetinin de var olması saydığım bu özelikle de birleşince kelimenin tam anlamı ile tehlikeli bir hücum oyuncusu ortaya çıkıyor. Top tekniğinin gayet iyi oluşu onun için bir diğer artı. Topa hükmediyor tanımlamasını Markovic adına yapmamız için çok uzun süre bekleyeceğimizi tahmin etmiyorum. İki ayağını kullanabilmesi de oyundaki akışkanlığı açısından fazlasıyla önemli.

Bunların toplamı onu tam anlamı ile versatil bir hücum oyuncusu yapıyor. Hücumun her noktasında boy gösterebilmesi kendisi ve özellikle de teknik direktörü adına önemli bir artı. Kimi zaman sağ çizgiden orta keserken, kimi zaman soldan oyunu bekine açarken, kimi zaman da onu boşluklardan ceza sahasına sızarken görebilirsiniz. Bu fazlası ile önemli(bir alt başlıkta konu ile ilgili göreceğiniz eleştiri sizi yanıltmasın).

Ballandıra ballandıra yazdığım şu satırların hepsinden kıymetli olan "güçlü bir yönü" mevcut. O da azmi. Saha içinde çalışkan olarak niteleyemesek de ileride basketbol tabiri ile karakter koyabilecek bir hücum oyuncusu olma özelliği taşımakta. Zamanla bu daha da gelişecektir.

Zayıf Yönleri

Versatilliği onun başına dert açabilir. Mevkiisizlik problemi çekeceğini düşünmüyor olsam bile sıkıntı yaratabilecek bir unsur. Bunu yazarken her noktayı göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuzu belirtmek zorundayım. Bunun yanında son vuruşlarını geliştirmek zorunda olduğu da belirtmek zorunda olduğum bir diğer nokta. Fiziki dezavantajlarını kapatabilecek özellikleri olsa da kimi zaman özellikle sertliklere karşı dayanma eşiğinin düşük olduğunu söyleyebiliriz.

Nasıl Kullanılabilir?

Hücum bölgesinin her noktasında kullanılabilir. Buna karşın özellikle sol forvette forma şansı bulduğunun altını çizmeliyim. O bölgenin gerekliliklerini yapmasına rağmen ülkemizdeki Alex örneğine paralel olarak "ikinci santrafor" ya da "yardımcı santrafor" olarak kullanılabileceğini ve fazlasıyla verim alınılabileceğini düşünmekteyim.

Transfer Durumu

Benfica ile beş senelik sözleşme imzaladığını söylemiştik. Benfica'yı sıçrama tahtası olarak kullanması iş değil. Çocukluk kahramanı olan Gianfranco Zola'nın kulübü olan Chelsea'nin hayallerinde yatan takım olduğunu biliyoruz. Gelişimini sürdürdüğü takdirde bunun bir hayal olduğunu söylemek çok güç.

Gelecekte Ne Olur?

Sırp futbolculara has alttan müthiş çıkış üst kategorilerde sırıtma hastalığına yakalanmadığı takdirde önü fazlası ile açık. Elit kategoride bir futbolcu olması ilk etapta zor gibi görünüyor. Buna karşın Avrupa'nın devlerinde rahatlıkla uzun yıllar forma giyebilecek potansiyele sahip bir isim olduğu da aşikar.

M'Baye

Profil

M'Baye Niang 19 Aralık 1994 tarihinde Fransa'nın Meulan kentinde dünyaya geldi. Senegalli bir ailenin çocuğu olan Niang daha küçücük bir çocukken bile dikkat çekici bir fiziki yapıya sahipti. Futbola olan ilgisi de ailesinin teşviki ile beraber amatör bir kulüp olan Basse-Seine Les Mureaux'da yeşerecekti. Burada da o iri cüssesinin yanı sıra attığı goller ile dikkat çekecek olan Niang yine amatör bir kulüp olan Poissy'e geçecekti. Poissy bulunduğu bölgenin merkez kulüplerinden biriydi. Dikkat çekmesi daha kolay olacaktı ve oldu da. 2007'de Caen'in gözlemcileri Laurent Glaize ve David Lasry'nin dikkatini çeken 13 yaşındaki 1.75'lik delikanlının(!) Caen'e transferi de gecikmedi. Paris Saint-Germain ve Lille gibi kulüplerin onu bünyelerine katmak konusunda geç kaldıklarını da belirteyim. Alt yapı eğitimini tamamladıktan sonra Caen'in ikinci takımı ile maçlara çıkan Niang yaşıtlarının fazlasıyla üstünde bir performans sergiledi. A takıma yükselmesi de buna paralel olarak uzun sürmedi. 2011-2012 sezonunu geçirdiği takımına Avrupa'nın Juventus, Manchester City ve Tottenham gibi önemli takımları nabız yoklamak için harekete geçti. Buna karşın onun yolu İtalya'nın Milano şehrine düşecekti, AC Milan'a. Kariyerinde toplam 70 maç altı gol beş asistliklik performans ile boy gösteren Niang, aynı zamanda Fransa Milli Takımı'nın alt yaş kategorilerinde de yer aldı. U16, U17 ve U21 takımlarında görev alan Niang'a Senegal Milli Takımı'nda oynaması yönünde bir teklif de geldi. O bu teklifi nazik bir biçimde içinde bulunduğu an içinde reddetti. Yaşının genç olduğunu ve Fransa Milli Takımı'nın alt yaş kategorilerinde oynamaya devam etmesinin onun gelişimi için son derece yararlı olduğunun farkındaydı. Ayrıca Clairefontaine'nin de havasını kısa süreli de olsa soluduğunu belirtmeliyim.

Tarz

Hedef santrafor olarak başladığı kariyerinde birçok özelliklere sahip olması sebebi ile sağ ve sol forvet olarak oynayarak devam etti. Stil olarak Thierry Henry'e benzetildiği için onu daha çok Barcelona'daki günlerinde olduğu gibi sol forvet olarak kafanızda bir yere oturtabilirsiniz lakin ters tarafta kullanılması daha ideal olan olacaktır.

Güçlü Yönleri

M'Baye Niang'ın profilinde de belirttiğim gibi yaşıtlarına göre fazlasıyla üstün bir fizik çatısı var. Hatta yaşıtlarından büyük olan isimlerle de bir kıyasa girdiğinde galip çıkabilecek tarafın onun olduğunu belirtmeliyim. Fizik çatısını güç ile bezemiş. Gücünü saha içinde pozitif olarak kullanmasını bilmesi de onun için önemli bir avantaj. Tatlı sert bir forvet olduğunu söyleyebilirim. İkili mücadelelerden kaçınmaması ve genellikle o ikili mücadelelerden galip taraf olarak çıkması çok önemli. Rakip stoperlerin ezebileceği yumuşaklıkta bir forvet kesinlikle değil. Top kapma becerisi de mevcut ki bu da kurnazlık yaptığı takdirde fazlası ile işe yarayabiliyor. Tüm bunların yanında bir de saha içinde kullanmayı fazlasıyla iyi bildiği bir enerjisi mevcut. Bu da aklıyla oynadığının göstergelerinden birisi olarak göze çarpıyor.

Top tekniğinin de güçlü yönleri arasında sayılabilirim. Güçlü fiziği ile top tekniğini harmanlayan isimlerden birisi. "Top ayağına yakışıyor" tabirini kullanamasak da var olan seviye gelişime açık bir futbolcu olduğunu da düşünürsek yeterli seviyede.

Yaşını da göz önünde bulundurduğumuzda santrafor sezgileri ve yer tutuşunun da iyi sayılabilecek özelliklerinden ikisi olduğunu rahatlıkla dillendirebilirim.

Zayıf Yönleri

Top tekniğinin iyi sayılabilecek seviyede olduğunu söyledim. Buna karşın pas oyununa henüz adapte olamıyor. Buna paralel olarak saha görüşü de vasat seviyede. Açık alanda aksi olmasına karşın dar alanda birebirlerde tehlikeli bir isim değil. Bunlardan daha önemli olan iki başlık mevcut. İlki sağ ve sol forvet olarak çokça forma giymesine karşın uzaktan şutlarının istenilen seviyede olmaması. İkinci ve daha da önemlisi ise net bir golcü kimliğinin var olmaması. Bunun ana sebebi de son vuruşlarda istenilen seviyeye henüz ulaşmamasıdır.

Nasıl Kullanılabilir?

Yukarıdaki başlıklarda belirttiğim gibi sol ve özellikle sağ forvet olarak oynayabileceği gibi santrafor olarak da sahaya sürülebilir. Güçlü ve zayıf yönlerini terazinin kefesine koyduğumuz zaman sağ forvet olarak oynaması şu an için akılkarı kaçan seçenek olarak gözüküyor.

Transfer Durumu

Milan onu kolaylıkla bırakmayacaktır. Buna karşın özellikle Ligue 1'in kalburüstü takımlarından birinde kiralık olarak bir sezon geçirmesi ona birçok şey katar. Yeterli süreyi bulup bulamadığı tartışılır lakin o coğrafyaya geri dönmesi her açıdan kariyeri için dönüm noktası olacaktır.

Gelecekte Ne Olur?

Açıkçası tahmin etmek güç. Mevcut özelliklerini ve Milan gibi bir kulüpte forma giydiğini göz önünde bulunduracak olursak en kötü ihtimalle elit liglerin yarışmacı takımlarından birinde as olarak forma giyecektir. Tekrar ediyorum; en kötü ihtimalle. Buna karşın çok büyük bir golcü olamayacağını kestirmek güç değil. Çok faydalı bir oyuncu olabilir mi? Elbette olabilir. Hatta beklentim bu yönde.

Michy

Oyuncu Profili

Michy Batshuayi, 2 Ekim 1993 Brüksel doğumlu Kongo asıllı bir Belçika vatandaşı. Hakkında uzun uzadıya bilgiler mevcut değil lakin biz onun 12 yaşında futbol kariyerine amatör olarak FC Brussels takımında santrafor olarak başladığını biliyoruz. Bir sezon burada top koşturduktan sonra Anderlecht’te denenir. Beğenilmez ve o da  FC Brussels’e döner. 2007-2008 sezonunu da burada geçirdikten sonra bu kez Standart Liege’in yolunu tutacaktır. Alt yapı eğitimini burada tamamladıktan sonra 18 yaşında profesyonel sözleşmeye imza atar. Kariyerinde şu zamana kadar toplamda 110 maça çıkıp 40 gol 10 asistlik performans sergiler. Batshuayi aynı zamanda Belçika U21 Milli Takımı’nda da top koşturmaktadır.

Tarz

Michy Batshuayi için oyun özellikleri tam oturmadığından ötürü ne tam anlamı ile hedef santrafor ne de tam bir yardımcı forvet olduğunu söyleyebiliyoruz. Özellikleri oturduğu vakit nerede daha etkin olabileceğini net söyleyebileceğiz lakin mevcut özelliklerini geliştirip yanına hiçbir ekstra şey katmasa bile kendisinden iyi bir yardımcı forvet olacaktır. Versatil bir hücum oyuncusu özelliği taşıması kendisi adına gördüğünüz gibi hem avantaj hem de dezavantaj. Kulubünde bunun sıkıntısını yaşamasa da daha büyük hedefleri olan kulüplerde nerede oynayacağı soru işareti olabilir.

Güçlü Yönleri


1.85′lik boy ve muhteşem bir fizik kalite ile Batshuayi görenleri açıkçası kendine hayran bırakıyor. Fiziğinin avantajını sahada güç olarak kullanan Batshuayi’nin bu konuda hiçbir eksiği ya da dezavantajı bulunmamakta. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyip, “daha önemli” konulara geçelim.
Forvet mevkiilerinde yer alan her oyuncudan öncelikle azami düzeyde hız ve hızlanma kabiliyeti beklenir. Batshuayi de bu iki başlıkta bir sıkıntı yaşamıyor. Vasatın üstünde diyebileceğimiz top tekniğine sahip olması, hızıyla da birleşince dripling yeteneğini kendinden getiriyor. Top sürerken izleyene sanki meşin yuvarlak ayağına yapışıyormuş hissi veriyor. Bu yaşta bir isimde önemli bir erginlik olarak göze çarptığını da belirtmeliyim. Özellikle santraforların geç yaşta topla daha iyi "anlaştığını" düşünürsek yaşıtlarından bu konuda daha önde diyebiliriz. Aynı zamanda ilk kontrol diye tabir edilen o topla buluşma anında da kendisine büyük avantaj sağlıyor. Bir santrafor için olmazsa olmaz son vuruş yeteneği ise yaşıtlarına göre üst seviyede. First Class golcü diye Batshuayi'yi tabir edemeyeceğimizi takdir edersiniz lakin özellikle içinde olduğumuz Avrupa’nın ikinci sınıf liglerinde çok can yakabilecek seviyede bir yetenekten bahsettiğimi belirtmeliyim. Bu konudaki en büyük sıkıntısı da sanırım mental. Kolay gözüken pozisyonları gole çevirmekte zorluk yaşayabiliyor. Bu açıdan kendisini Fenerbahçeli Moussa Sow’a benzettim. Beni en çok etkileyen özellikleri ise top tutuşu, sırtı dönük olarak oyununu rahatlıkla oynayabilmesi ve en zor pozisyonlarda bile rahatlıkla yapabildiği pas dağıtımı. Ekstra olarak dar alanda kimi zaman çok acayip işler yapabildiğinin de altını çizmeliyim. Özellikleri sadece santrafor özellikleri değil, versatil bir oyuncu özellikleri. Bu yüzden onu forvet hattının her bölgesinde değerlendirilebilir olarak görmekteyim. Bu da artı hanesindeki son başlık olsun.
Zayıf Yönleri
Boyuna rağmen henüz geliştiremediği yüksek top kabiliyeti, vasat düzeydeki yaratıcılığı ve uzun mesafedeki topsuz koşuları onun geliştirmesi gereken birincil noktalar diye düşünmekteyim. Ekstra olarak topsuz oyunda kendisini daha da geliştirip önemli bir görev adamı haline gelebileceğini de düşümekteyim.
Nasıl Kullanılabilir? 
Teknik direktörü Guy Luzon 4-4-2 dizilişinin en ucunda Batshuayi'yi oynatıyor. Hedef santrafor görevi ile sahaya çıktığını söyleyebilirim. Rotasyon içinde kiminle partner olduğu sorusu aslında kullanılış biçimine de işaret ediyor. Tarz başlığı altında belirttiğim ve genel olarak dem vurduğum gibi hangi görevde nasıl kullanılacağı biraz kendisine biraz da teknik direktörüne bağlı. Eğer elinizde net bir nokta santraforunuz var ise yardımcı forvet olarak oynatmak yanlış olmaz. Aynı zamanda kanat forvet dahi olarak kullanılabilir. Tabii ki bu biraz abartılı bir tercih olacaktır. Sadece böyle bir seçenek olduğunu da belirtme çabasındayım. 
Transfer Durumu
Standart Liege yetkilileri Batshuayi'yi Arsenal scoutlarının gözlemlediğini doğruladı. Arsenal'ın gözlemlerinin hala devam ettiği biliniyor. Batshuayi'nin daha önce verdiği röportajlar doğrultusunda oynamak istediği iki kulüpten birinin Arsenal olduğunu belirtmeliyiz. Diğeri de Borussia Dortmund. Yetenekleri ve Belçika menşeli bir oyuncu olması onu direkt olarak A klas takımlara atabilir. Arsenal transferi gerçekleşir mi bilinmez ama Ada'ya doğru yola çıkması hiç de zor görünmüyor. 
Gelecekte Ne Olur? 
Açıkçası onun kalburüstü bir oyuncu olabileceğini düşünmekteyim. Belçika’nın son dönemdeki “yıldız yetiştirme” gücünü de düşününce neden olmasın diye kendime soruyorum. Kalburüstü bir oyuncu mu olacak yoksa A klas bir yıldız mı diye soracak olursanız şimdilik çekimserim. Birkaç şey daha gösterirse çekimserlik yerini tutkulu bir saplantıya bırakır ve A klas oyuncu olabileceği üzerine iddiaya bile girebilirim. 

Kondogbia

Oyuncu Profili

15 Şubat 1993'de Fransa'nın Nemours kentinde dünyaya gelen Geoffrey Kondogbia Orta Afrika Cumhuriyeti asıllı bir Fransa vatandaşı. Henüz altı yaşındayken alt yapı kariyerine başlar. 2003 yılına kadar yerel bir kulüp olan Nandy'de top koşturan küçük Kondogbia, bu tarihte Senart-Moissy bünyesine katılır. Amatör ligde dikkat çekici performansı neticesinde Lens kendisi için girişimlerde bulunur. 2004'te ise Lens alt yapısına katılır. 11 Nisan 2010'a dek amatör biçimde top koşturan Kondogbia artık profesyonelliğe adım atar. 2010-2012 yılları arasında Lens'de 34 karşılaşmaya çıkan Kondogbia, burada profesyonelliğe uymayan davranışları ile dikkatleri üzerine çeker. Saha içinde kontrolsüz güç kullanımı sebebi ile sürekli kart görmesi ve bunun yanında saha dışında sahte ehliyet ile araç kullanmak gibi eylemlerin içinde bulunması ileride ne hale geleceğini merak ettirecekti. 2012'de 3.5 milyon Avro karşılığında Lens'den Sevilla'ya transfer olur. Burada ise adeta aklını başına alıp hareket eder. Disiplinsiz hareketler tarih olmuştur. Bu süreçte hiçbir olaya karışmayıp sadece "yetenekli çocuk" olarak anılır. Sevilla'da 34 karşılaşmaya çıkıp ciddi anlamda dikkat çekici bir performans sergiledikten sonra adı Real Madrid başta olmak üzere Arsenal, Manchester United gibi takımlar ile anılacaktı. Yazın Fransa U20 Milli Takımı ile birlikte Dünya Kupası'nı kazandılar. Fransa'nın altın jenerasyonunun en değerli parçalarından biri sayılıyordu. Dmitry Ryboloblev'in geçtiğimiz dönemde satın aldığı Monaco'ya 20 milyon Avro karşılığında transfer olduğunda herkesin kafasında kariyeri için doğru adımı atıp atmadığı konusunda soru işaretleri oluşmuştu. Kariyerinde 124 maça çıkıp 7 gol 8 asistlik performans tahtası oluşturan Geoffrey Kondogbia savunmaya kırık bir merkez oyuncusu.

Tarz

Fransızların yakaladıkları yetenekli her ofansif merkez orta sahaya Zinedine Zidane yakıştırması yaptığı malumunuz. Savunmaya kırık orta saha oyuncuları -hele bir de siyahi ise- için de bunun Patrick Vieira versiyonu mevcut. Kondogbia da tam olarak bu kontenjandan sayılıyor. Çeşitli mevkiilerde kullanılabilen bir isim olmasına rağmen Patrick Vieira yakıştırmasına ileride layık olabilecek tarzda bir defansif orta saha.

Güçlü Yönleri

Kondogbia fundamental özellikleri gelişmiş bir oyuncu. Fransız alt yapısının son dönemlerde yetiştirdiği oyuncu grubunun tümünün özelliği de öyle zannediyorum ki budur. Aynı zamanda Kondogbia'nın doğuştan gelen ve çalışarak üstüne de koyduğu belli olan fiziği büyük önem arz ediyor. Uzun boyu ile birlikte tutturduğu güçlü fizik sahanın merkezinde rakip oyunculara daha görüntü olarak karşı koyan cinsten. Ekstra olarak bu noktada atletik yapısının gelişmişliğinin de altını çizmeliyiz.

Teknik açıdan henüz tam erginliğe ulaşmamış ham bir oyuncu olsa da son derece önemli bir potansiyel arz ediyor. Bilek yumuşaklığı, oyun görüşü, top kontrolü, ilk dokunuş gibi topla içli dışlı olduğu bütün teknik özellik kalemleri belirli bir seviyenin üzerinde. Yaşıtları ile arasındaki en büyük farkı da daha ham olmasına rağmen ilk olarak bu noktadan koyuyor. Teknik olarak ham olmasına karşın taktik anlamda son derece olgun bir futbol aklı var. Taktik disipline son derece uyumlu. Buna Sevilla'da geçirdiği sezonun büyük katkısı olduğunu ara not olarak vermeliyim. Pozisyon alışı son derece iyi. Buna paralel olarak vasat üstü olmasına rağmen var olan top kapma yeteneği son derece işlevsel hale geliyor. Yine paralel olarak pas aralarını seven, sezgileri ile sahaya hükmedebilen bir oyuncu haline geliyor. Farkı yarattığı ikinci nokta da burası oluyor. Son olarak da uzun boyunun avantajını hava toplarında fazlası ile kullanıyor diyebilirim.

Zayıf Yönleri

Teknik açıdan ham olduğunu dillendirdik. Bunu gidermek için çalışması ve üstüne koyması ilk etapta gerekli olan şey. Ardından tecrübe gerekecek. Şimdiden yaşıtlarına oranla çok fazla tecrübesi olduğunu biliyoruz. Modern futbolda tek yönlü oyuncuların gittikçe gözden düştüğünü düşünecek olursak Kondogbia'nın hücum özelliklerini geliştirmesi gerekmekte. 3. bölgede sıkıntıları olduğu bariz. İnce işleri yapabilecek potansiyelde olduğu için bunu ondan beklememiz çok olmayacaktır. Bu yönünü de geliştirdiği takdirde vatandaşı ve sürekli kıyaslandığı arkadaşı Paul Pogba ile kafa kafaya gelecektir. Bunu çok rahat söyleyebiliriz.

Nasıl Kullanılabilir?

Merkez orta saha olarak başladığı profesyonel futbol hayatında savunmaya kırık orta saha, stoper, sol bek ve ofansif orta saha olmak üzere çeşitli mevkiilerde forma giydi. Asli mevkiisi savunmaya kırık orta saha pek tabii. Sevilla döneminde zaruri biçiminde sol bek oynamıştı. Stoper olarak kullanılabilir lakin fazlasıyla lüks olacaktır. Bu kalitede genç bir yeteneği oraya koymak gelişim açısından yanlış olacaktır. Ofansif orta saha olarak Pierre Mankowski tarafından U20 Dünya Kupası'nda oynatıldı. Maç içerisinde bolca Pogba ile yer değiştirdiğine de şahit olduğumuzu eklemeliyim. İdeal olarak üçlü orta saha düzeninde bir holder olarak kullanılması ideali olacaktır.

Transfer Durumu

Monaco'ya transferi işleri bir anlamda karıştırdı. O projenin nereye varacağını bilemiyoruz lakin 2-3 sezon içinde transfer olması pek mümkün görünmüyor. Monaco'dan ayrıldığı takdirde Avrupa'nın elit kulüplerine gitmesi iş değil.

Gelecekte Ne Olur?

Sevilla'da geçirdiği sezonun ardından Kondogbia'nın ne olacağından ziyade ne olmayacağı belirginleşti. Şu hali ile birlikte yıllarca Avrupa'nın üst liglerinde forma giyebilir. Yeni Patrick Vieira olur mu? İşte onu göreceğiz.


Umtiti

Oyuncu Profili

14 Kasım 1993 tarihinde Kamerun'un Yaounde şehrinde dünyaya gelen Samuel Umtiti futbola altı yaşındayken Lyon şehrinin Menival adlı amatör kulübünde başladı. Burada geçen iki yılın ardından 2001'de Olympique Lyon tarafından Lyon alt yapısına alındı. Tamı tamına 10 sene sonra profesyonel sözleşmeye imza atacaktı. Fransa Milli Takımı'nın U17 seviyesinden beri formasını giymekte. Toplamda 41 kez alt yaş kategorilerinde milli olan Umtiti, kariyerinde toplamda 94 karşılaşmaya çıktı ve dört golün altına imza attı. Daha şimdiden sakin ve profesyonel sporcu kimliği ile dikkat çeken Umtiti, karakterli bir futbolcu olarak anılma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Tarz

Klasik bir İtalyan stoperini andıran soğukkanlılığı ile Umtiti Fransızlar adına farklı tarzda bir oyuncu olarak göze çarpıyor. Hayalinde yer alan kulübün Milan olduğunu defalarca dile getiren Umtiti'nin sol bekte de oynayabildiğini düşününce idolünün Paolo Maldini olduğunu kestirmek güç değil.

Güçlü Yönleri

Fizik olarak yaşıtlarının fazlasıyla önünde olan Umtiti'nin bu noktada hiçbir sıkıntı yaşayacağını düşünmüyorum. Belki tek handikapı olabilir o da 1.81'lik boyu. Bu noktadaki dezavantajını da eşleşmeler ve sıçrama kabiliyeti ile atlattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Boyuna nazaran yüksek toplarda dominant olması da bunun esasen bir göstergesi. Atletikliği de fiziği gibi son derece dikkat çekici. Çevik ve ayakları yere sağlam basan diye tabir edilen stoperlerden.

Stoperlerde aranan soğukkanlılık fazlasıyla mevcut. Yukarıda belirttiğim gibi o noktada sanki bir İtalyan edası taşıyor. Bunun yanı sıra son derece garantici bir oyun yapısı var. Kesinlikle risk almayı sevmiyor. Hata affetmeyen bir mevkiide oynadığı düşünülünce bu durumu basit oyunuyla da birleştirince öne çıkıyor. Markaj yeteneği de son derece yeterli. Tüm bu özellikleri bir tarafa, yaratıcının doğuştan verdiği bir özellik olan sezgileri oyununda büyük önem arz ediyor. Bu yaşta sezgileri bu kadar iyi olan bir stoper ciddi anlamda kıymetlidir. Umtiti de onlardan birisi. Oyundaki tüm defolarını belki de kapatan bir artısıdır.

Eksik Yönleri

Tek hamleli bir stoper oluşu handikaplarından en büyüğü. Bunun yanı sıra topsuz oyunda henüz vasatı aşamaması da dikkat çekici. Top tekniği de çok önemli bir problem olmasa da yine de sorun teşkil ediyor. Pas yüzdesi 80 civarı kalıyor ki bu bir stoper için son derece düşük bir yüzde. Uzun topları bolca kullanması bunu oluşturan doğal bir neden lakin yine de genele oranladığınızda beklentilerin altında kalan bir yüzde gün yüzüne çıkıyor.

Nasıl Kullanılabilir?

Çift stoperli düzenlerde "son adam" diyebileceğimiz derinliği oluşturan stoper rolünde oynaması hem takımı hem de kendisi açısından çıkar yol. Aynı zamanda sol bek olarak da günü rahatlıkla kurtarabilecek bir isim.

Transfer Durumu

Birçok İngiliz takımının Umtiti'yi izlediği doğrulandı. Özellikle Newcastle ciddi biçimde ilgilendi. Buna karşın onun Serie A semalarına uçması geleceği açısından önemli bir adım olacaktır.

Gelecekte Ne Olur?

Kendini geliştirdiği takdirde -ki fazlasıyla çalışması gerek- çok önemli takımlarda kendine yer bulabilir. Lyon'un içinde bulunduğu durumu düşününce yakın bir zamanda transfer yapması olası. Kariyerine nasıl yön vereceği önemli bir mesele. Tabii ki her futbolcu için önemli lakin Umtiti için ekseriyetle önemli bir durum olarak göze çarpıyor. O ilk adımı attıktan sonra gerisi Umtiti adına çorap söküğü gibi gelecektir.

12 Aralık 2013 Perşembe

Devşirmeler



"Devşirme" olgusu aslında köken olarak Türkler'e pek de uzak sayılmaz. Tarihin tozlu yapraklarından(!) öğrendiğimiz kadarı ile özellikle Osmanlı Devleti'nden süregelen bir durum olarak karşımıza çıkmakta. Futbolda da benzer bir durumumuz söz konusu. Her ne kadar devşirmenin temel ilkelerine aykırı olsa da alt yapısını Almanya'da almış birçok Türk kökenli ismi "devşirdiğimizi" de gözlerden kaçırmamak gerekiyor.

Dünyada futbol sahnesine baktığımızda FIFA'nın ilgili kararı çıkmadan önce Macarlar'ın efsanesi Ferenc Puskas'ın dahi devşirilip İspanya Milli Takımı adına forma giymesinin sağlandığını görüyoruz. Böylesine kökenleri olan bir konu, Diego Costa'nın anavatanı olan Brezilya'yı değil de vatandaşlık hakkını kazandığı İspanya'yı milli takım olarak seçmesi ile tekrar gündeme gelecekti. Biz de tıpkı Diego Costa gibi anavatanını değil de vatandaşlık hakkını kazandığı ülkenin milli takımını seçen, alt yapı eğitimini de seçtiği ülkede almamış olan isimlerden bir TOP 10 yapalım istedik. Başlayalım; 

10. Diego Costa: 

Diego Costa, 7 Ekim 1988'de Brezilya'nın Lagarto şehrinde dünyaya geldi. Costa birçok Brezilyalı futbolcu gibi sokaklardan gelen bir isim. Geç de sayabileceğimiz bir yaş olan 16. yaşında alt yapı kariyerine başlayacaktır. Barcelona EP'de geçirilen iki sezonun ardından Bragalı yetkililerin dikkatini çeker. 18 yaşında başladığı profesyonel futbol kariyeri biraz da sürpriz biçimde Atletico Madrid ile kesişecektir. Atleti'ye transfer olduktan sonra zorlu dönemler yaşar. Sırası ile eski kulübü Braga, Celta Vigo, Albacete, Valladolid ve Rayo Vallecano'ya kiralanır. Burada gollerini atar. Özellikle Rayo'da 16 maçta attığı 10 gol ile dikkatleri üzerine çeker. Diego Simeone'nin kadrosunda kendine yer bulacaktır. Geçtiğimiz sezon rotasyon oyuncusu olarak kullanılan Costa, Falcao'nun da satışından sonra içinde bulunduğumuz sezonda Atleti'nin vazgeçilmezlerinden biri haline gelecektir. Göz dolduran performansı neticesinde hem Brezilya hem de İspanya'dan teklif alan Costa, kuvvetle muhtemel Felipe Scolari'nin onu ikinci plana iten açıklamaları neticesinde "Bana her şeyimi İspanya verdi." diyerek İspanya milli takımını seçecekti. Henüz formayı sırtına geçirmese de ona dair beklentiler azımsanacak gibi değil. 

9. Marko Devic: 

27 Ekim 1983 Sırbistan-Belgrad doğumlu olan Devic, alt yapı eğitimini Sırbistan'da aldı. Zvezdara'da kariyerine başladı. Daha sonra sırası ile Zeleznik, Radnicki ve Vazdovac'da oynadıktan sonra Ukrayna'nın Volyn Lutsk takımına transfer oldu. Buradan asıl dikkatleri çekeceği Metalist Kharkiv'e geçen Devic, 148 maçta 64 gol atarak acayip bir grafik çizdi. Geçtiğimiz sezon Mircea Lucescu'nun Shakhtar Donetsk'ine transfer olsa da istediği şansı bulamadı ve Metalist'e geri döndü. 2008'de Ukrayna'dan vatandaşlık hakkını alan Devic(artık Devich) aynı sene Norveç karşısında forma giyerek milli formayı da sırtına geçirmiş oldu. Andry Schevchenko sonrası Ukrayna futbolunun yaşadığı santrafor krizine geçici bir çözüm de oldu diyebiliriz. 33 kez giydiği milli forma altında altı gol de kaydettiğini eklemeden geçmeyelim. 

8. Igor de Camargo: 

12 Mayıs 1983 Brezilya-Porto Feliz doğumlu Igor de Camargo, Estrela FC Porto Feliz'de alt yapı eğitimini alır. Burada Belçika'nın Racing Genk kulübünün yetkilileri tarafından keşfedilen de Camargo 2000'de kulüp bünyesine katılır. Genk, kiralık olarak Beringen-Heusden-Zolder, Brussels, Standart Liege, Borussia Mönchengladbach, yine kiralık olarak Hoffenheim forması giydikten sonra yuvam dediği Standart Liege'e geri döndü. Toplamda 111 kez giydiği Standart Liege forması altında dikkatleri üzerine çekti. 2009'da kazandığı vatandaşlık hakkının ardından o yıl Slovenya ile oynanan bir hazırlık karşılaşması ile formayı sırtına geçirdi. Uzun ömürlü olmasa da listemizde yerini alan isimlerden biri oldu.

7. Pepe:

Futbolun acımasız çocuklarından Kepler Leveran Lima Ferreira yani bildiğimiz şekliyle Pepe, 26 Şubat 1983 Brezilya - Maceio doğumlu. Alt yapı eğitimini Corinthians Alagoano'da alan Pepe 2001 yılında Kıta Avrupası'na ayak basar. Maritimo'nun B takımı ile maçlara çıkmaya başlayan Pepe 2003'te A takıma yükselir. 2004'te Porto'ya geçişi yapar. 2007'de ise Real Madrid yeni durağı olur. Brezilya'nın hiçbir alt yaş kategorisinde milli olmayan Pepe, 2006'da Portekiz vatandaşlığını alır ve 2007'de de ilk milli maçına çıkar. Portekiz adına 55 karşılaşmaya çıkıp üç de gol kaydetmiştir.

6.Eduardo: 

Eduardo Alves da Silva... 25 Şubat 1983 Brezilya-Rio de Janeiro doğumlu olan Eduardo, alt yapı kariyerine CBF Nova Kennedy'de başlayıp Bango Atletico Clube'de devam etmiştir. Buradan sonra Dinamo Zagreb'e erken yaşta transfer olur. Henüz 17'sindeyken yapmış olduğu bu transfer onu zorlar. Zaman zaman alt yaş kategorisindeki takımlarla antrenmana çıksa da alt yapı eğitimini burada aldı demek haksızlık olacaktır. Bu dönemde Inter Zapseric'e kiralandığının da altını çizmeliyiz. Dinamo Zagreb forması ile 123 maçta 83 gol kaydeden Eduardo 2007'de 7.5 milyon Pound karşılığında Arsenal'a transfer olur. Burada talihsizce yaşadığı sakatlık kariyerinin kırılma noktası olacaktır. Daha sonra istenilen verimin sağlanamaması neticesinde Shakhtar Donetsk'e yollanan Eduardo 80 maçta 25 gollük bir performans sergiler. Hırvatistan vatandaşlığına 2002'de geçen Eduardo, aynı sezon milli de olur. Milli forma altında attığı 29 gol ile Davor Suker'in ardından en golcü ikinci Hırvat olarak tarihe de adını yazdırır. 

5. Thiago Motta:

28 Ağustos 1982 Brezilya - Sao Bernardo do Campo doğumlu olan Motta, alt yapı eğitimini Clube Atletico Juventus'ta aldıktan sonra Barcelonalı scoutların dikkatini çeker. 1999'da kulüp bünyesine katılan Motta iki sezon Barcelona B formasını giyer. Bu süreci 6 sezonluk Barcelona A takım serüveni takip eder. Daha sonra kısa süreli Atletico Madrid ve Genoa maceraları yaşar. Atleti'de az forma şansı giymesine karşın Genoa'da tekrar kendini parlatır ve Inter'in yolunu tutar. Inter'in hepimizin hatırladığı sezonlarının vazgeçilmezlerinden biri haline gelir. 2012'de ise ayrılma vakti gelmiştir. Yeni rota Paris'tir. Arap milyarderin satın aldığı Paris Saint-Germain'de kendine yer bulacaktır. Hala PSG'nin kadrosunda bulunan Motta, İtalya Milli Takımı'nın da güncel kadrosunda bir yer edinmiştir. Motta, aile kökeninde İtalyanlık oluşundan ötürü de İtalya Milli Takımı'nın formasını giyer. Gök Maviler ile 16 maça çıkan Motta bir de gol kaydetti.

4. Kevin Kuranyi:

Kuranyi de bu listedeki çoğunluk gibi Brezilya - Rio de Janeiro, 2 Mart 1982 doğumlu. Alt yapı eğitiminin tabiri caizse yüzde 99'luk kısmını Brezilya'da alıp Stuttgart'a geçiş yapmıştır. Stuttgart ile fazlasıyla efektif bir dönem geçiren Kuranyi'nin yolu Gelsenkirchen'e, Schalke'ye düşecektir. Burada Stuttgart'ta yaptığı işin fazlasını yapıp iyi bir gol ortalaması tutturur. Brezilya'dan herhangi bir teklif almaz. Alman Milli Takımı'nın formasını U21 seviyesinden itibaren giymeye başlar. 52 maçta 19 gollük performansı da hiç fena sayılmaz. Ek olarak Kuranyi'nin Panama vatandaşlığının da bulunduğunu belirtelim. Hoş, Panama Milli Takımı'nın formasını giymesi saçmalıktan öte olmazdı, o ayrı. Kuranyi'nin önemi ne diye soracak olursanız, alt yapı kariyerini çoğunlukla dışarıda almış bir futbolcu olarak devşirilip milli formaya layık görülmesidir.

3. Deco:

27 Ağustos 1977 Brezilya - Sao Bernardo do Campo doğumlu olan Anderson Luis de Souza "Deco" Sao Paulo'daki Nacional'in alt yapısında yetişecekti. 1996 yılında Corinthians ile profesyonel sözleşme imzalayana kadar burada eğitim alan Deco'nun Avrupa'ya geçmesi özellikle Corinthians'taki hocaları tarafından çok olası görünüyordu. Nitekim Corinthians'ta tek sezon geçirdikten sonra Benfica'nın dikkatini çekti. Burada antrenmanlara çıktıktan sonra sözleşme imzalandı ve akabinde Alverca'ya kiralık olarak yollandı. Burada 32 maçta 13 gol kaydeden Deco dönemin teknik direktörü Graeme Souness tarafından performansı beğenilmeyerek yollanır. Adres yine Portekiz temsilcisi olan Salgueiros olur. Burada kısa süre geçirse de Porto'nun yetkilileri tarafından beğenilir. 1999'da kapısından girdiği Estadio Dragao onun kariyerinde acayip bir noktaya oturacaktır. Jose Mourinho ile birlikte çalışıp, birlikte yükselen oyunculardan yalnızca bir tanesidir. UEFA Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası organizasyonlarını kazanan takımın önemli parçalarından biridir. Bu, onu Barcelona'ya taşır. Barcelona'da Porto günlerini aratmayacak şekilde oyununu oynar. Dönemin fenomeni Ronaldinho ve golcü Samuel Eto'o'nun biraz gölgesinde kalmış olsa da o dönemin simgelerinden biri haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha sonra Luis Felipe Scolari'nin Chelsea'nin başına geçmesi ile ilk transfer etmek istediği ve başardığı isim olur. Burada çok da uzun bir süre kalmasa da fena bir performans sergilemez. Maviler'den sonraki durak ise anavatan Brezilya olur. Fluminense'de 17 yıllık kariyerini sona erdirir. 1997'de geldiği Portekiz'de geçirdiği uzun yılların ardından vatandaşlık hakkını elde eden Deco, o zamana kadar Brezilya Milli Takımı'ndan davet almamıştı. 2003 yılında ilk kez sırtına geçirdiği Portekiz Milli Takımı formasını 62 kez giyme onuruna erişti ve Portekiz adına mihenk taşı niteliği taşıdı.

2. Marcos Senna:

Marcos Senna, 17 Temmuz 1976  Brezilya - Sao Paulo doğumlu. Rio Branco'da başlayan kariyeri 2002'ye kadar Brezilya'da geçti. Sırası ile America SP, Corinthians, Juventude ve Sao Caetano formalarını giydikten sonra Villarreal'e transfer olur. İlk iki sezonu pek de iyi geçmez. Yalnızca 25 karşılaşmada forma giyebilir. Buna karşın zaman ilerledikçe takımdakı yerini sağlamlaştırdı. Özellikle Juan Roman Riquelme'nin dramatik penaltı kaçırışı neticesinde Arsenal'a elendikleri Şampiyonlar Ligi yarı finali gören takımın en önemli parçalarından biri olacaktı. Yakın geçmişin haz veren Villarreal'inde onun da imzası kesinlikle vardı. Villarreal'de tamı tamına 292 maça çıkan Senna kulübün kaptanlığını da yaptı. Daha da önemlisi efsane niteliği taşıması... Villarreal'den fiziksel yetersizliği olduğunu düşünerek ayrıldı. Şu sıralar Amerika Birleşik Devletleri'nin tekrar canlanan proje kulüplerinden olan New York Cosmos'un formasını giymekle meşgul. 2006'da aldığı İspanyol vatandaşlığı neticesinde Euro 2008'i kazanan İspanya Milli Takımı'nın kilit rollerinden birini üstlenecekti. 2010 Dünya Kupası'na giden yolda son kez kadroya çağırılan Senna, 25 kez milli formayı giydi. Bir ülkenin makus talihini(!) yenmesinde büyük rol oynamış oldu.

1. Marco "Mehmet" Aurelio:

Kabul, biraz tölerans gösterdik Aurelio'ya. Ne de olsa bizden.

Aurelio, 15 Aralık 1977 Brezilya - Rio doğumlu. 1993 yılında Bangu'da başladığı alt yapı kariyeri neticesinde 1995'de Flamengo'da profesyonel olacaktı. Burada İyi bir performans gösterdi. Altı sezon forma giydiği Flamengo'dan ayrılık vakti gelmişti. Kısa bir süreliğine Olaria'ya geçti. Bu kısa süre bittiğinde kendisini Trabzonspor'da bulacaktı. Dönemin başkanı Özkan Sümer'in Brezilya seferinden dönüşte getirdiği dört Brezilyalı'dan biri olacaktı Aurelio. 30 bin Dolar bonservis bedeli ve aylık da 1200 Dolar kendisine bağlanan maaş, cüzzi maliyetini oluşturdu. Burada gösterdiği performans ile herkesin dikkatini çekiyordu. Sözleşmesi bittikten sonra Gençlerbirliği ile anlaşan, Fenerbahçe'nin devreye girmesi ile anlaşmayı bozan Aurelio belki de kariyerinin kararını vermiş oldu. Oynadığı dönemde 3 şampiyonluk ve bir de Şampiyonlar Ligi çeyrek finali görecekti. Bu arada da Türk vatandaşlığı hakkını alıp Fatih Terim yönetiminde Euro 2008 yolundayken formayı giymeyi başladı. Tartışmalar beraberinde gelirken reklam filmlerinde bile boy göstermeye başlayacaktı. 2007-2008 sezonunun sonunda da Real Betis'in yolunu tuttu. Buradaki iki sezonun ardından yolu tekrar Türkiye'ye, bu kez Beşiktaş'a düşecekti. Beşiktaş'taki iki sezonda istenilen performansı gösteremeyen Aurelio, futbolu Türkiye'ye gelmeden önceki adresi olan Olaria'da bırakacaktı. Milli forma ile 38 maça çıkan Mehmet Aurelio, futbol tarihimizde çok önemli bir yere sahip olacaktı.


Ufuk Tolga Aldırmaz

Multikültürel Devrim



Belçika... Yüz ölçümü bakımından Konya, nüfus bakımından da İstanbul kadar olmayan küçük ama bir o kadar da acayip bir kültürü içinde barındıran bir ülke. Hemen hepinizin bileceği gibi Valonlar ve Flamanlar olmak üzere iki ayrı ana etnik yapının odağındaki Belçika, komşuları gibi fazlaca göç çekmiş olan ve böylece kültürel zenginliğini ikiyle çarpmış bir ülke olarak nitelendirilebilir. Ana hatları ile basitinden bu şekilde çizebileceğimiz Belçika'nın futbol tarihi dillere destan başarılara sahne olmasa da her daim Avrupa'nın renkli ülkelerinden biri oldu.

Geçmiş dönemde Enzo Scifo, Eric Gerets, Jean-Marie Pfaff gibi isimleri çatısında toplamış olmasına karşın yakın tarihte sürekli olarak "geçmişini arayan futbol ülkesi" olarak addedilmekten bir türlü kurtulamayacaklardı. Son büyük turnuvasını üçüncü olarak tamamladığımız 2002 Dünya Kupası ile yapan Belçika nekahat dönemine çekilecekti. Hem milli takım hem de kulüp bazında bir türlü istenilen noktalara gelinememesi ve major liglerin gerisinde kalınması sebebi ile şapkayı öne koyup düşünme zamanı da aynı anda gelecekti. İşte bu dönemde devreye Belçika Futbol Federasyonu Futbol Direktörü Michel Sablon girecekti.

Sablon tecrübeli bir isimdi. 1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 ABD Dünya Kupaları'nda teknik kadroda yer alması bu tarz organizasyonların tozunu fazlasıyla yutmasını sağlayacaktı. Bu tecrübenin yanında bir de devrimci ruhu ile Belçika Futbolu'nun Hasan Tahsin'i olmaya soyununca işler değişecekti. Kültürel bağlarının olduğu, kendilerine göre son derece köklü birer futbol kültürü ve sistematiğe sahip olan Fransa ile Hollanda'yı incelemeye koyulacaktı. Kendi doğrularını bulma peşinde giderken, atacakları adımları yakın zamanda atmış olan Almanya'yı da bu listeye ekleyecekti. Bu incelemeler kağıt üzerinde kalmadı ve diğer ülke federasyonları ile iletişime geçti. Sürekli hale getirdiği bu istişareler devrimin fikri oluşumunu sağlayacaktı. Bu aşamanın ardından kendi yetkileri çerçevesinde Belçika Futbol Federasyonu yetkilileri ile toplantılar yapmaya başladı. Kafasındaki planı bir bir açıkladı. Buna göre milli takım, kulüpler ve antrenörlerin kalifiye biçimde yetiştirileceği okullara yönelik çalışmalar yapılacaktı. İlk aşama ülkemizin de en büyük problemlerinden biri olduğunu düşündüğüm antrenörlerin üzerine eğilerek gerçekleştirilecekti. Az önce de belirttiğim gibi akademiler ile hem mevcut hem de yetişmekte olan antrenörlere seviye atlatılıyordu. Bunun ardından kulüplerin yapısı irdelendi. Sablon'un modern futbol anlayışına göre kulüpler, en azından  U18 seviyesinden itibaren A takıma kadar 4-3-3 sistemi ile oynamalıydı. Bunu kulüplere empoze etmek kolay değildi. Haliyle pragmatist yaklaşıp kazanma eğilimindeydiler. Özellikle Anderlecht ve Standard Liege'i bu konuya ikna etmek kolay olmayacaktı. Sablon kulüp yetkilileri ile orta noktayı bulup kazanmaktan ziyade kazan-kazan metodu üzerinde anlaştı. Eğer işler yolunda gidecek olursa alt yapıdan gelen isimler ile birlikte hem başarı hem de kulüp kasası bazında kazanç sağlanması işten bile olmayacaktı. Son nokta ise milli takımdı. Milli takımda gelişim sağlanması için alttan gelecek yeni oyuncular bekleniyordu. Tabii bunun için çeşitli çalışmalar da yapılıyor, boş bir şekilde zaman geçirilmiyordu. Sablon yaptığı şeyden emindi. Gereken tek şey zamandı. Belirli bir süre geçtikten sonra işin içine biraz bilim katıldı. İlgili akademisyenler eşliğinde binlerce karşılaşma analiz edildi. Amiyane tabirle eşek sağlam kazığa bağlanacaktı. Bunun sonunda ilk doneler de elde ediliyordu. Belirli bir oyuncu grubu yakalanacaktı. Thibaut Courtois, Marouane Fellaini, Axel Witsel, Steven Defour, Romelu Lukaku gibi yurt içinde yetişen yıldızlar ile Fransa'da altyapı eğitimini alan Eden Hazard ve Hollanda'da yine altyapı eğitimi almış olan Moussa Dembele, Nacer Chadli, Toby Alderweireld gibi isimler ile altın jenerasyon yakalanacaktı. Bu jenerasyonu yakaladıktan sonra işler durmadı. Aksine çığ gibi büyüyerek gelmekte. Michy Batshuayi, Youri Tielemans, Thorgan Hazard, Dennis Praet ve Yannick Ferreira-Carrasco gibi isimler de bağıra bağıra yollarına devam etmekte.

İşin özünde gizli olan akıl. Sablon önderliğinde Belçika bu akıl yardımı ile rasyonel adımları attı. İşin içine bilim de girdiği zaman olumlu geri dönüş almamak neredeyse imkansız hale geliyordu. Şimdi ekinin biçilme zamanı. Marc Wilmots'un çalıştırdığı Belçika 2014 Brezilya'ya giderken taraflı tarafsız herkesin sempatisini de kazanacaktı. Orada neler yaşanır bilinmez. Belki çok şanslı olup kupayı bile kaldırabilirler ya da belki o şans yüzlerine gülmez ve grup aşamasında elenirler. Sonuç ne olursa olsun Sablon onları, üniversitede bölüm birincisi olan çocuğun babası gibi mağrur bir gurur ile izleyecektir. Yarattığı tablo kendisi, ülkesi ve daha da önemlisi futbol tarihi için önem arz etmekte.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Sabretmesi Gereken Kulüp Stade Rennais



Bretonya... Fransa'nın mevcut sınırları içindeki 26 bölgeden yalnızca biri. Adını Büyük Britanya'dan gelen Keltler'den alan Bretonya, Fransa'nın kuzey batısında geniş bir sahil şeridini içine alan yarım adadır. Bölgenin merkezi de Rennes şehridir. Rennes şehrinde bulunmuş, yaşamış herkes sakin dingin hayattan dem vurur. Tarihi şehrin geçmişine gururla bakan halk için yenilik ve ilericilik de ön plandadır. Bu sebepten ötürü Fransa'nın en hızlı gelişen ve nüfus bakımından en hızlı büyüyen ikinci şehri olarak gösterilir. Yine gidip görenlerden bildiğimiz kadarıyla orada bulunan her insanın mizacı sabır içerir. En karmaşık bürokratik işlemlere maruz kaldığı dile getiriliyor. Kısacası sabır elzem bir hale geliyor.

Rennes şehrinin insanı gibi en önde gelen futbol takımı Stade Rennais de adeta bir sabır timsali. 10 Mart 1901'de bir öğrenci grubu tarafından kurulan kulübün müzesinde iki Fransız Kupası, bir Fransa Süper Kupası ve bir Intertoto Kupası mevcut. Kulüp tarihinin ligdeki en başarılı sezonu olarak gösterilen sezon ise dördüncülüğü elde ettikleri 2004-2005... Şehir takımından hala şampiyonluk beklemekte. 2000'de kulübü satın alan François-Henri Pinault da(Selma Hayek kendisinin eşi. Hayek'i Rennes tribünlerinde sürekli görmemizin de sebebi budur.) bunun farkında. Pinault, hiçbir zaman Paris Saint-Germain ve Monaco gibi para harcamayacaklarını; denk bütçe ile gidip akademiye eğilen bir politika gözettiklerini her fırsatta dile getiriyor. Kaldı ki acayip başarılar elde etmemiş olmalarına rağmen akademilerine güvenmeleri tesadüf değil.

1977'de Edmond Herve'in belediye başkanlığı esnasındaki kente yapılacak yatırımlar arasında gösterilen akademinin fikir aşamasından çıkıp kurumsal hale gelmesi yıllarca sürecekti. Odorico Teknik Okulu'nu bünyesinde barındıran Akademi, 1987'de Patrick Rampillon'un da Akademi Direktörü olması ile birlikte nihai şeklini alacaktı. Tabii ki o dönemden itibaren yatırımlar gittikçe artacak ve Akademi'ye çeşitli eklentiler yapılacaktı. 2005-2006'dan itibaren 4 sezon üst üste Fransa'nın En İyi  Akademisi ödülüne layık görülecekti. Kaldı ki Clairefontaine gibi dünyaya nam salmış akademilerin var olduğu bir ülkeden bahsetmekteyiz. Olayı net olarak anlattıktan sonra Rennes Akademisi'nin de dünyaca tanınmış ve saygı duyulan bir akademi olduğunu belirtmekte yarar olduğunu düşünmekteyim.

Rennes Akademisi; 22 öğretmen, öğrencilerin en fazla sekizer kişilik sınıflarda eğitim görmesini sağlayacak miktarda derslik, üç hobi odası, çeşitli aktiviteler için imkanlar, iki restoran, yeterli donanıma sahip bir sağlık merkezi, çeşitli boyutlarda spor salonları, kapalı futbol sahaları ve çim sahalara sahip. U14 seviyesinden itibaren çocuklara ev sahipliği yapan Akademi ve dolayısı ile de kulüp, çocukların eğitimine de fazlasıyla önem veriyor. Yüzde 75'lik bir öğrenci diliminin başarılı olarak bu akademiden mezun olduğunu dile getiriyorlar. Tüm bu örgütün yıllık maliyeti yaklaşık 4 milyon Avro olarak görülmekte. Yıllık maliyete rağmen sadece geçen sezon Rubin'e sattıkları alt yapı çıkışlı Yann M'Vila'dan 12 milyon Avro kazandıklarını belirtmek isterim. Maliyet açısından bu işe bakmak fazlasıyla gereksiz olacaktır. Ayrıca Rennes Akademisi bugüne kadar Sylvain Wiltord, Mikael Silvestre, Yoann Gourcuff ve Anthony Reveillere gibi çok yüksek profilli isimleri imal etmiş bir akademidir.

Akademinin yanı sıra kulübün Henri Guerin Antrenman Merkezi, çok övünüp Avrupa'da bile sınırlı sayıda olarak gösterdiğimiz üç büyüklerin tesislerine taş çıkarır cinsten imkanlara sahip bir tesis olarak göze çarpıyor. Bu tesisin yanında hem alt yapı da hem de üst yapı için gerekli kalifiye eleman seçimlerinin de yapıldığını söyleyebiliriz. Özellikle Frederic Antonetti'nin takım ile ilişiğinin kesilmesinin ardından, La Liga'da geçtiğimiz sezon harikalar yaratan Real Sociedad'ın hocası Philippe Montanier'e kulübün emanet edilmesi tesadüf değildi. Ayrıca kamuoyunda Montanier'in amiyane tabirle "attan inip eşeğe bindiği" algısının yaratılması ise tüm bu imkanları düşününce sadece komik gelmekte. Kulübün güncel kadrosunda Romain Alessandrini, Julien Feret, Benoit Costil, Jonathan Pitroipa, Jean Makoun ve Benoit Costil gibi kalburüstü Ligue 1 oyuncuları ile Jean-Armel Kana-Biyik, Vincent Pajot, Anders Konradsen, Nelson Oliviera ve Wesley Said gibi yüksek profilli olabilecek gençler bulunmakta. Philippe Montanier gibi de bu isimleri şekillendirebilecek yetenekte bir teknik direktör ile Stade Rennais yapısı irdelenebilecek bir kulüp olarak göze giriyor.

Kulübün yakın zamanda hele ki malum olduğunuz büyük balıklar var iken şampiyonluğu telaffuz etmesi hakikaten zor görünüyor. Buna karşın alttan gelen çok daha yetenekli isimler olduğu Fransız basınında konuşulan konulardan biri. Ligue 1 Avrupa'nın elit seviyedeki ligleri arasında kıyas yapıldığında sürprizlere açıklık bakımından birinci sırada olan bir kulüp. O havayı yakaladıkları takdirde dünyada sadece alt yapı organizasyonu değil, A takım olarak da konuşulabilecek potansiyelde bir kulüp Stade Rennais. Gerekli tek şey, başta da belirttiğim gibi Bretonlar'a has o fazlasıyla sabırlı olan mizaç.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Repetitif Kader



Oğuzhan Özyakup'un yokluğuna bir de Atiba Hutchinson'ınki eklenince Beşiktaş taraftarından haklı olarak "Eyvah!" nidaları yükselmeye başlayacaktı. Orta sahada "yerli Yaya Toure" performansı ile göz dolduran Veli Kavlak'ın partnerinin Necip Uysal olması birçok şeyin sarpa sarmasına tekabül edecekti. Takım içi pas yüzdesi ile dikkat çeken Atiba'nın yokluğunda Necip'in o kontenjanı dolduruşu neticesinde sadece ilk yarıda 55 adet pas hatası yapılması demek zaten Beşiktaş'ın Çaykur Rizespor karşısında çıkardığı mücadelenin bir özeti de olacaktı. Topun hakimiyetini bir türlü ele alamayan Beşiktaş'a dair ne net done işte bu iki asil eksiklik sebebi ile elde edilecekti.

Oğuzhan ve Atiba'nın yokluğunun üstüne bir de ısınma esnasında sakatlık geçiren Tomas Sivok'un da yerini Ersan Gülüm'e devretmesi "Eyvah!" nidalarının daha da gürleşmesi anlamına gelecekti. Benim uzun yıllardır en -azından Beşiktaş'ın- ilk on birde iki solak stoperle oynama durumu saha içinde vücut bulacaktı. Sivok'un yokluğunda hem alçak hem de yüksek toplara karşı agresyonu düşük olan bu ikilinin nasıl bir geri dönüş vereceği merak konusuydu. Oyun içinde fazla zorlanmamaları hata yapma risklerini de en aza indirdi. Buna karşı hamlesiz ve ağır oluşları sebebi ile takımı sık sık görünmez bir iple çekiyormuşçasına geride tutacaktı. İşte bu noktada yine Oğuzhan ve Atiba'nın eksikliği hissedildi. Takımın dikine boyu uzadı ve hatlar arası mesafe git gide açıldı. Bu da Beşiktaş'ı kısırlaştıracaktı. Manuel Fernandes, Gökhan Töre ve Olcay Şahan'ın hücum melekelerini sahaya kesik kesik yansıtışları da takımın klasikleşen temposunu yapamamasına sebep oldu. Zaman zaman Rizespor kendi sahasına itilip tempo yapılsa da bireysel hamlelerdeki sıkıntılar golün gelmesine engel olacaktı.

Takım genel itibari ile eksikler ve de sakatlık mereti yüzünden şanssız bir evreden geçiyor olsa da golün gelmesi çok da zor olmayabilirdi. Öncelikle Ömer Şişmanoğlu'nun da oyun alanına atılmasının ve Hugo Almeida ile çift santrafora dönülmesi neticesinde baskının dozajı bir tık da olsa artıyordu. Bu durum defalarca şu şekilde tezahür etti:

1.Savunmada kapılan top
2.Kapılan topun Fernandes'e aktarılışı
3.Fernandes'in Almeida'yı bulması
4.Almeida'nın topu tutarak gerekli servisleri yapması ve pozisyonlara ön ayak oluşu

İşte bu dört maddenin en kritik ayağı sayabileceğimiz Almeida'nın yerine oyuna alınan Mustafa Pektemek'in tipleme olarak son derece farklı bir oyuncu olması ve topu bir türlü o bölgede tutamayışı Beşiktaş'a ket vuruyordu. Bu değişikliğin bir sonraki durumdan daha etkili olduğunu, bu sebepten öncelik aldığını da bir ara not olarak vereyim. İkincil sorun ise Dentinho. Rizespor'un en büyük defosu olan o geri dönüş zaafiyeti sebebi ile dakikalar geçtikçe geride daha büyük boşluklar verdiğini hep birlikte gözlemledik. İşte bu noktada Kerim Frei yerine mevcut grafiği ile sadece Brezilya Serie B'de forma giyebilecek kapasitede olan Dentinho'nun oyuna girmesi skandal olarak göze çarpmakta. Şeytanın avukatlığına soyunayım, Slaven Bilic'in tam bir kaos ortamında ayağının tozu ile gelen Kerim'i Galatasaray'a karşı oyuna sokması ne kadar yanlış ise bugün de oyuna sokulmaması onun kadar yanlıştır. Michael Eneramo'nun da niçin kadroda olmadığını sorgulamak sanırım ekstra olarak doğru olacak.

Beşiktaş hala kırılma maçlarını oynayamıyor. Hala baskıya cevap vermiş değil. Son şampiyonluktan itibaren bu durum tekrar etmekte. Bunun en büyük sebebi de "Samanyolu Galaksisi" damgası vurulan Manuel Fernandes başta olmak üzere oyuncu grubunun bu duruma cevap verememesidir. Belki ben çok fazla anlam yüklüyorum, bilemiyorum lakin bu durumda da sahada lider karakter olabilecek tek isim sakatlıktan hala dönemedi: Oğuzhan Özyakup...

Ufuk Tolga Aldırmaz

4 Aralık 2013 Çarşamba

Bir İnsandan Daha Fazlası

Bundan tam iki sene önce, dünya futbolunun olmazsa olmaz ülkesi Brezilya'nın futbol tarihinin en değerli birkaç oyuncusundan biri olan Socrates hayata gözlerini yumdu. Besin zehirlenmesi sebebi neticesinde henüz 57 yaşında hayatını kaybeden Socrates, yeşil çimlerin görüp görebileceği en ilginç karakterdeki futbolculardan biri, belki de en ilginciydi.

Uzun boylu, yakışıklı, sakalları ve saç bandı ile dikkat çeken bu adam günümüz futbol hipsterlerinin en önemli ikonlarından biri haline de gelecekti. Futbol oynadığı yılların, daha da önemlisi onlarca yıl sonrasının nesillerinin aklına bu derece kazınmasının şüphesiz ki fazlaca sebebi var. En önemlisi de kuşkusuz saha içinde kusursuza yakın bir isim oluşu. Botafogo'da başladığı kariyeri, ülkenin bir diğer önemli ekibi Corinthians'da sürecekti. Burada efsaneye dönüşen Socrates'in 1982 Dünya Kupası'ndan sonra hayatı tamamı ile değişip bambaşka bir noktaya gitti. Kıta Avrupası'na ayak basışı maçtan önce seks yapmasını engellemeye çalışan Juventuslu yöneticiler nedeni ile Torino'ya değil de Floransa'ya oldu. Fiorentina'da geçirdiği kısa süre sonrası tekrar ülkesine döndü. Flamengo, Santos ve futbola başladığı Botafogo'ya selam çakarak kariyerini sonlandırdı. Tabii bir de hakkında çıkan efsanevi diyebileceğimiz onun futbola başladığı zamanlarda okulu için İrlanda'ya gittiği ve burada Dublin Üniversitesi'nin futbol takımında top koşturduğu dedikodusu var. Doğrulanmamış bu dedikodu tamamı ile bambaşka bir yazı konusu olabilir.

 "Bu takım hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar."

Futbol sahasında Socrates'in ulaştığı en üst sınır 1982 Dünya Kupası'dır. 1982 Dünya Kupası, 1954 Dünya Kupası'nı şanssız biçimde kaybeden Macarlar'dan sonra kaybedene en çok sempati duyulan Dünya Kupası olacaktır. Brezilya önemli teknik direktör Tele Santana'nın yönetimi ve Socrates'in kaptanlığında yer aldığı Dünya Kupası'nda daha sonra kupayı kaldıracak olan İtalya'ya destansı bir şekilde elenip evine dönecekti. Socrates takıma karşı sarf ettiği malum sözler ile ne denli keyifli ve akla kazınan bir futbol oynadıklarını da niteliyordu. İdealizmi yansıttığını düşündüğü takımının elenişi ile ilgili açıklamalar yaparken ne üzgün ne de hüzünlüydü. Dünya Kupası şampiyonluğu ve Dünya Kupası birinciliği arasındaki farkı özümsediğinden ötürü ülkesindeki halkına doğrudan hitap edecekti: "Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay. Siz zoru başaracaksınız."

18 yıldır askeri diktatörlüğün yönetiminde olan Brezilya halkı Socrates'in bu sözleri ile etkilenecekti. Dünya Kupası'ndan döndükten sonra o dönem oynadığı Corinthians'ın başkanından izin alarak arkadaşları ile Corinthians Demokrasi Harekatı'nı kuracaktı. Maçlarda arkasında "Ayın 15'inde Oy Ver!" önünde ise reklam yerine "Demokrasi" yazılı bir forma ile çıkıyorlardı. Bu harekat Sao Paolo Eyalet Şampiyonluğu'nu da kazanıp daha da dikkat çekici bir hal aldı. Baskı rejimi tarafından rahatsız olunarak uyarı alındı. Ne de olsa spor ile siyasetin alakası günümüz Türkiyesi'nde olduğu gibi o zamanın Brezilyası'nda da yoktu. Kulüp, bundan hiç de rahatsız olmuş gibi görünmedi. Aksine harekatın devamlılığı sağlandı. Socrates de dönemin halk kahramanı olarak ilerleyen yıllarda anılacaktı. Öyle ki Brezilya Devlet Eski Başkanı Lula'nın "Ülkemiz demokrati bir ülke ise Brezilya halkı Socrates ve 1982 takımına çok şey borçlu." diyerek bunu kanıtladı.

Botafogo yıllarında Corinthians'a geçerken futbolun yanında aynı zamanda doktor olabilmek için de dirsek çürüten Doktor Socrates, "Halk Kahramanı" sıfatını da hak ettiğini mesleğini icraa ederken gösteriyordu. Çoğu zaman amiyane tabirle varoş diye adlandırabileceğimiz bölgelerde ücretsiz sağlık kontrolü ve ilaç dağıtımı da yaparak sadece fiziken değil ruhen de koskocaman bir adam olduğunu kanıtlıyordu. Babasının "Socrates" ismini verirken ne düşündüğünü bilmiyorum lakin Socrates adının hakkını vererek bir felsefe doktorası da yaptı. Üstelik bunu futboldan daha çok önemsedi. Ülkesinde halkı bilinçlendirmek için birçok sivil toplum örgütünde görev alıp çeşitli alanlarda yazılar da yazdı. Entellektüelliği günümüz içi boş futbolcularının -eğer biraz bilinçliler ise- imrenerek baktığı bir olgu olmalı.

Çocukluk kahramanları olan Che Guevara, Fidel Castro ve John Lennon'ın ayak izlerini takip ederek bir şeyler yapmanın peşinden gitti. Oğluna Fidel ismini verdi. Her fikre, her görüşe saygı duydu ve özellikle bu görüşlere mensup insanlar tarafından sahiplenildi. Şüphesiz ki onu bu denli benimseten de bu özelliği oldu. "Futebol: Brazilian Way of Life" adlı ünlü kitabın yazarı Alex Bellos şöyle söylemiş:"Brezilya'ya her gelen birine aşık olur." , Alper Öcal ise böyle geliştirmiş: "Futbolseverler için de o kişi hiç kuşkusuz Socrates olur.". Benim için de Socrates için naçizane ekleyebileceğim şey "Bir insandan daha fazlası" olduğu oldu.




1 Aralık 2013 Pazar

Winner Olamamak

Ligin kaderini birincil elden çizecek maç şeklinde nitelediğimiz karşılaşma, Cüneyt Çakar'ın varlığı dışında enfes bir şekilde başladı ve sona erdi. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, Cüneyt Çakır'ın verdiği ya da vermediklerine girecek olursak sanırım birkaç gün aralıksız tartışıp mutabakata varamayız. O yüzden en güzeli o hiç var olmamış gibi davranıp, saha içindeki güzellikleri görebilmeye çalışılmalı. En kestirme yol budur.

Birkaç ufak detay dışında -özellikle Beşiktaş tarafının- derbinin taraflarının birbirleri ile oynadığı son dönem maçlarına bu kadar hazır çıktıklarına şahit olmamıştım. Teknik direktörler Ersun Yanal ve Slaven Bilic, pratikte son derece doğru kararlar verdi. Bu kararlar rakibi oynatmama öncülünde değil, "Biz nasıl oyunu kontrol altına alırız?" minvalinde alınmıştı. Açıkçası son derece de tatmin edici bir durumdu bu.

Maç Slaven Bilic'in aldığı kararlara paralel başladı. Beşiktaş sakin biçimde topu ayağında tutup hem rakibi koşturuyor hem de rakibini kaleden uzak tutup hızlı hücumlar yapıyordu. Rasyonel biçimde oynamak diye buna diyoruz. Rakibin ilk saniyeden itibaren ısıran, savaşan, basan yapısı nasıl bozguna uğratılır bunun en güzel örneği oldu ilk on dakika. Nitekim Beşiktaş Hugo Almeida'nın Olcay Şahan'ı güzel görüşü neticesinde golü buldu. Açıkçası Beşiktaş adına rüya gibi bir başlangıç oldu. İşte bu dakikadan sonra işler de tam anlamı ile değişecekti. Beşiktaş orta sahası rakip orta sahaya basma, geri dörtlüsü ise çakılı kalmaya meyilli idi. Rakip orta sahaya basma ve çaklı geri dörtlünün ortak handikabını ortadan kaldırmak için savunma dörtlüsünü çizgi olarak ileriye itmek durumunda kaldılar. İşte bu noktayı öngören Ersun Yanal'ın Emmanuel Emenike hamlesinin önemi ortaya çıkıyor. Savunmada geniş boşluklar bırakan Beşiktaş'ı ligin alanında en iyi santraforlarından biri olan Emenike ile vurmak fazlasıyla akıllıca oluyordu. Özellikle Ersan Gülüm'ün ne hava toplarında ne de indirilen toplarda hamlelerinin yeterli olamaması Beşiktaş savunmasının belini büküyordu. Bunun yanı sıra beklerde rakip forvet kanatlarına atılacak uzun toplar öngörülüp Serdar ve Atiba hamlesi gelmişken, Sow'un Serdar'ın bulunduğu bölgeden ceza sahasına girip golü yaptırması fazlası ile ironikti. Emenike'nin golünden sonra Raul Meireles'in kırmızı kartı görmesi Fenerbahçe adına tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Buna karşın savunma hattını yine ileride yakalayıp topu alan Emenike bu kez Sow'u görecek ve takımını öne geçirecek golü atacaktı. Ardından savunma ve organizasyon anlamında Meireles'i arayan Fenerbahçe topu kullanma ve daha da önemlisi savunma anlamında sıkıntılar yaşayacaktı. Bunun da ceremesi Almeida'nın iki golü ile çekildi. Santrası yapılmayan top neticesinde Beşiktaş 3-2 önde ilk yarıyı tamamlıyordu.

İkinci yarı başladığında Fenerbahçe kırmızı kartın şokunu üzerinden atmış vaziyette oyun alanına geldi. Çok daha bilinçli bir şekilde oynayacaklardı. Sahada kaç kişi olduklarını görüp, karakter de koyarak maça ortak oldular. En önemlisi de, on kişinin dezavantajlarını yok edecek bir biçimde dar alanda oyunu oynayacaklardı. İşte bu noktada Beşiktaş'ın bu kadar baskı yemesinin sebebi ortaya çıkacaktı. Beşiktaş oyunu bir türlü genişletemedi. Topu Fenerbahçeli futbolculara vermekten ziyade topa sahip olmayı düşünmediler bile. Bunun da cezası karşı tarafın az önce de altını çizdiğim gibi karakter koyuşu neticesinde çekilecekti. Ortada yaşanan olaylar bir tarafa, maçın kırılma anı da Veli'nin sakatlanıp oyundan çıkışı olarak görünüyor. Necip'in girişi ve Fernandes'in takımına ihanet edercesine sahada duruşu -gerçekten durdu- Oğuzhan'ın üzerine acayip bir yük bindirdi. Necip atılıp Fenerbahçe'nin golü gelene kadar da durum böyle devam etti. Golden sonra Selçuk Şahin'in oyun alanına girişi topun iki taraf arasında birer ataklık periyotlarla paylaşılmasına sebep oldu. Kontak kapatmış olan Oğuzhan, bu dakikalarda bir kez daha sahneye çıktı. Pozisyonların baş mimarı oldu, yine.

Maç beraberlik ile sonuçlanırken iki taraf da aslında ne mutlu ne de mutsuz olacaktı. Fenerbahçe'de özellikle Mehmet Topal ve Alper Potuk'un hakikaten muhteşem performansları fazlası ile dikkat çekti. Beşiktaş'ta ise Hugo Almeida sanırım herkesi yanılttı. Serdar Kurtuluş, Ersan Gülüm ve Gökhan Gönül gecenin felaket isimleri oldu. Beşiktaş rakibi on kişi kalmışken cevap verecek karakterde oyunculara sahip olmamanın acısını çekti. Aslında direkt olarak "winner" oyuncu grubuna sahip olunmaması bunda bir numaralı etken. Hele ki takımın lideri dediğini Portekizli zat-ı muhterem Manuel Fernandes bu karakterden çok uzaksa, ligin net biçimde en zor deplasmanı Kadıköy'den galibiyet ile çıkmanız ciddi manada zor olacaktır. Bilic'in kenar müdahalelerinde gecikmesi ve oyunu net biçimde okuyamamasına da eksi puan yazabiliriz. Bunun dışında Fenerbahçe aslında berabere kaldığı maçı kazanarak şampiyonluk yolunda çok önemli bir puan kazanacaktı.

28 Kasım 2013 Perşembe

Buram Buram Galibiyet Kokusu


Juventus, İtalya'da Kopenhag'ı ağırladı. B Grubunun son sırasındaki Juventus, yoluna devam edebilmek için galibiyete ihtiyaç duyuyordu. Aksi sonuçlar çetrefilli bir yola girileceğinin habercisi olacaktı. Kopenhag ise Torino'daki karşılaşmadan puan çıkartabilmenin peşindeydi. Maç öncesi puan eşitliği neticesinde üçüncü sırada kendilerine yer buluyorlardı.

Antonio Conte klasikleşmiş 3-5-2'si ile takımını sahaya sürdü. Göze çarpan tercih ise Ogbonna yerine Cacares'in oynuyor oluşuydu. Bonucci libero olarak sahadaki yerini her zamanki gibi alıyordu. Kanatlarda Padoin ve Asamoah oynadı. Orta üçlüde Pirlo'nun yanında Vidal ve Pogba vardı. Burada belki bir nebze Marchisio düşünülebilirdi lakin Pogba'nın geçtiğimiz sezon çıkışı ve içinde bulunduğumuz sezondaki form grafiği bunu sezonun başından beri doğal kılıyordu. Forvetin en ucunda ise hedef santrafor olarak Llorente yer aldı. Bir adım gerisinde daha çok yardımcı santrafor rolü ile yer alan Tevez, Llorente'nin civarında dolaşan tehlikeli adam olacaktı Kopenhag için.

Stale Solbakken ise 4-3-3 ile sahadaki yerini aldı. Kanatlarda Gislason ve Toutouh ileride sahte dokuzvari bir tercih ile Jorgensen yer alacaktı. Vari diyorum çünkü kuvvetle muhtemelen Jorgensen bile Solbakken'in kendisinden ne istediğini çözememiştir. Buna karşın yine de fazlasıyla çalışkandı. Ortada Bolanos, Claudemir ve Delaney yer aldı. Bu bölge için altı çizilecek olan nokta üçlünün sürekli olarak yer değiştirmesi olacak. Sürekli ters eşleşme ile rakip orta üçlüyü kontrol ettiler. Bolanos'un sağ kanat orijinli bir isim olması zaman zaman bu mantığın işlemesini engelledi. Juventus orta sahası rahatlayıp gerekli alanı elde etti. Savunmada ise kanat beklerin çakılı olmasa da ona yakın bir bilinç ile hareket ettiklerini de gördüğümü söylemeliyim.

Kopenhag maçın ilk dakikalarında topa sahip olan taraftı. Bunda kontrollü oyun anlayışı ile sahaya çıkışları etken oldu. Savunmada kısa paslar yapıp direkt atılacak olan toplarla hücum yapmanın peşinde koştular. Juventus ise agresif biçimde topa baskı yaparak buna engel olacaktı. Bilinçli bir şekilde topu onlara verdiklerini gözlemledim dersem yanlış olmayacaktır. Topa sahip olamamaktan çok rakibin neler yapabileceğini tartmak ister gibiydiler. Nitekim on dakika geçildikten sonra topu kontrolleri altına aldılar. Maçın ilk tehlikeli atağı da Pirlo'nun yolladığı uzun top ile ceza sahası içinde buluşan Pogba'nın şutunun Wiland'da kalması ile gelecekti. Pirlo'nun şefliğinde adrese teslim uzun topların genelde iki buluşma noktası oluyordu. İlki Llorente, ikincisi de Asamoah... Kanat organizasyonları yapılmak istendiğinde Asamoah'a yollanan toplar içeride yer alan Llorente ve Pogba'ya özellikle indirilip pozisyon elde edilmeye çalışıldı. Nitekim Pogba kullanıldığı zamanlarda fazlasıyla etkili olundu. Llorente ve geriden gelen Tevez ile eşleşen stoperler Pogba'nın topla buluşmasına engel olamıyordu. Llorente'ye yollanan toplar ise indirilip Tevez ile dağıtılıp pozisyonlar bulunuyordu. 27. dakikada az bir mesafe önde yakalanan Kopenhag savunmasının arkasına atılan topla buluşmaya çabalayan Pogba'nın yanına sokulan Jacobsen garip bir biçimde topla Pogba arasına elini soktu ve resmen penaltıyı çaldırdı. Topun başına geçen Vidal skor tabelasını değiştirdi: 1-0... Bu dakikadan sonra iyice sinen Kopenhag pozisyon üzerine pozisyon yiyordu. Bu pozisyonları baş kahramanı da hep Pogba oldu. İlk yarı bu skorla tamamlanırken Juventus'un galibiyetinin kokusu buram buram gelecekti. İkinci yarıda ise Kopenhag biraz daha rahat biçimde hücum etti. Özellikle Claudemir'in art arda iki uzun tacından elde edilen karamboller, üçüncü kezde golle sonuçlandı. Ceza sahası içinde uzaklaştırılamayan top Olof Mellberg'in vuruşu ile gol oldu. Mellberg eski takımına attığı gol neticesinde sevinmedi fakat iki dakika sonrasında sevindirdi. Llorente'yi sırtı dönük pozisyondayken döndürüp, beline sarılarak yine penaltıyı çaldırttı. Topu başına geçen Vidal 56'da gelen beraberlik golünün ardından 60. dakikada yine Juventus üstünlüğünü getirdi. Golden henüz iki dakika sonra sol kanatta topla buluşan Pogba topu sağ ayağına alıp ortayı arka direğe kesti. Burada güzel bir kafa vuruşu yapan Vidal, kendisinin ve takımının üçüncü golünü atıp maçı da bitirdi. Topu maçın başında olduğu gibi rakibine bırakan Juventus savunma moduna geçti. Tehlikeli herhangi bir atak bulamayan Kopenhag, kalesinde pozisyonlar verdi. Juventus ekstra bir gol bulamayınca üç puanı üç golle hanesine yazdırmış olacaktı.

Altı puana yükselen Juventus, haftaya İstanbul'da temsilcimiz ile gruptan çıkmak için mücadele verecek. Real Madrid'e Santiago Barnebeu'da mağlup olan Galatasaray, Juventus'a karşı kazanması halinde gruptan ikinci olarak çıkacak. Temsilcimizin işi hiç de kolay değil. Son sıradaki Kopenhag ile puan eşitliği olan Galatasaray'ın ikincilik hesabı yaparken sonuncu olması da ihtimaller dahilinde. Eğri oturup doğru konuşacak olursak Juventus bu geceki galibiyeti ile ikinciliği büyük bir ölçüde garantiledi. Bundan sonraki her sonuç sürpriz olacaktır.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Ölüm ile Eş değer

Rusya'da oynanan Zenit St. Petersburg - Atletico Madrid karşılaşmasının ardından oynanan G Grubu'nun ikinci karşılaşmasında Porto, Estadio Dragao'da Austria Wien'ı konuk etti. Zenit - Atleti karşılaşmasının 1-1 sonuçlanmasının ardından grupta ikincilik hesabı yaparak sahaya çıkan Porto, Austria Wien karşısında istediği sonucu alamadı ve maç grubun diğer karşılaşmasına nazire yapan cinsten 1-1 sonuçlandı.

Paulo Fonseca eksiksiz biçimde çıktıkları karşılaşmada aşağıdaki gibi takımını dizdi. Klasikleşmiş oyun düzenlerini zayıf rakipleri karşısında devam ettirebildiler. Avrupa'nın elit sayılabilecek iki bekine sahip olmanın avantajını fazlasıyla kullandılar. Özellikle sol bek Alex Sandro'nun oyunu hakikaten fazlasıyla efektifti. Sürekli bindirme ve ortalarla forvetlerini besledi. Danilo da onun kadar olmamasına rağmen son derece etkin biçimde oynadı. Orta üçlüden Portekiz vatandaşlığına yeni geçen Fernando Reges göz dolduran performansını devam ettirdi. Buna karşın Steven Defour ve Lucho Gonzalez onun oyununa ayak uyduramadı dersek doğru olacaktır. Kanat organizasyonlarını bekleri sayesinde etkin kılan Porto, merkezden yeteri kadar etkinlik sağlayamadı. Rakip stoperleri döven ortalar yerine merkezi biraz daha etkin kullanabilseler kuvvetle muhtemel maç rahatlıkla koparılacaktı. Bu durumda etkili olan rakipten ziyade Defour ve Lucho'nun gününde olmamasıdır. Ön alanda santrafor Jackson Martinez bildiğiniz klasını devam ettirdi. Yardımcı forvetlerden Lica gayet olumlu işler yapsa da Josue bu ikiliye ayak uydurmakta zorlandı.

Menad Bjelica rakibi Fonseca kadar rahat biçimde takımını yayamadı. Özellikle Alexander Gorgon ve Florian Mader takım için önemli eksikler olacaktı. Yukarıdaki gibi sahaya dizilen Wien'in en büyük handikapı hücum aksiyonlarında sağ kanadı kullanmayı ön planda tutuyor oluşuydu. Alex Sandro'nun bu kadar etkili olmasının bir diğer sebebi de buydu. Türk asıllı Emir Dilaver ve Avustralyalı James Holland'ın orta alanda rakibin merkezden etkisiz olmasına karşın sık sık aciz duruma düştüğünü gördük. Fizik olarak iyi durmalarına karşın orta seviyede bir temponun hakim olduğu oyunda ağır kalmalarını açıkçası çok garipsedim. Genel itibari ile tecrübesiz ve yeteneksiz olmanın acısını çektiler diyebilirim.

Maç yüksek tempoda başladı. İlk on dakika iki taraf adına da topa sahip olma mücadeleleri ile geçilirken 11. dakikada golü savunmanın kaybettiği topu kazanan Kienast'ın uzaktan şutu ile Helton'u avlamasının neticesinde buldular. Amiyane tabirle golün verdiği gaz, onları oyunda bir süre daha tutacaktı. Fiziksel direnç gösterip Porto'nun rahat bir oyun sergilemesine engel oldular. Bu durum ilk yarım saatlik dilim boyunca sürdü. Lucho Gonzalez'in ara pasında kaleci ile karşı karşıya kalan Defour, Lindner'e takılırken merkezin önemini de bize ispatlayacaktı. Alex Sandro iyiden iyiye topa ısınırken, o kanattan üst üste ortalar gelmeye başladı. Wien stoperleri tarafından savuşturulan tepkiler yine de baskıyı azaltmaya yetmedi. Forvetin kanatları Josue ve Lica sürekli yer değiştirip rakip savunmanın düzenini bozuyordu. Özellikle Lica'nın sağ kanada geçtiği zamanlar orta yolu ile Jackson Martinez'e pozisyonlar oluşturuyordu. Austria Wien edilgen yapıya büründükçe yapabileceği en iyi şey olan kontra ataklara başvurdu. Kazanılan topları genellikle uzun yollayarak etkili olmaya çalıştılar fakat nafile.İlk yarı Austria Wien'in üstünlüğü ile geçildikten sonra Porto vitesi arttıracaktı. Baskıyı iyiden iyiye hissettirdiler. 48. Dakikada korner neticesinde oluşan karambolden Jackson Martinez ile gol çıkarıldı. Golden sonra bir beş dakika kadar bu tempoyu sürdürmelerine rağmen kendileri de sinecekti. İyice düşen tempo Porto adına aralıklı biçimde de olsa pozisyonlar getirdi. Özellikle 82. ve 90. dakikalarda Jackson Martinez'in kaleciye takıldığı pozisyonlar gecenin skorunu tayin edecekti: 1-1...

İki puanda kalıp ikili averaj neticesinde elenen Austria Wien'in teknik direktörü Bjelica son hafta iyi bir sonuç almak için ellerinden geleni yapacaklarını söylemesine rağmen Zenit'ten puan kapmaları zor görünüyor. Zenit'in olası galibiyet ile puanını dokuza çıkaracağını düşünecek olursak, Porto evinde bıraktığı iki puanı çok arayacak gibi görünüyor. Fonseca'nın işi hakikaten çok zor. Vicente Calderon'dan galibiyet koparsalar bile Austria Wien'e bağlı kalmak ölüm ile eş değer.

26 Kasım 2013 Salı

Ne Şiş Yansın Ne Kebap



Şampiyonlar Ligi G Grubu'nun dördüncü maçlar sonunda ilk iki sırasını oluşturan takımları Atletico Madrid ve Zenit St. Petersburg, Rusya'da karşı karşıya geldi. St. Petersbug'da oynanan karşılaşma için sonda söyleyeceğimi bu kez başta söylemek istiyorum. Biri Ruslar'a futbolcuya yaptıkları yatırımdan önce tesislere olan yatırımları -özellikle statları- arttırmaları gerektiğini anlatmalı. Zemin ciddi anlamda kar yağışı olmamasına rağmen felaketti.

Luciano Spaletti Danny'nin yokluğu haricinde sahaya tam kadro çıktı. Diego Simeone ise grup liderliğini garantilemenin vermiş olduğu rahatlıkla, Rusya deplasmanında yedek ağırlıklı bir kadro ile sahadaki yerini alacaktı. Zenit, kontrollü bir agresiflik ile maça başladı. Bu agresifliğin karşılığı sertlik değildi. Puan almanın bilincinde olduklarını hissettirdiler. Savunmada yerleşik düzeni bozmama gayreti ile birlikte orta alanın zaman zaman fazlasıyla statik kaldığını gördük. Bu da kompakt bekleyişi karakteristik özellik haline gelmiş olan Atletico Madrid'e karşı zorlanılma anlamını taşıdı. Top üçüncü bölgeye gönderilmekte zorlandı. Kısa ayağa paslar dönüp dolaşıp Atleti'nin ayağında kalıyordu. Atleti de kapılan toplar ile direkt hücumun peşindeydi. Henüz ikinci dakikada Criscito'dan seken topa vuran Gabi, kaleyi tutturamadı. Top üstten oyun alanının dışına gitti. Orta alan mücadelesinden öteye gidilemeyen maçın ilk yarısındaki pozisyonları genelde bu tarz şutlar oluşturdu.14. dakikada Hulk'un şutu da buna örnek oldu. Courtois'den seken topu Alderweireld dışarı yollamayı başardı. Karşılıklı pas hataları ve top kayıpları da dikkat çekecekti. Maçın o ana dek en net pozisyonu da 28. dakikada Cristian Rodriguez'in savunma arkasına sarkışı ile oluştu. Fakat topa ilk dokunuşu iyi yapamayan Rodriguez, Lodigin'e takılacaktı. Bundan iki dakika sonra Juanfran'ın Shatov'u düşürmesi neticesinde duran topu kazanan Zenit Witsel'in kafası ile gole yaklaştı. 44. dakikada Koke'nin yine ceza sahası dışında vuruşunu çıkaran Lodigin, ilk yarıda topa sahip olan son futbolcu olacaktı. Düşük tempoda, zevksiz bir ilk yarı geçirildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

İkinci yarı daha tempolu biçimde başladı. 52. dakikada Atletico Madrid kalesinde yaşanılan karambolden gol çıkaramayan Zenit, kontra ataktan kalesinde tehlikeyi görecekti. Topu soldan içeri girerken taşıyan Adrian, kaleci Lodigin ile karşı karşıya kalıp temiz bir bitiriş ile takımını 1-0 öne geçirecekti. Ölü toprağı taşıyan iki takım da bu gol ile bir silkelendi. Golden henüz bir dakika sonra topu üçüncü bölgede ayağına alan Raul Garcia kalecinin önde olduğunu görüp topun dibine girdi. Top direkten dışarıya çıktı. Harika bir gol şansı tepilmiş oldu. Daha sonra Spaletti oyuna aynı anda iki kez müdahale edip geriye çekilecekti. 63. dakikada Faizulin-Bystrov ve Shirokov-Arshavin değişiklikleri yapıldı. Bu takımın oyun içinde kanatlara ağırlık vermesini sağlayacaktı. Bystrov sağ kanada, Arshavin de sol kanada geçti. Hulk biraz daha serbest bir rol alıp yardımcı forvet rolünü üstlendi. Shatov da sıklıkla Witsel'in yanına kadar sokuldu. Nitekim aranılan gol 75. dakikada gelecekti. Smolnikov'un sağ kenardan ortası Alderweireld'in kafa vuruşu ile Courtois'i "komik" biçimde mağlup edecekti. Skoru tayin eden bu gol maçın bitişine de tekabül etti diyebiliriz.

Atletico Madrid yenilgisiz devam ediyor. Zenit ise altı puana yükseldi. Bu akşam 21.45'te oynanacak olan Porto - Austria Wien maçının sonucunu bekleyecekler. Bu maçı kazanmamaları için pek bir sebep yoktu fakat yine de işi son maça taşıyor olmaları da kağıt üstünde pek önemli görünmüyor. Porto Vicente Calderon'a, Zenit de Avusturya deplasmanına gidecek. İkincilik yarışı iyice kızışmış durumda.

22 Kasım 2013 Cuma

Les Dogues



Eski bir sanayi kenti olan Lille, bu nitelemeden kurtulabilmek için bir dizi yeniliğe kucak açtı. Fransa Sosyalist Partisi Genel Sekreteri ve aynı zamanda dönemin Lille Belediye Başkanı olan Martine Aubry'nin girişimleri ile bu dönüşüm sancısız biçimde gerçekleşti. İlk etapta 2004 yılının Avrupa Kültür Başkenti seçilen Lille, buna uygun bir biçimde dönüşümünün adımlarını da atacaktı. Aynı zamanda Fransa'nın kuzeyinde Belçika sınırının bir kısmını oluşturan şehrin konumu ulaşımın önemli bir noktası olarak kullanılmaya başlandı. Şehrin sakinleri hem bu adımlara kayıtsız kalmayıp hem de daha fazlası için ellerinden geleni yaptı. Lille Olympique Sporting Club da şehrin sakinleri tarafından benimsenip, sembollerden biri haline getirilecekti.

Olympique Lillois ve Sporting Club Fivois'in 1944 yılında birleşmesi neticesinde kurulan Lille OSC ilk başarısını Fransa'nın tepe liginin ipini 1946'da göğüsleyerek alacaktı. Ardından gelecek olan 1954 ve Rudi Garcia yönetiminde kazanılan 2011 şampiyonlukları da kulübün tarihinde altın harfler ile simgelenmiş vaziyette. Aynı zamanda altı kez Coupe de France ve sonuncusu ülkemizde Trabzonspor'u çalıştırdığı günlerden hatırladığımız Vahid Halilhodzic yönetiminde kazanılan beş de Ligue 2 şampiyonlukları mevcut.

2000'de Vahid Halilhodzic yönetiminde Ligue 1'e çıkan Lille, daha sonra önemli bir başarıya imza atarak ligi üçüncü sırada bitirecekti. Bu önemli başarının ardından kulüp ilk ona girme çabasını sergileyen orta sıra takımı haline geldi. İşte dönüşüm de tam da bu sırada başlayacaktı.

1947 Paris doğumlu olan iş adamı ve film yapımcısı Michel Seydoux başkanlığı selefinden devralırken takvimler 2002 senesini gösteriyordu. Seydoux'ya başkanlık yeterli gelmedi ve 2004'te kulübün çoğunluk hissedarı sıfatını da edindi. Belediye Başkanı Aubry'nin de desteğini tam anlamıyla arkasına alan Seydoux, şehrin en kuzeyi olan sınır bölgesine yakın bir araziyi 600 bin Avro'ya kulübe kazandırdı. Başkanın hayali burada çok büyük bir tesis yapmaktı.Kulübün alt yapısı da dahil olmak üzere saha içi ile alakalı tüm organların buraya geçirilmesi planlanıyordu. Gerekli adımlar atılacaktı. Bu arazinin ardından yine Aubry'nin de desteği ile "Grand Stade Lille'in" yapım izinleri de alınacaktı. 2012 yılında bitecek -günümüzde kullanılıyor- olan stat, 50 bin kişilik kapasitesi ile birlikte tam anlamıyla birinci sınıf bir stat olacaktı.

Yönetim istikrarı, tesisleşme adımları derken sıra başarıya gelecekti. Geniş bir gözlemci ağı zaten var olan Lille bunun meyvelerini de yemeye başlayacaktı. Ufaktan ufağa oyuncu satışlardından kar elde edilmeye başlandı. Misyonunu tamamlayan her futbolcu yarışmacı bir takım kurabilmek adına satılıyordu. Alt yapı organizasyonundan da A takıma oyuncu çıkarılması ilk hedeflerden biri olurken devamında da bu oyuncuların satılması ve daha da iyilerinin yetiştirilmesi amaçlanıyordu. 2008 yılında göreve gelen Rudi Garcia da bu projenin beyin takımındaki yerini alacaktı. Amaç gözlem ağı ve alt yapı mahsüllerini bir arada toplayarak her geçen sene üstüne koyan bir takım yaratmaktı. Garcia'nın 4-3-3'üne uygun parçalar eklenmeye devam ediyordu. Mikro düzeyde Katalan ekibi Barcelona'yı örnek alan Başkan Seydoux'nun takımına da tam da hayalindeki futbolu oynatıyordu Garcia. Kısa pasları, hızlı direkt hücumlar... Takımın yıldızı da hepinizin bildiği gibi alt yapıdan yetişmiş en önemli değer Eden Hazard'dan başkası değildi. Rudi Garcia sezon sonunda Ligue 1'in en iyi teknik direktörü seçilirken geride Ligue 1 ve Coupe de France Şampiyonu bir Lille bırakmıştı. Şampiyonlar Ligi ve yeni açılacak olan stadyumdan gelecek gelirler de ana kalemin ekstralar olacaktı. Ana kalem tabii ki az önce dillendirdiğim gibi futbolcu satışından başka bir şey değildi. Dublenin de kapsandığı son on sezonluk periyotta Lille toplamda 193 milyon Avro'luk bir futbolcu satışı yapacaktı. Gözlem ürünü olan Eric Abidal, Mathieu Bodmer, Kader Keita, Stephan Lichtsteiner, Michel Bastos, Adil Rami, Peter Odemwingie, Gervinho, Moussa Sow ve Florian Thauvin'den toplam 103 milyon Avro'luk bir gelir elde edildi. Alt yapı ürünü ve alt yapı ürünü sayılabilecek olan Jean II Makoun, Mathieu Debuchy, Yohan Cabaye, Kevin Mirallas, Aurelien Chedjou, Eden Hazard ve Lucas Digne'den ise 90 milyon Avroluk gelir elde edildi. Hakikaten dudak uçuklatıcı bir meblağ.

Yaklaşık 100 milyon Avro'luk bir gelir kalemini oluşturan alt yapı, yine yukarıda satır arasında belirttiğim gibi kuzeyde alınan araziye taşınacaktı. Bu tesislere Domaine de Luchin adı verildi. 43 hektarlık bir alana konuşlanmış olan Domaine de Luchin, profesyonel oyuncuların da kullanabileceği her türlü ihtiyacı karşılayabilecek şekilde dizayn edilmiş. Vestiyerinden tutun da sağlık ekibine kadar, dinlenme odalarından tutun da restoranlara kadar çok geniş olanaklar sağlıyor. Akademik bir yapıda olan Domaine de Luchin'in içinde derslikler de barındırdığını söylemeliyim. Doğal-yapay çim sahalar, kaleciler ve jogging için özel alanlar, yarı olimpik yarış pisti, dağ bisikleti ve bilumum seçeneklerin içinde bulunduğu akademi sporcular için tam anlamı ile bir nimet. Kurulduğu tarihten itibaren toplam maliyet yaklaşık 30 milyon Avro'ya denk gelmekte. Buna karşın geri dönüş ve sadece Eden Hazard'dan 40 milyonluk bir gelir elde edildiği düşünülünce hiç de fazla gelmiyor değil mi?

Lille OSC doğru yatırımın Fransa'nın kuzeyindeki karşılığıdır. Rasyonel bir işletme zekası, iş bilir insanların idealist girişimleri neticesinde çok değil dokuz sezonda orta halli bir takım Fransa'nın son döneme damga vurmuş özel takımlarından biri haline getirildi. Üstüne sağlanan kar marjı da düşünülürse Lille'in yaptıkları tam bir rol model olarak alınabilir. Buna karşın yarışmacı kimliğin kaybedilmemesi için takımın düzenli olarak Şampiyonlar Ligi potasına girmesi gerektiğinin de farkındalar. Çalışmalar bu yönde. Paranın simgesi haline daha şimdiden gelen Paris Saint-Germain ve Monaco gibi iki kulübü takip eden Marsilya ve Lyon'u da hesaba katarsak Lille'in işi hiç kolay görünmüyor. Kim bilir? Belki yine Rudi Garcia'nın altına imzasını attığı bir destan tekrarlanabilir. Bekleyip göreceğiz.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Reaktif Teknik Direktör:Slaven Bilic!

Kötü gidişata dur demenin vakti gelmiş de geçiyordu Beşiktaş adına. Bunun için sanırım en doğru takımlardan biri de ligin dibine demirlemiş olan Kayserispor olacaktı.

Slaven Bilic, Hırvatistan Milli Takımı'nda yardımcısı olan ve sezon başında Beşiktaş'ın ilgisinin malum olduğu Robert Prosinecki karşısında geçtiğimiz haftaki kadroyu karbon kağıdı ile eşleştirerek sahaya sürmüştü. Prosinecki de vatandaşına karşı farklı bir uygulamaya gitmemişti.

Taktik

Beşiktaş'ın oyun felsefesi zaman zaman sekteye uğramış olsa da hepinizin malumu. Pratik üzerinden gidelim. Hatlar yine mümkün olduğu kadar sıkışık tutulmaya çalışıldı. Rakip topa sahip olduğu zaman genel itibari ile kompakt bekleyiş düzeninden şaşılmadı. Belirli pozisyonlarda rakip stoperlere ve beklere basarak top yapılması engellenmeyen çalışıldı. Topa sahip olunup, mümkün olduğunca hızlı -tabii ki Gökhan Töre ve Manuel Fernandes ikilisinin topla olan seviyeli beraberliğine rağmen- çıkılmaya çalışıldı. Sıkıntıların baş gösterdiği noktalar da yine belirliydi. Atiba Hutchinson'ın göbekte olmadığı her karşılaşmada olduğu gibi pas oranı düştü. Ribaundların toparlanma süreci sadece Veli Kavlak'ın omuzlarında yük haline geldi. Bekleyiş düzeninde ve daha da önemlisi hücuma çıkışlarda orta sahada oluşan alan boşlukları doldurulamadı. Zaman zaman Kayserispor'un oyunu eline almasının birincil sebebi görebildiğim kadarı ile bu oldu. Üstüne bir de Veli'nin sarı kartı görmesi, işin tuzu biberi olacaktı.

Geçtiğimiz haftalarda yaşanılan puan kayıplarını bir sebebi olarak da hücum hattını göstermiştik. O sıkıntılar belirli biçimde devam etmekte. Öncelikle Hugo Almeida'nın heyecanlı davranarak harcadığı net karşı karşıya fırsatları bir kenara bırakalım. Asli görevinin gol atmak olduğunun da farkındayım lakin oyunda kaldığı süre içerisinde -çıkışına sebep olan düşüş hariç- hücumdaki akışkanlığı bir nebze olsun sağladı. Yerine giren Michael Eneramo ise gole rağmen oyun bilgisi "kıtlığı" ile başa daha çok bela olabilecek gibi duruyor. Olcay Şahan, bir gol bir asistlik performans çizerken savunmadaki görevini de neredeyse eksiksiz yerine getirdi. İstatistiklere bakmadım lakin top çalmada takımda ilk üç içerisinde olması işten değil. Gökhan Töre ise durağanlık periyodundan henüz çıkabilmiş değil. Sallantıda gitmesi son derece normal fakat kenarda Kerim Frei'ın varlığını unutmamak gerek, yineliyorum. Kaldı ki son iki haftadır oyuna girişleri neticesinde özellikle hızı ile son derece fark yarattı. Kritik süreçte onu kullanma hakkı saklı kalmaktan çıkmalı. 

Oyun

Beşiktaş'ın Bursa deplasmanındaki üç gollü muazzam galibiyetinden sonra başlayan puan kayıplarından daha can sıkıcı olan bir şey varsa o da rakiplerine kendisini teslim etmesiydi. Sürekli olarak rakibin kabına göre şekil alan ve edilgen yapısından çıkamayan Beşiktaş için bu hafta da öyle oldu. Geçen hafta oynanan Karabükspor karşılaşmasından tek farkı sanırım Olcay Şahan'dan gelen gol oldu. Dengede giden karşılaşmada Kayserispor'un özellikle kanatları ve duran topları kullanarak bulduğu pozisyonlar Tolga Zengin tarafından savuşturuldu. İkinci yarıya geçilirken Kayserispor baskılı başladı. Orta alanda Veli'nin sarı kartlı oluşu, Oğuzhan ve Fernandes'in yeteri kadar "koşmayışı" neticesinde bir türlü ayakta tutulamayan top, pozisyon olarak kalede görülüyordu. Bilic'in bunu görerek oyuna Gökhan Töre yerine Necip Uysal'ı sokarak verdiği tepki fazlasıyla yerindeydi. Fernandes ve Oğuzhan'ın bu dakikadan sonra kanatta dönüşümlü olarak oynaması da radikal bir hamle oldu. Dengeyi bulan ve hatta oyun üstünlüğünü tekrar alan Beşiktaş rakip sahada son vuruşları yapamadığı dakikalarda Michael Eneramo hamlesi geldi. Dakikalar ilerledikçe delici oyuncu eksikliği hissedilirken Kerim Frei hamlesinin de gelişi ile fiş çekildi. Önce Ramon Motta'nın bilardo oynayışı ve ardından Eneramo'nun takla atmasını sağlayan golü geldi. Skor: 0-3...

Sonuç

Beşiktaş'ın edilgen yapıdan çıkması için belki de bir galibiyet ile moralini toparlaması gerekiyordu, bunu göreceğiz. Gecenin siyah - beyazlılar adına karı sadece üç puan ile sınırlı kalmayacak. Yarın akşamki derbinin sonucunu bekleyecek olan Beşiktaş, haftayı fazlasıyla karlı kapatabilir. Açıkçası ihtiyaçları da var.

Ufuk Tolga Aldırmaz

7 Kasım 2013 Perşembe

Bir Devam Bir Veda

Napoli San Paolo'da Marsilya'yı ağırladı. Geçtiğimiz maç haftası Velodrome'da oynanan karşılaşma hatırlayacağınız gibi 3-2'lik Napoli galibiyeti ile sonuçlanmıştı. Grupta altı puana sahip olan Napoli galip gelerek Almanya'daki Borussia Dortmund-Arsenal karşılaşmasının sonucunu keyifle beklemek, Marsilya ise ilk puan ya da puanlarına kavuşmanın peşindeydi.

Taktik

Görseldeki biçimde yayılan iki takımın da benzer dizilişler ile sahaya yayıldığını görüyoruz. Rafa Benitez Lorenzo Insigne yerine Dries Mertens, Marek Hamsik yerine de Goran Pandev'i tercih ederek başlamıştı. Pandev Hamsik'e oranla ikinci bir santrafor misali kanallara akmanın peşinde koşuşturdu. Mertens'ten ise patlayıcılık hususunda yararlanılmak istendiği gayet açıktı. Savunmada hatlar sıkışık, hücumda ise mümkün olduğunca geniş bir yayılma planlaması vardı. Dikkat çekici olan husus Blerim Dzemaili ve özellikle Gökhan İnler'in Marsilya bekleri arkasına kanatları kaçıracak toplar yollamasıydı. Bunun yanı sıra Callejon'un sürekli olarak içe kat etmesine rağmen Maggio'nun bu gece özelinde ona ayak uyduracak ikili oyunlara girişememesi de dikkat çekici olan bir diğer husustu. İşin özüne bakacak olursak Maggio gibi Armero da sıklıkla geride kalmak zorunda kaldı. Marsilya hücumcularının direkt hücuma müthiş hızlı kalkabilecek özelliklere sahip olmaları onları buna zorlamış olsa gerek.

Elie Baup ise Rod Fanni'nin yokluğunda mecburen Kassim Abdallah'ı sahaya sürecekti. Bunun yanı sıra Dimitri Payet yerine Florian Thauvin  ve Andre Pierre Gignac yerine de Jordan Ayew tercihleri göze çarpıyordu. Belki de benim anlam veremeyeceğim tek değişiklik de Gianelli Imbula'yı yedek kulübesinde oturtmasıydı. Savunmada Baup'un uyguladığı klasik 4-1-4-1'deki pivot yine Romao olacaktı. Cheyrou'nun ön üçlüyü dörtlerken kimi zaman aksayışı ve yer kaybetmesi de göze battı. Beklerin sıklıkla zor durumda kalması ve Romao'nun da desteği bir yere kadar verebilmesi de göze batan bir diğer unsur olacaktı. Marsilya adına esas dikkat çekici olan ise Mathieu Valbuena'nın göreviydi. Dizilişte sol kanatta bulunan Valbuena, özellikle o kanadı kullandı lakin Marsilya hücumlarının ağırlık merkezi sürekli olarak onun bulunduğu bölgeydi. Kimi zaman Thauvin'in yanına kadar sokuldu, kimi zaman da Ayew ile yer değiştirip santraforunun arkasındaki konumuna geçti. Görevini gözlemleyebildiğim kadarıyla bir iki ufak hata dışında eksiksiz yerine getirmesine rağmen bu denli yükü sırtlamasına izin verilmesi hakikaten üzücü.

Oyun

Marsilya'nın istekli biçimde başladığı izleyene yansıdı. Napoli ise Rafa Benitez'in kontrollü, sakin oyununa kendini kaptırmış gözüküyordu. Topu ayağına almayı başaran Napoli birkaç atak gerçekleştirdi. İleride kaldıkları bir pozisyon neticesinde ziyadesiyle hızlı biçimde direkt hücum örneği sergileyen Napoli golü Dries Mertens'in ayağından bulabilirdi. Jose Callejon'un boşluğu görüşü muazzamdı. Dakikalar ilerledikçe özellikle Mertens ve Callejon'un rakip bekleri zorlayacakları net biçimde belli oldu. Marsilya'nın yukarıda değindiğim gibi Valbuena ile birlikte kısa, hızlı paslaşmalarla hücuma çıkışları da gayet yerindeydi. 10. dakikada kazanılan korner neticesinde Andre Ayew topu ağlara yolladı. Marsilya gol sonrası oyunu tutmaya çalışırken 22. dakikada Napoli'nin kullandığı topu uzaklaştırmakta zorlandılar ve Gökhan İnler klasikleşmiş o harika gollerinden birini attı. Henüz bu gol daha sıcaklığını korurken Gonzalo Higuain'in Diawara'nın hatası sonucunda net bir vuruş ile ağlara gönderdiği top ile Napoli 2-1 öne geçti. Gol öncesi Gökhan'ın Valbuena'nın ayağını eve götürmek üzere yaptığı hareketin atlanması ise Marsilya adına hiç hoş sonuçlanmadı. Napoli öne geçişinin ardından oyunun temposunu iyice düşürdü. Pas oyunlarını güzel biçimde icraa ettiler. İlk yarı 2-1'lik üstünlükleri ile geçildi.

İkinci yarıya da tıpkı ilk yarıdaki gibi başlayan Marsilya bu sefer kendinden daha emin bir biçimde rakip kaleye gidecekti. Napoli'nin oyundan kopma noktasına gelecek temposuzluğu ise yine dikkat çekici bir diğer unsur olacaktı. Yıpranan Valbuena'nın yerine oyuna giren Payet oyunun kanatlara eşit miktarda dağılacağının da göstergesiydi. Bu dakikadan sonra Thauvin dikkat çekmeye başladı. Nitekim Payet'nin ortası ve Armero'nun dikkatsizliği neticesinde ilk Şampiyonlar Ligi golünü buldu. Napoli yine uyanacaktı. Marsilya savunmasının uyuması ve arkaya tamı tamına üç isim sarkıtmasının cezasını Higuain'in golü ile çekeceklerdi. Daha sonra Mertens'in yerine oyuna giren Lorenzo Insigne'nin direkten dönen şutu son aksiyon olacaktı.

Sonuç

Baup git gide taç çizgisinden dışarı çıkmaya başladı. Açıkçası ömrünü çok uzun görmüyorum. Rafa Benitez'in öğrencileri de puanlarını dokuza çıkararak kendi kaderlerini çizme şansını yakaladı. Marsilya malumun ilanını yaşayarak Avrupa Kupaları'na veda etti.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...