29 Haziran 2012 Cuma

İtalyan Dostun Selamını Getirdim

"Takımı iyi bir teknik direktöre emanet ettik. Juventus'u şampiyon yapıp oyuncu çekirdeğini topladık. Üstüne bir şike olayı patlattık. Oyuncuları kaynaştırdık. Üstüne biraz da "renk"(Balotelli) ekledik. Ne mi oldu? Yine Almanları yendik. Yine finaldeyiz." İtalyan bir dost...

Turnuvanın en iyi top oynayan takımı finalde. Futbolun biraz adaleti varsa o kupa Buffon'un ellerinde kalkacak sonra da yanına hızlı hızlı Pirlo sokulacak ve ellerinde gezecek.

Unutmadan, Balotelli bu kirli dünyanın belki de en masum "psikopatı". Müthiş. Bir de annesiyle maç sonunda çekilen üstteki kare var ki geçmişin acısını çıkarırcasına.

Ufuk Tolga Aldırmaz

28 Haziran 2012 Perşembe

Portekiz Ne Yaptı?

Güzel maç oldu mu? Hayır. Güzel mücadele oldu mu? Evet. Portekiz beklentinin üstüne çıktığı turnuvada yine o misal bir maçı omuzlarıyla kaldırmış oldu. Dün geceye dair söylenebilecek şeyler bence tek taraflı. O da: Portekiz ne yaptı?

Portekiz gerçekten ne yaptı? Bir dizi olaylar silsilesi diyebiliriz buna. Hepsinden önce teknik direktörleri Bento'ya artık iç dolu bir saygı kavramıyla bağlanma zamanları geldi. Başlayalım:
1.Alan güzel şekilde daraltıldı.
2.Ön alanda tahminimce Ronaldo-Nani ikilisini yormamak için orta alandan başlayan dinamik bir pres uygulandı.
3.Özellikle uç ve orta üçlü oyuncuları daimi hareketliydi.
4.Pas kanallarını akıllıca bir biçimde kapadılar. Bunu fikri İtalya'dan "aldıkları" ortada.
5.Topun kıymetini iyi bildiler. Efektif olamasalar bile ayaklarında tuttukları top sayesinde İspanya'yı kalelerinden uzak tutmayı azami düzeyde becerdiler.
6.Hücum setlerini ise geriden çıkarılan uzun toplar şeklinde kullandılar. Pek işe yaradığı söylenemese de durum bu.

Almeida'nın çıkışı, orta üçlünün yorulması, defans hattının tümünün sarı kart yemesi neticesinde uzatmalarda İspanya daha tiki-taka'ya yakın bir oyun oynadı. Bu noktada sonradan giren Pedro ve Cesc'in etkisi yadsınamaz.

Penaltılara giden mücadele ise İspanya'nın finalini getirdi. Del Bosque'ye rağmen gelinen şu noktada, diğer taraftan gelecek finalistin de favori olduğunu söylemek doğru olacaktır. Göreceğiz. 


NOT:Özellikle Şampiyonlar Ligi yarı finalinde topu Cibeles Meydanı'na gönderen Ramos'un Panenka penaltısını denemesi ise muazzam bir işti. Cesaret bakımından Pirlo'nunkinden daha önde gelir diye düşünüyorum. 

DİP NOT:Hepsi bir kenara yine benim skor tahminim tutmadı.

Ufuk Tolga Aldırmaz

26 Haziran 2012 Salı

İber Derbisi


Portekiz-İspanya… İber yarımadasının iki ülkesi. Bu yüzden Euro 2012 yarı finaline aynı zamanda İber Derbisi de diyebiliriz. Özellikle son iki yıldır Avrupa’nın bir ve iki numaralı kupalarına damga vuran kulüplerin ülke milli takımı. Başarının tesadüfi olmadığını kanıtlar cinsten vesselam.

İki takım da önemli rakipleri geride bırakıp geldi. Turnuva boyunca Portekiz Ronaldo ile İspanya ise “sıkıcı” futbolu neticesinde dillerden düşmüyordu. Ronaldo’nun muazzam performansı gerçekten göze batan cinsten fakat İspanya’nın futbolunu eleştirmeye gelince işler değişiyor. Özellikle “DevriminGetirdikleri” adlı yazımda İspanya’nın genel sıkıntılarını dile getirmiştim. Tekrar tekrar temcit pilavı gibi önünüze getirmeye gerek yok fakat bunlara birkaç şey eklemeden de geçersek olmaz.

Durağanlık ve yavaşlıktan bahsetmiştik. Yaptığı işe son derece saygı duyduğum Allas sayesinde biraz da farkına vardığım bir durum var İspanya hakkında. O da tam olarak 4-3-3 değil de 4-2-3-1’e evrilen bir oyun sistemini benimsemeleri. Allas buna iki pivotlu oyun sistemi diyor ki iki pivottan kastı Busquets-Alonso ikilisi ve bulundukları mevkii. Bu ikili daimi bir şekilde Xavi’nin gerisinde kalarak emniyet sübabı görevini görüyor. Oyunu sıkıştıran durumlardan biri de işte bu oluyor. Rakip takımın genel itibari ile tek forvet ya da az hücumcu ile İspanya’ya karşı oynadıklarını düşünecek olursak bu ikilinin fazla “korumacı” bir ikili olduğunu fark ediyoruz. Aynı zamanda bunun yanında Xavi’nin pas oyununu ve pozisyonunu etkilemeleri neticesinde hücumdaki sıkıntıyı yaratıyorlar.

Portekiz ise Postiga’yı kaybederek ileride daha statik bir kimliğe bürünüyor. Buna karşın Alba-Arbeloa (özellikle Arbeloa) ikilisinin karşısında Ronaldo-Nani gibi son derece efektif bir ikiliye sahip olmaları durumu tölere edebilecek cinsten. Aynı şekilde beklerin temposu ile kanat organizasyonlarının ekmeğini yiyeceklerini düşünüyorum. Burada da kilit nokta Ronaldo’nun Almanya mücadelesinde olduğu gibi taktik plana uyulması açısından sol kanada kilitli bir şekilde kalıp kalmayacağı. Diğer maçlarda daha serbest bir Ronaldo’nun neler yaptığını hep birlikte gördük. 

İspanya’nın yine favori çıkacağı karşılaşmada son yılların en dişli rakibi ile karşılaşağı kesin. Geçtiğimiz turnuvalardaki Almanya’yı yabana atmıyorum fakat kendi performanslarından ötürü Portekiz’e böyle bir anlam yüklüyorum. Eğer Portekiz orta üçlüsünü oluşturan oyuncular kendi oyunlarının üstüne çıkacak olursa Portekiz galibiyeti kaçınılmaz olacaktır. Buna karşın bir de İspanya’nın ağır toplarının bir tık daha kademe atlama durumu var ki bu durum İspanya’nın favoriliğini perçinler. Tahminim belirttiğim gibi İspanya’nın kazanması. Normalde hiç skor tahmini yapmayı sevmem (yapsam da tutmaz zaten) fakat bu maç için içimden özellikle 2-1’lik bir İspanya galibiyeti geçiyor. Belki de ağır İspanya sempatimden dolayı bunu düşünüyorumdur, bilemedim.

NOT: Allas’ın anlatısını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Daha detaylı bilgiye sahip olmak isteyen olursa şuradan ulaşabilir.

Ufuk Tolga Aldırmaz

25 Haziran 2012 Pazartesi

Cucchiaio

İngiltere-İtalya... Çeyrek final mücadelesini uzun uzadıya yazmayı planlıyordum fakat Pirlo benim planlarımı suya düşürdü. Attığı penaltı fazlasına gerek olmadığını belirten cinsten idi.  Atışından önceki penaltıcı olan Montolivo'nun kaçırdığı penaltıdan sonra böylesine rahat böylesine kendinden emin bir biçimde topu ağlara yollaması inanılmaz. Arkadaşlarına kendinize gelin mesajını da yolladı diyebiliriz. Yalan yok, İngilizler elendi diye sevinmedim de değil. Bir de İngiliz spikerin bahsettiği olaya dikkat edin derim: 


NOT: Ne yalan söyleyeyim Panenka'nın kim olduğunu bilmiyordum, hala bilmiyorum benim eksikliğim fakat kendisi şu bey abimiz imiş:


Ufuk Tolga Aldırmaz

24 Haziran 2012 Pazar

Kuvvetlendirilmiş(!)

Lloris-Reveillere, Rami, Koscielny, Clichy- Debuchy, Cabaye, M'Vila, Malouda- Ribery, Benzema on biri ile farklı bir şekilde sahaya sürüyordu Blanc takımını. Maçtan önce söylediği o İspanya'nın İniesta-Alba'lı kanadının etkinliğini kırmak adına sağ tarafı kuvvetlendirilmiş, yalancı dokuza karşın ortası yine kuvvetlendirilmiş bir on bir oluyordu bu. Tabii sadece Blanc'ın kafasında.

İspanyollar iyi olmadığı, vasat oynadığı oyunla o "kuvvetlendirilmiş" sağ kanadı delip, ortası Malouda ile yine "kuvvetlendirilmiş" orta alanı delen koşusuyla gelip golü atan Xabi Alonso'yu alkışlıyordu. Dalya diyen Alonso için müthiş bir ödül veriyordu Blanc. Bütün bu kuvvetlendirmelere karşın Ribery ve Benzema'ya yıkılmış atak organizasyonları hiçbir şekilde meyve vermeye meyil etmiyordu. Arbeloa'nın bulunduğu kanadı delme çabaları Busquets'in varlığı ile çoğu zaman savuşturuluyordu. Pique-Ramos ikilisini bozup çoğu zaman güzel alanlar açan Benzema'nın da çabaları Blanc'ın oyun felsefesine takılıyordu. Oraya girecek isimler bir türlü olmuyordu, olamıyordu.

Tüm bunlara bir de İspanyollar'ın hafif kıpırdanmış oyunu eklenince mağlubiyet kaçınılmaz hale geliyordu. Barcelona'da bu yıl Guardiola tarafından çoğu zaman kenarda unutulan Pedro'nun girişi ve o ileri ucu karıştırması neticesinde penaltı geliyor, Alonso da dalya dediği maçta ikinci golünü atıyordu.

Blanc'ın ket vurması ile Fransa kendi kendini turnuva dışına itti de diyebiliriz. Buna karşı İspanya kör topal ilerlemeye devam ediyor. Eski seviyelerinde olmadıkları aşikar fakat onları tam anlamıyla durdurmayı başaran bir takım daha mevcut olmadı. Portekiz olabilecek mi? Bir durup düşüneceğiz fakat şu an için tarihin en iyi milli takımı olmaya bir adım daha yaklaştılar diyebiliriz.

Ufuk Tolga Aldırmaz

23 Haziran 2012 Cumartesi

Devrimin Getirdikleri

Barcelona...Göreceli olarak ya sempatinin dibine vurduğunuz ya da başarılarını hazmedemeyip nefret ettiğiniz bir takım. İşin açıkçası ne sevmemiz ne de nefret etmemiz onların gelmiş geçmiş en iyi futbol takımı oldukları gerçeğini değiştirmez. Zaman tüneli içinde Johann Cruyff'un açtığı yolda gidip son döneme damgasını vuran Frank Rijkaard ve ardından gerçek anlamda efsaneyi yaratan Pep Guardiola bu başyapıtın mimarları. Bu başarı doğal olarak size popülariteyi getiriyor. İster istemez içten içe uyanan hayranlık duygusu ve onlar yapıyorsa biz de yaparız anlayışı futbol dünyasının değişmesine neden oluyor, oldu. Aynı oyuncu havuzuna sahip olan İspanya'nın bunu anlayışı yansıtması kaçınılmaz bir durumdu. Luis Aragones ile başlayan süreçte Vicente del Bosque takımını tam anlamıyla Barcelona'nın araya birkaç İspanyol futbolcunun yerleştirilmiş versiyonu yaptı. Bir Avrupa Şampiyonluğu'nun yanında bir de Dünya Kupası kupası kazandılar. Bu da her alanda başarılı olan oyun sisteminin "taklitçilerinin" ardı arkasının kesilmeyeceğinin habercisi demekti ki nitekim öyle de oldu. Onların açtığı yoldan gelmek isteyen bir kaç cılız milli takım olsa da bu bayrağı taşımakta kararlı olan kişi Laurent Blanc, takım ise Fransa oldu.

Çeyrek final eşleşmelerinin üçüncüsünde aynı futbol mentalitesine sahip iki takım karşı karşıya gelecek. Fransa'nın bu konuda daha acemi olduğu aşikar fakat ellerindeki oyuncuların kalibreleri bu oyunu uygulamaya yetebilecek düzeyde. Bu iki takımın en büyük farkı ise hücum planlarından geçiyor. İspanyollar hücum merkezden  yapmak için direnirken, Fransızlar ise etkili kanat oyunculara sahip olmanın avantajıyla bu görevi kanatlarına yıkmış durumda.

İspanyollar grup aşamasında lider olarak çıkmalarına rağmen sallantılı oyunlarıyla halk tarafından sıkıntılı bir biçimde izlenmekte. Özellikle gol yollarındaki sorun ve defansif problemler had safhada. Bu noktada sıkıntının kaynağı bekler. Puyol'un yokluğunda stopere geçen Ramos'un yerini dolduran Arbeloa tam anlamıyla zorunluluktan oynuyor. Alba ise beklenen performansın yanına yaklaşabilmiş değil. İki oyuncunun ortak noktaları daha doğrusu yapamadıkları şeyler aynı. Hücumu genişletemiyor ve rakip hücumlarında etkisiz kalıyorlar. Rakip hücumlarında etkisiz kalmaları İspanyollar'ın topu daimi olarak ayaklarında tutmasından dolayı öncelik değil fakat hücumu genişletememeleri çok büyük sıkıntı. Özellikle Ramos oynarken İspanya'nın o kulvarı nasıl kullandığını düşünmeniz kafanızda somut bir şeyler canlanmasını sağlayacaktır. Bu ikilinin yanı sıra Ramos'un stoperde oynadığı rezalete yakın oyun Casillas'ın maçlarda ön plana çıkmasına sebebiyet veriyor. Tüm bunların dışında bir de gol problemi yaşanıyor ki sormayın gitsin. Özellikle İrlanda mücadelesinde Torres'in performansı yanıltıcı bir barem oluyordu. Hırvatistan maçında Torres'in silik kalması da bu noktadan ötürüydü. İki ana neden karşımıza çıkıyor:

1.Genişleyemeyen alan neticesinde düşük tempoda oynanan pas oyunu.
2.Orta sahadan yeteri kadar yapılmayan forvet koşuları.Silva ve İniesta'nın bunu uyguladıklarında o meşhur karelerin ortaya çıktığını söylemezsem olmaz.

İspanya'nın tüm bu sorunları onları erken bir vedaya sürükleyebilir. Kilit nokta ise del Bosque. Bile bile lades demeye devam ederse sıkıntı büyüyecektir.

Fransa tarafına geçecek olursak benzeri sorunların olduğunu görüyoruz. İspanyollar'ın stoper ikilisinden -özellikler Ramos'tan- çektiğini Mexes'in yokluğunda Fransızlar da çekecek. Buna karşın bek konusunda ve hatta kanat oyuncuları konusunda da üstün olmaları İspanyollar'ın bek açığından yararlanabilecek düzeyde. Buna karşın onların oynadığı statik oyun forvet bölgesinin etkisini düşürmekte. Özellikle Nasri'nin sol içe çekilip yerinde Menez'in oynadığı Ukrayna karşılaşmasında takım olarak çok daha etkin bir hücum performansı sergilendi. Bunların yanı sıra M'Vila'nın sakatlıktan çıkması onlar için önemli.

Bu karşılaşma için kilit soru topu hangi takımın daha fazla ayağında tutacağıdır ki bu İspanya olacaktır. Fransa'nın ümidi en iyi oldukları nokta, yani kanatlar olacak. Eğer son şampiyonu turnuvanın dışına itmek istiyorlarsa biraz da bu işe inanmalılar ve yüksek konsantrasyona sahip olmalılar. Hırvatistan ve İtalya onlara önemli bir yol açtı. Tıpkı Barcelona'ya karşı işini bilerek oynayan Chelsea ve Real Madrid gibi.

Defansif kalibre olarak Schildenfeldli Hırvatistan'dan az değiller. Buna karşın del Bosque'nin birkaç farklı hamle yapması gerek. Yapacağını düşünmüyorum. Kendi takımına ket vurmaya devam ettiği sürece bu turda Fransa'nın şansı artar. Yine ortada gidecek bir maç izleyeceğiz fakat İspanya son altı-yedi yılda her maçta favori olduğu gibi bu maçta da favori olacak.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Biz Üç Kişiydik:Miroslav,Marco ve André

Klose, Reus ve Schürrle üçlüsü ile girilen bir "rotasyon". Kimine göre sadece rotasyon fakat bana göre direkt olarak taktiksel bir değişimdi. Ekstra olarak da Podolski ve Müller ikilisinin ufak da olsa kulağını çekme yönünde hamlelerdi.

Almanya'dan her bahsettiğimde söylediğim şey santrafor oluyor. Gomez tercihinin oyun düzeni açısından yanlış, Klose ya da cesurca bir tercihle Reus'un ise doğru olacağı yönünde fikir beyan ediyorum. Nitekim Jogi Löw bunun fikriyle oyun alanına çıkmış olsa gerek. Değişikliğe gittiği üçlü ile Yunanistan'ın statik defans hattının başını döndürüp, biraz da bilim kurgu tabiriyle delik deşik edilmesini istediği barizdi. İlk dakikadan itibaren bunu yapmaya başladılar. Realizmin dibine vurmuş biçimde fırtına gibi başladılar. Üst üste gelen pozisyonları gole çeviremeyince Yunanistan'ın tempoyu düşürmesine engel olamadılar. Düşük tempoya rağmen ileri üçlü deli gibi hareket edip koşular yapıyordu. Açıkçası izlerken yoruldum. Yunanlılar'ın işi hiç de kolay değildi ki zaten Almanlar'ın biraz da bireysel başarıları ile kademe hataları oluşuyordu. Pozisyonlar bu şekilde gelirken bir türlü sonuca ulaşılamıyordu. Dikkat çekici olan ise Alman ağırlık merkezinin Mesut ekseninde şekillenmesiydi. Mesut sağa kaydığında takım sağa kayıp Reus'u harekete geçiriyor, Mesut sola kaydığında ise takım sola kayıp Schürrle'yi hareketlendiriyordu. Reus'un Schürrle'den daha etkin bir oyuncu olması neticesinde sağdan gelişen ataklar daha bir "atak" oluyordu fakat işin garibi gol soldan geldi. Akan oyunda Lahm'ın etkinliği bir kez daha görülmüş oldu. Kaptan beklenmedik anda şutunu sol çaprazdan şutunu çıkardı ve otuz dokuzuncu dakikada takımını öne geçirdi. İlk yarının ardından bize kalan ise Almanlar'ın ne denli baskılı oynadığını gösteren bir istatistik: Yunanistan'ın topla oynama oranı %18...

İkinci yarıya Gekas ve Fotakis'in girişi ile Yunanistan daha cesur bir şekilde başladı. Almanlar biraz uyku moduna girmişti ki yine o klasik Yunanistan'ın gollerinden biri geldi. Üç pasla... Salpingidis doğru koşuyu yaptı ve topu Salpingidis kaleye yuvarlasın diye önüne atıverdi. Akıllara "Acaba?" sorusu gelmedi değil fakat Almanlar Yunanistan'ın dirilmesine izin vermeden Khedira'nın muhteşem golüyle 2-1 öne geçtiler. Yalnızca beş dakika sonra gelen gol işleri tekrar yoluna soktu. Yunanistan neredeyse kapanmaya fırsat bulamadan bu golü yediğinde mental anlamda da dağılıyordu. Almanlar bu çöküntüyü iyi kullanarak dağılmış savunmayı hallaç pamuğu gibi atmaya başladı. Altmış yedinci dakikada gelen Klose'nin bulduğu gol fişi çekiyordu. Akabinde girilen pozisyonlar Özil'in Klose ile muhteşem irtibatının ürünü olup Reus'a topu boş kaleye yollamak düşüyordu. Sırf şu golün oluşumu bile Klose'nin ilk tercih olma sebebinin gerekçesidir. Maçın rölantiye girdiği dakikalarda Salpingidis'in attığı o penaltı golü de skoru belirleyen gol oluyordu: 4-2...

Yunanistan güzel bir turnuvanın sonuna gelmiş oldu. Salpingidis'in performansı turnuvanın özellerinden biri olacaktır. Almanya ise yarı finaldeki rakibini beklemeye geçti. Kim gelirse gelsin favori konumda olacaklar. Bu maçın altmış dördüncü dakikasında gelen Müller-Schürrle değişikliği de ileriki maçların tercihleri konusunda bizi aydınlatan cinsten oldu diyebiliriz. Podolski'ye yedek kulübesi görünmekte. Aynı zamanda Klose'nin oyunda devamlılığının olmadığı da aşikar. Şu an için Gomez tercihi daha verimli olabilir.

Her şeyi bir kenara bırakacak olursak Almanya yavaş yavaş en büyük favori konumuna gelmekte. İspanya kendi kendini yakıp finale gelene kadar çelme yemezse muazzam bir final izleyebiliriz. Bu rekabete yeni bir sayfa eklememiz sürpriz olmayacaktır ama önce İspanya'nın oradan çıkması gerek.

Ufuk Tolga Aldırmaz

22 Haziran 2012 Cuma

Korkunun Ecele Faydası

Çeyrek final serisinin ikincisinde sıra. Almanya-Yunanistan... Kağıt üzerindeki en zor grubu üçte üç yaparak bitiren Almanya, kendi grubunun favorisini yenerek son maçta turu cebine koyan "sürpriz" Yunanistan'a karşı.

Çeyrek final eşleşmelerinden en basiti olarak da göze çarpan mücadele olarak bu mücadeleyi nitelendirebiliriz. Tabii ki kağıt üzerinde kalan bir nitelendirme bu. Yunanistan'ın 2004 yılında yaptığı şeyleri hala unutmuş değiliz. Belki çok benzeri nitelikte bir rakip karşılaşmadılar ya da o zamanki kadroları çok daha iyiydi fakat yapabildikleri en iyi şeye hala çözüm bulunamadı. O şey de hepimizin bildiği gibi takım savunması. Avrupa'nın ve hatta dünyanın da diyebiliriz en iyi takım savunması uygulayan takımların başında geldikleri aşikar. Onlar gibi bu konuda iyi işler çıkarmış Almanya'yı da es geçmemek lazım. Bu konuda muazzam iki takımın eşleşmesi biraz da hücum ayaklarının kalitesi ve şans faktörüne bakacak gibi. Hücum ayaklarının kalitesi su götürmez, Almanya'nın en büyük artısı. Şans faktörü ise hep Yunanlılar'dan yana.

Takımları tek tek ele aldığımızda Almanya'nın ne kadar muazzam bir farkla önde olduğunu söylemek yersiz fakat bir iki özel durum var. Bunlardan ilki üç gol ile gol krallığında zirvede bulunan Mario Gomez'in hala tartışılması. Jogi Löw'ün bu noktada pek haksız olduğunu söyleyemeyeceğim. Klose hala maç kondüsyonunu kazanabilmiş değil. Almanya'nın oyun düzeni içinde Klose'nin veriminin ne denli fazla olduğunu hatırlamak isteyenlerin eleme maçlarına bakmaları yeterli. Gomez'in eskiyen tarzına karşın Reus'u bile bu oyun düzeninde tercih edebilirsiniz fakat isim ve yaptığı icraat konusunda onu silemezsiniz. Şu an sorun teşkil etmese de Yunanistan karşısında statik oyunu çok göze batabilir. Ekstra olarak hep bahsedilen bek sorunu da Boateng seçimi ile devam etmekte ki Yunanistan bunu avantaja çevirebilecek potansiyele sahip değil. O bölgede olası Samaras tercihi aksine dezavantaj yaratacak cinsten. Özel durumların sonuncusu da Müller-Podolski ikilisinin bir türlü ritmini bulamaması. Yavaş yavaş kendilerine geldikleri aşikar. Özellikle Müller'e bu maçta çok iş düşüyor. Daha doğrusu çok ekmek yiyebilir. Sol bek Holebas tercihi Müller'in anne-babasından sonra ona bir insanın yapacağı en büyük iyiliklerden biri olabilir. Mübalağayı bir kenara bırakacak olursak Almanlar o kanadı perte çıkaracaktır. Aynı şekilde Yunanistan'ın sol bek gibi zayıf forvet hattına sahip olması işlerini daha da zorlaştıracak. Salpingidis burada kilit adam fakat onu da sonradan oyuna girerken görebiliriz zira Santos'un B planı yok.

Genel itibari ile Almanlar'ın kesin favori olarak çıkacağı maçta Yunanistan'ın yapması gereken işleri aslında Danimarka gösterdi. Özil-Schweinsteiger ikilisini alan daraltma yöntemiyle kilitlemeli ve statik forvet hattına karşı duran toplar ile şans aramalı. Aynı zamanda Holebas'ı kenarda oturtup oraya Tzavellas'ı yerleştirmek çok daha mantıklı bir iş olacaktır. Almanlar'ın etkili ön alan presine karşın da Kyriakos'un oyun kurma yetisinden yararlanılmalı. Bunları yapmanın kolay olmadığının herkes farkında fakat korkunun ecele faydası hiçbir zaman olmadı. Bu eşleşmede de olmayacak ancak Yunanistan korkarak, yaptığı en iyi işi yapacak. Belki ecele değil ama ecelin gelişine bir faydası olur ümidi ile. Gerisi ise her zaman kendilerine gülen şanslarına bağlı. Unutmamak gerek: "Deutschland Über Alles", en azından İspanya ile karşılaşıncaya dek.

NOT:Yunanistan'ın son zamanlardaki ekonomik durumundan ötürü Alman Devlet Başkanı Angela Merkel'in takımı olan Almanya'ya ekstra bir motivasyon ile çıkar mı? Çıkarsa bu işe yarar mı? Garip sorular. En nihayetinde bu takım Almanya. Bir destur denmeli.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Terazinin Ronaldolu Kefesi

Çeyrek final serimizin ilk bölümünü tamamladık. Beklenen tatta bir mücadele oldu. Hatta "Denge Oyunu" maç yazımın başlığına yaraşır bir mücadele de oldu diyebiliriz. Şakayı bir tarafa bırakıyoruz tabii efendim.

Kadrolara baktığımızda sadece Çek Cumhuriyeti'nde bir sürprize rastladı. O da Darida'nın başlıyor olmasıydı. Portekiz ise beklenen kadro ile mücadelede yer alacaktı.

Maç Çek Cumhuriyeti'nin egemenliğinde başladı. Yaklaşık bir yarım saatlik bölümde Portekiz'e top göstermediler. Bu anlatımdan inanılmaz baskılı bir oyun oynandığını çıkarıyorsunuz yanılıyorsunuz. Çekler bu topla oyunu efektifliğe dökmeyi beceremediler. Bunun sebeplerinden birisi Baros'un önde o hareketliliği sağlayamaması diğeri ise Darida'dan beklenen verimin alınamaması. Bu noktada Veloso'nun da etkin olduğu söylenmeden geçilmemeli. Portekiz'in ise böylesine topla oynamayı seven adamları varken topu ayağına alamaması ise gerçekten çok ilginç bir husustu. Kırkıncı dakikada zorunlu Postiga-Almeida değişikliğinden sonra ise işler değişti lakin bunun sebebi Almeida olmadı. Oyundan düşen Çekler ve insiyatif almaya başlayan Portekiz orta sahası olayın aktörleriydi. Ronaldo'nun röveşatası sonrası başlayan akınlar ikinci yarı başladığında da sürüyordu. Bu sefer topu ayağında tutan taraf Portekiz idi ve pozisyon olarak bunu oyuna dökmeyi beceriyorlardı.Özellikle Ronaldo'nun -turnuvada Almanya karşılaşması hariç- sol çizgiye bağlı kalmaması neticesinde gelen pozisyonlar dikkat çekiciydi. Dakikalar ilerledikçe golün gelmemesi sıkıntı yaratıyordu. Çekler'in katı defansif anlayışları uzaktan şutlar ve ikiye birler ile delinmeye çalışıldı fakat olmadı. Yetmiş dokuzuncu dakikada Moutinho'nun Limbersky'i ekarte edip bireysel çabaları ile yarattığı pozisyonu Ronaldo kafası ile sonlandırıyordu. Golü Moutinho'ya yazsak abes kaçmaz. Gol sonrası Çekler'in bir atraksiyonda bulunmaması ve Bento'nun olağan değişiklikleri maçın sonunu getiriyordu.

Gruptan çıkamaz denilen Portekiz'in bu yarı finale çıkması ise önemli. Bu noktada aslan payı Bento'da. Ronaldo'nun çizgi prangasını kırması direkt olarak etki yarattı. Şimdi rakiplerini beklemeye geçecekler. İspanya-Fransa eşleşmesinden gelecek olan taraf Portekiz'in rakibi olacak. İsimler büyüdükçe beklenti de artıyor. Güzel bir süreç bizleri bekliyor, bekleyelim.

NOT: Çekler adına benim açımdan en büyük kazanç sağ kanatları. Selassie-Jiracek ikilisi bundan sonra özel ilgili olduğum listeye eklenecek. Teşekkürler Çek Cumhuriyeti!

Ufuk Tolga Aldırmaz

20 Haziran 2012 Çarşamba

Denge Oyunu/Çek Cumhuriyeti-Portekiz


Euro 2012’nin artık son virajına geldik diyebiliriz. Tek maçlı eleminasyon usulü yapılan turlar her zaman için sürprizlere gebe olmuştur. Aynı zamanda da tatlı, zevkli maçlardır. Hele ki bir turnuvada “Euro” damgası varsa, hem zevk kat sayısı hem de sürpriz olma olasılığı artıyor. A Grubu’nun birincisi Çek Cumhuriyeti ile B Grubu nam-ı diğer Ölüm Grubu’nın ikincisi Portekiz arasında yarın oynanacak mücadele klişeleşmiş durumun haricinde gerçekten her şeye gebe.

İki tarafı da ayrı ayrı değerlendirecek olursak ilk olarak Çek Cumhuriyeti ile başlamak istiyorum. Ruslar’a karşı alınan 4-1’lik bir hezimet ile turnuvaya başladılar. Ardından Yunanistan’ı 2-1 geçip, ev sahibi Polonya’yı da 1-0 yenerek grup liderliğine oturdular. Hezimette de galibiyetlerde de kendileri etken oldular. Bundan hiçbir şüpheniz olmasın. Teknik direktörleri Michal Bilek’in kadro seçimleri bunda direkt etki eden unsurların başında. Kadroları teker teker yazmayacağım fakat seçimler üzerinden gideceğim. Öncelikle Rusya maçında stoper ikilisinin Sivok-Hubnik isimleri ile oluşuyor olması defansın hem kalitesini aşağı çekiyor hem de etkinliğini azaltıyordu. Hertha forması giyen Hubnik’in bu noktada sıkıntı yaratan isim olduğunu söyleyebiliriz. Akabinde orta saha seçiminde Jiracek-Plasil dipleri ve Rezek-Rosicky-Pilar hücumcuları ile fazlaca cesur ve yumuşak bir orta saha düzeni oluşturuluyordu. Hele ki Rosicky’nin bildiğimiz formuna yaklaşamadığından yarım adam şeklinde oynaması orta sahanın düşmesinde daha da kolay geçilmesinde etkili oluyordu. Hezimetin muhakemesini iyi yapan Bilek, ilk olarak stopore Kadlec’i çekip daha kaliteli bir tandem oluşturuyordu. Ardından o boşluğu Limbersky gibi ne yaptığını bilen bir isimle doldurup akabinde orta sahanın kilit bölgesi olan orta ikiliyi Plasik-Hübschman olarak düzenleyip daha savaşçı bir orta saha kurma yolunda ilerliyordu. Bu hamleyi Jiracek’i sağ açığa çekmesi ile devam ettirip, üst düzey olmasa da kendi potansiyelinin farkında olup savaşan bir takım yaratıyordu. Kilit nokta da tam olarak burası. Potansiyellerinin farkına varıp savaşan bir “takım” olmaları… Özellikle son maç olan Polonya mücadelesinde Kadlec’in çizgiden çıkardığı top belki bizler için o kadar önemli değildi fakat kendi halkıyla böylesine kopuk olan bir milli takım için önemliydi. Onlar için savaşarak kendilerine inanmaları gerektiğini belirten bir “çizgiden çıkarma” olayına rastlıyorduk.  Çek basınında bunun olumlu bir yansıması olduğunu da belirtelim. Takım adına ekstra bir güç olabilir.

Ölüm Grubu’nun Azrail’e uğramadan geçen iki takımından daha gerideki Portekiz ise açıkçası beni şaşırttı. “Favori” Hollanda ile belalıları Danimarka’yı yenerek, hatta Almanya’ya da kök söktürerek gruptan çıkmayı başardılar. İlk karşılaşma olan Almanya mücadelesi ile aslında biraz değil baya bir şanssızlıkla puan almaya başaramadılar. İstediklerinde savunmalarını yüksek bir çıtaya çekebildiklerini görmeleri ve göstermeleri açısından bu mücadele önemliydi. Gelen fırsatları gole çevirebilseler adlarından daha da fazla bahsettirip bu grubu lider olarak tamamlayabilirlerdi fakat olmadı.  Bu maç Bento’nun kendini kanıtlaması açısından da önemliydi ki tam olarak beceremese de ağızlara bir parmak bal çaldığı aşikar. İkinci mücadelelerinde ilk maçların sürprizi olan Danimarka’yı zoraki bir şekilde de olsa yenmeleri önemliydi. Neticesinde hedef mücadeleyi kazanmaları çok büyük önem arz ediyordu. Hollanda mücadelesi ise damga vurdukları, daha doğrusu Ronaldo’nun damga vurması yine ülkesine mesajı yollaması anlamına geliyordu. Geçmişi bir kenara bırakmak gerekecek fakat gösterdikleri önemli. Bu takımın Ronaldo’nun sol çizgiye kilitlenmediği bir oyun düzenine ihtiyacı var. Aynı şekilde Moutinho’nun ekstra bir şeyler verdiği her dakika takımın performansını üste çektiği gözden kaçmıyor. Bento’nun kenardan “altıncı adam” olarak çıkardığı Varela ise hepsinin yanında ayrı bir önem arz ediyor ki girdiği her maçta bir şeyleri değiştirdi.

Bilek’in de Bento’nun da macera arayacağını düşünmüyorum. İki teknik adam da istikrarlı kadrolarını koruyacaklardır. Burada Çek Cumhuriyeti’nin oyun anlayışı önemli olacaktır. Nedeni ise biraz garip. Portekiz kendisine önlem alan takımlara karşı etkin olmayı beceremiyor. Bunun dışında Çekler’in Ronaldo’yu çizgiye hapsettiklerinde Portekiz’in etkinliğinin budanacağının farkında olmalı ki o zaman zaten forvetsiz oyun yüzünden 10 kişi oynanan mücadele bir de süper starsız oynanacak ki muazzam bir avantaj demek. Portekiz ise orta üçlüsü ile Hübschman ve Plasik ikilisinin etkinliğini bozmalı. Aynı zamanda Pilar’ın sağ bek Pereira’ya yapabileceği olağan baskıyı da def etmeli. Takımın forvet dışında en zayıf noktası olarak orayı verebiliriz. Pilar’ın da dengesiz oyunu o noktada Çekler’e avantaj olacaktır. Neticesinde dengede gidecek bir oyun olacağa benziyor. Uzatmalara giderse şaşırmayacağım bir mücadele fakat gönlüm Çekler’den yana. Kendilerini kanıtlamaları gereken bir kıta değil bir halkları var. Bu hikaye kulağa daha hoş geliyor. Eski yaverlerden Sivok’un da yüzünün gülmediği çok oluyor. Hakkıdır.

Ufuk Tolga Aldırmaz



Pragmatist Futbolun Yansıması

Grup aşamalarının son gününe yine İngiltere damgayı vurdu. Tıpkı ilk maç günlerinde oynadıkları o rezalet futbolun akabinde oynadıkları şeyin tipik İngiliz futboluna dönüşümü ile son gün pragmatist futbol anlayışı...

Gruptan Fransa'nın dışında çıkacak ikinci takımı belirleyecek olan maçta ev sahibi Ukrayna ve İngiltere karşılaştı. Ukrayna'ya galibiyet dışında hiçbir sonuç yaramıyordu. İngilizler'e ise beraberlik yetiyordu. İki takım da top rakipte iken defans-orta saha bloklarını birbirine yakın tutup baskılı bir alan savunması uyguluyordu. Bunu daha çok İngiltere'den görüyorduk ki Ukrayna maça mutlak hakim olarak başladı. Önde bıraktıkları Rooney-Welbeck ikilisi ise diğer maçlara göre daha hareketli ve daha baskın oluyordu. Rooney'nin gelişi Welbeck'i de hareketlendirmişti. Bu hareketlenmeye paralel Ukrayna'da ise Garmash'ın dinamizmi söz konusuydu. Ukrayna'nın etkinliğini direkt olarak bağlayabileceğimiz performans ona aitti. Dinamizminin yanı sıra Tymoschuk ile birlikte iki kenar Konoplyanka ve Yarmolenko'yu hızlı toplarla çıkarmaya çalışmaları da gözden kaçmıyordu. Bunu becermeleri nadir olup, takım olarak ceza sahasına girip çoğalamadıklarından uzaktan şutları deniyorlardı. Ceza sahasına girdikleri her pozisyonda ise Yarmolenko'nun baş rolde olması da göze batan cinstendi. Ukrayna'nın yaptığı ataklar ve girişimler dışında İngiltere ise ani ataklar ve duran toplara ümit bağlamıştı. Golsüz biten ikinci yarının ardından Pyatov'un yaptığı hata neticesinde Rooney ile gelen gol Ukrayna'yı çok etkiledi. Oyundan düşer gibi olmalarına rağmen altmış ve altmış birinci dakikalarda buldukları -Milevskiy ve Devic'in pozisyonları- pozisyonlar onları tekrar ringe atıyordu. Blokhin'in yaptığı Devic-Schevchenko değişimi önü statikleştirdiğinden Ukrayna'nın gol atması imkansızlaşıyordu.

Gecenin diğer maçında ise Fransa ile İsveç karşılaştı. Fransa'nın neredeyse garanti olan kalifiye durumu neticesinde bir rahatlıkları olduğu aşikar. Diğer maça fazlaca vakit ayırmamdan dolayı bu maça fazla dikkat edemedim ama gözüme çarpan net bir şey oldu. O da Fransa'nın kapalı ve sert savunmalara karşı çok zorlandığı. Biraz kalifiye elemanlardan oluşmuş savunmalara karşı gol bulmaları çok zorlaşıyor. İsveç topu Fransa'ya vererek bu oyunu güzelce oynayıp İbra'nın mükemmel golü ve Holmen'in direkten dönen topunu tamamlayan Larsson'ın golü ile turnuvaya vedayı güzel yaptı.

İngiltere'nin lider çıktığı bu grup hakkında söylenebilecek fazla bir şey yok lakin Ukrayna'da Konoplyank-Yarmolenko ikilisinin muazzam dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Fransa'nın ikinci olarak çıkışı da işleri değiştirecek cinsten. Güzel bir eleminasyon turu bizi bekliyor. Değerlendireceğiz.

NOT: Ukrayna'nın verilmeyen golü, biz futbolseverlerin başını çok ağrıtacak. Bürokrasinin hızlı işlediğine tanık olsak keşke de şu tartışmaların yaşanmadığı günlere bir an önce geçsek.

Ufuk Tolga Aldırmaz

18 Haziran 2012 Pazartesi

Vasat Grup

Ölüm Grubu'nun kimisi için ölüm, kimine göre de formalite günlerinden biri yaşandı. Gözler Danimarka-Almanya mücadelesinden ziyade Portekiz-Hollanda mücadelesindeydi. Açıkçası diğer gruplara göre daha vasat maçları izlediğimizi söyleyebilirim. Buna paralel olarak da son gün beni çok heyecanlandırdı dersem sadece popülist bir yaklaşım sergilemiş olurum. Grubun liderinin maçıyla başlayalım.

Almanya genel itibari ile o tanıdık, bildik topu ayağına alarak oynadığı oyun ile başladı. Sıkıntı, karşılarında oyunu alanını mükemmel parselleyip oyuncuları da bir o kadar güzel paylaşan Danimarka'yı bulmalarıydı. Buna bir de tüm oyuncuların katıldığı baskılı alan savunmasını eklemeleri Almanlar'a top paylaşmada sıkıntılar yaşatıyordu. Özellikle Kvist-Zimling ikilisi Mesut-Schweinsteiger karşı ikilisini güzelce kilitlemeyi becerdi. Tabii bu kilitleme "kilitleme" şeklinde oluyordu. Ne kadar tölere etmeye çalışsanız da o ikili bir yolunu bulup bir şeyler yapar. Bunu da Podolski'nin golünde gördük. Kendi üzerilerindeki baskıyı Müller-Podolski ikilisini unutturmada kullanarak harika bir iş yaptılar. Ardından çok geçmeden Danimarka'nın kullandığı o taktik harika olan kornerlerden yanılmıyorsam ikincisinde Krohn-Dehli ile golü buldular. Bu dakikadan sonra da oyunu iyiden iyiye soğutmaya çalışıp tempoyu düşürdüler. Adeta rakibi uyutup vurma çabasındaydılar ki karşıdaki ekibin Almanya olduğunu unuttuklarını varsayıyorum. Almanlar da Danlar'a uyarak tempoyu düşmesine göz yumdular fakat topu ayaklarında tutmanın avantajıyla maçın sonunda vitesi bir adım yükseltip maçı kazandıran golü Lars Bender ile buldular.

Portekiz'in kalifiye oluşuna sahne olan gecenin ikinci maçına ise damgayı Ronaldo vuruyordu. Açık ara en iyi milli takım performansıydı. Hollanda'nın alan savunmasını nasıl kırarsınız sorusuna cevap niteliği taşıyan golünün ardından sazı eline aldı ve maçın sonuna kadar da halk ozanı gibi güzelce o sazı tıngırdattı. Yürek yemiş de kadro çıkarmış dediğim van Marwijk ise kendi kendini bitiriyordu. Orta sahada savaşan tek isim De Jong olunca Portekiz'in mutlak hakimiyeti onları tarihlerinin en kötü turnuva performansını yaşamaya itiyordu. Üç maç sıfır puan...

Takımlara teker teker baktığımızda Almanya her zamanki akıcılığından bir adım geride. Mario Gomez'in forvette tercih edilişi ve Khedira-Schweinsteiger ikilisinin oyunda biraz töleransı tercih etmeleri bunun baş sebepleri. Çeyrek final itibari ile bu değişecektir. İkinci Portekiz'e baktığımızda ise son maç itibari ile Ronaldo'yu görüyoruz. Ona eşlik eden birkaç kişi olması halinde güzel yerlere gelebilirler ki en kötüsü forvetlerinin olmayışı.

Elenen Danimarka'ya baktığımızda ise taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazandıkları gerçeğini görüyoruz. Bendtner'i bile büyüten bir takım oyunu... Muazzam. Çok şey beklediğim Eriksen'in hayal kırıklığı olduğunu ve Zimling-Kvist ikilisinin de beklenenin çok üstünde bir performans sergilediğini gördük. Krohn-Dehli'yi de söylemeden geçmeyelim.Daha çok turnuva futbolcusu olarak kalacağını düşünüyorum. Torunlarına anlatacak güzel bir hikayesi var artık. Hollanda ise "epic fail" deyiminin tam karşılığı konumunda. Böyle bir savunma hattı ile favori konumda görülmesi bile fazlaymış dedirtiyor fakat esas sebep ön grubun efektif olamayışı. Benim adıma en büyük hayal kırıklığı da Sneijder.

Ufuk Tolga Aldırmaz

17 Haziran 2012 Pazar

Tatlı Son

 A Grubu'nu tamamladık. Her grubun kendi içinde ayrı bir çekişmesi olmasına rağmen birbirine en yakın takımların olduğu, görece en basit olan bu grubun çekişmesi gerçekten tatminkardı. Üst tura birinci olarak Çek Cumhuriyetini, ikinci olarak da Yunanistan'ı yolladık. Çek Cumhuriyeti üst üste iki Euro turnuvasında kötü biçimde elenmesinin karmasını yaşadı diyebiliriz. Çıkması özellikle ilk maçtan sonra zor gözüken Çekler, şu an belki de sürpriz yapılabilecek potansiyelde görülüyorlar. Yunanistan ise halk olarak en azından bu ego tatminini hak etti. Eğlenmesini de bilen bir halk. Umarım bir nebze olsun sıkıntıları unutmuşlardır. Biraz da sosyolojik açıdan bakmış olalım böylece. Fazla uzatmadan son maçlara geçelim. Ardından takımlara ufak parantezler açacağız.

Ev sahibi Polonya ile grup birincisi olarak geceyi tamamlayan Çekler'in maçı ile başlayalım. Gerçekten mükemmel bir atmosferde yağmur eşliğinde "romantik" bir gece yaşandı. Polonya tüm grup maçlarında olduğu gibi kısa sürede topu hakimiyetine aldı ve o malum baskısını rakibe enjekte etmeye başladı. Rusya maçında olduğu gibi bu dakikalarda gelmeyen gol onlara sıkıntı yaratıyordu. Mühim olan nokta rakibin sol tarafını tabiri caizse deşmeleri idi. Gerçekten mükemmel bir sağ kanatları olmasının faydasını görüp o bölgeden üst üste tehlikeli duran toplar buldular fakat bunu skor tabelasına yansıtamadılar. Çekler ise Rosicky'nin yokluğunda bu baskıyı kabullenerek Jiracek-Pilar ikilisi ile kontra-atak kovalama peşindeydi ki Yunanistan maçında da bunu çokça görmüştük. İlk yarının sonunda Yunanistan-Rusya maçından gelen gol haberi ile ikinci yarıda işler değişti. Çekler insiyatif alıp topu ayaklarına aldılar. Polonya'nın kurduğu baskıya nazire yapan cinsten bir baskı oluşturdular. Polonya ise zaten normali olan, oyunu ilk yirmi dakikadan sonra rölantide götürme alışkınlığından ötürü bu sefer Çekler'e nazire yapan cinsten topu rakip ayaklara teslim ediyordu. İşin garibi birkaç adam dışında(Tahmin edebileceğiniz kişiler) çabalayan yoktu. Daha doğrusu çapları yetmedi de diyebiliriz. Çekler adına yakalanan üst üste pozisyonlar, son darbeyi yetmiş ikinci dakikada Jiracek ile vurdurtuyordu. Golde Hübschman'ın payını da es geçmek hata olur. Bu dakikadan sonra daha dengeli giden maç doksan artı dördüncü dakikada Kadlec'in çizgiden çıkardığı top ile son buluyordu. Kadlec ülkesini adeta ipten alıyordu.

Gecenin diğer maçında herkesin dikkatini çeken Rusya ve talihsiz Yunanistan idi. Yunanistan takımı topu ayağına almadan Rusya'nın ayağına veriyordu. Bekledikleri şey kesinlikle kontra-ataktı. Burada göz önünde bulundukları şey kesinlikle Polonya-Rusya mücadelesidir. Çünkü Rusya'nın Çek Cumhuriyeti maçında kırılgan bir orta saha yapısına karşı rahat oyunu ile Polonya mücadelesinde kalabalık orta sahaya karşı oynadığı oyun arasında dağlar kadar fark vardı. Rusya'nın oyunu biraz da alan bulmaya yönelik bir oyun ki o boşlukları dikine paslarla değerlendirmeyi adet haline getirmişler. Maç boyunca doğru düzgün bunu yapamadılar. Yunanistan ise Karagounis ile ilk yarının uzatmasında bulduğu gol ile elini ovuşturmaya başlamıştı. Avrupa'da belki de dünyada bu işi en iyi yapan takımların başında Yunanistan'ın gelmesi bu ovuşturmaya sebepti. Nitekim Advocaat'ın oyuna müdahaleleri etkisiz kalınca iş Ruslar adına bitiyordu.

Grubu lider bitiren Çekler Yunanistan mücadelesi ile doğru kadro yapısına yol aldı. Özellikle Hübschman'ın kadroya girip orta sahayı diriltmesi ve Kadlec'in tandeme geçmesi ile Çekler adeta evrim geçiriyordu. Devinim halinde olmaları onları bu gruptan çıkardı. B Grubu'ndan gelecek ikincinin kim olacağı sorusu önemli ki yine de ismi büyük olsa bile Çekler karşısında işleri kolay olmayacaktır. Jiracek, Pilar, Selassie özellikle dikkat çeken oyuncularıydı. Hübschman'ın etkisi de yadsınamaz.

İkinci Yunanistan ise deneye deneye doğruyu bulma çabasındaydı. Nitekim başardılar. Yine bildiklerini okuyarak istediklerini aldılar ki açıkçası gerçekten sevindim. Kyriakos ve Salpingidis özellikle alkışı hak ettiler. Teknik direktör Santos ise önemli bir iş başardı.

Rusya ise kendi kuyusunu kendi kazdı diyebiliriz. Çok basit tabirle b planlarının olmaması işi yokuşa sürdü. İlk maçta zayıf Çek orta sahasına karşı kurdukları üstünlük onları yanılttı. Advocaat'ın da sınırlı bir teknik adam olması onlara ket vuran bir diğer etkendi. Aynı zamanda kendilerinden büyük beklentiler olan oyuncuların özellikle Yunanistan maçında sahne alamaması sıkıntının başat etkenlerindendi.

Son olarak da Polonya, potansiyelini gösterdi fakat Smuda etkisiyle kendilerini son sırada buldular. Takım içindeki kalite farkı da açıkçası bu dalgalı oyunun sebeplerinden biriydi. Perquis, Wasilewski, Tyton gibi oyuncuları bu arenaya sokmaları önemliydi. Dortmundlu oyuncular ise ellerinden geleni yaptılar fakat nafile.

B Grubu'ndan gelecek iki takımın kim olduğunu gördükten sonra net bir şeyler söyleyebiliriz fakat Almanya karşısında Yunanistan'ın işi imkansıza yakın. Çekler ise her şeyi yapabilecek durumda. Bekleyip göreceğiz.

Ufuk Tolga Aldırmaz

16 Haziran 2012 Cumartesi

Şaşırtan Maç Günü

İlk maçlara oranla çok daha güzel maçlar izledik D Grubu'nda. Özellikle İsveç-İngiltere mücadelesi herhalde turnuvanın en iyi maçları arasında sayılabilecek bir ikinci yarıya sahne oldu. Önce Ukrayna-Fransa mücadelesi ile başlayalım ama.

Hava şartları nedeniyle sekteye uğrayan mücadele açıkçası biraz da monotonluk bozan cinsten oldu ki bu açıdan güzeldi. Yüksek tempo ile başlayan mücadele yine takımların karakteristik özelliklerine sahne oldu diyebiliriz. Ukrayna oyunu yarı sahasında kabul etti. Hareketli bir alan savunmasına mütevellit takım halinde -Sheva hariç- topun gerisindeydiler. Kaptıkları topları bir an önce Shevchenko ile buluşturup kontra-ataklarla golü bulma çabasındaydılar. Bu noktada araç olarak da kanatlar Yarmolenko-Konoplyanka ikilisi kullanılıyordu. Fransa ise yine topu ayağına alıp pas oyunu oynama çabasındaydı ki İngiltere maçından daha hızlı bir biçimde bunu yapmayı becerdiler. Nasri'nin Malouda yerine içeri çekilmesi ve öne de Menez'in yerleştirilmesi orta saha ve forvet hattını statiklikten kurtarıyordu. Bu noktada daha çok ısıran bir Fransa görüyorduk anca bu ısıran takım ruhunu efektifliğe yansıtamıyor, yansıttıklarında ise bir türlü Pyatov'u geçemiyorlardı.

İkinci yarıya kadar bu seyirde sonuçsuz kalan takımlar ikinci yarıda Fransa'nın tempoyu yükseltmesi neticesinde daha keyifli bir mücadele sergiliyordu. Elli ikinci dakikada Menez ile gelen gol açıkçası artık herkes "Oh be, sonunda." dedirten cinstendi. Pyatov'un da takımını taşıması bir noktaya kadar sürüyordu. Hız kesmeyip akabinde elli altıncı dakikada Cabaye ile golü bulmaları onları rahatlatıyordu. Ukrayna bu golden sonra mental anlamda çöktü. Devic haricinde çabalayan kimse yoktu ki o da yine klasik tabirlerden biri olan "bal yapamayan arı" modeline uyuyordu. Bütün planını kontra-atak üzerine kurmuş bir takım için geri dönüş neredeyse imkansız demekti ki zaten pek mecalleri de yoktu. Sürpriz olmayan bir sonuç geldi.

Gecenin mücadelesinde ise İsveç ilk maç yenilgisinin ardından istediğini alan İngiltere ile karşılaşıyordu. Şaşırtıcı bir şekilde İngiltere'nin yaptığı tempo ile mücadele başladı. Tipik İngiliz takımları gibi özellikle Parker'ın kanatlara indirdiği topları ortalar ile Carroll'a gönderip pozisyon arıyorlardı. İsveç ise ilk maçta yaşadığı sıkıntıyı yaşayıp top tutmayı beceremiyordu. Oyun devamlı sıkışma eğilimindeydi. İbrahimovic'in ayağına gelen topları taşıması ile pozisyon aramaları yapabildikleri tek şey oluyordu. İngilizler buna yine "Chelsea alan savunması" ile cevap veriyordu. İşe de yaradı. Üstüne bir de Gerrard-Caroll organizasyonunda gelen gol işin kaymağı oldu. O dakikadan sonra çok duraksadılar. İkinci yarı ile birlikte iki duran toptan gelen ili Mellberg golüne engel olamamaları da sıkıntı oluşturdu. Üzerinde gelen Walcott hamlesi ise zaten olması gereken şeyin bu olduğunu Hodgson'a hatırlatırcasına maçı değiştiren hamle oldu. Önce golünü atması sonra da harika bir asistle Welbeck'i beslemesi İngilizler'i ipten aldı. İsveç ise elenenler kervanına katıldı. Yine beklentilerle gelinen fakat hayal kırıklığı olan bir turnuva oldu. İngilizler'in öyle veya böyle geri dönmesi ve umutlarını son maça taşıması da gerçekten anlık şanslardan ibaret gibi gelmeye başladı. Son maçta neler olacağını göreceğiz. Umarım yine bugünkü gibi güzel maçlar izleriz.

Ufuk Tolga Aldırmaz

14 Haziran 2012 Perşembe

Deutschland Über Alles!

Akşamki maç gibi iki takım adına da farklı anlamlar ifade eden bir mücadele idi. Tıpkı Portekiz gibi yine özellikle Hollanda gibi bu maçın anlamı çok daha büyüktü.

Bunun bilincinde olarak Hollanda topu hakimiyetine alarak başladı. Bununla beraber ilerleyen dakikalarda buna biraz da Almanya'nın izin verdiğini gördük. Almanlar benim gördüğüm en mükemmel savunmayı yaptılar ilk on dakika içerisinde. Uzun zamandır futbol izleyicisiyim böyle bir savunma anlayışı görmedim. Üç blok halinde oyun alanını öyle bir daraltıyorlar ki rakibin gelip araya girmesi imkansız hale geliyor. Bunu biraz hafifletmeye başladıklarında ise van Persie'nin araya kaçışları başladı. O ölü toprağını biraz üstünden atmış olsa maça güzel bir başlangıç yapmış olacaklardı.

Hollanda da top Almanlar'a geçtiğinde topluca topun arkasına geçme çabasındaydı ki Almanlar bunun bilincinde olarak biraz da kontra-atağa gitmeyi düşünüyorlardı. Nitekim kaptıkları bir topta hızlı pas oyunuyla çıkıp Mesut'un tüm defansın balansını sola kaydırması ile birlikte orta sahada Schweinsteiger unutuluyor ve onun mükemmel pasının neticesinde Gomez'in güzel vuruşu Almanlar'ı 1-0 öne geçiriyordu. Ardından Almanlar biraz daha topu ayaklarına alarak rakip defansın beklerinin vasat oynamalarını kullanma çabasındaydı. Nitekim bunu da becerdiler. De Jong ve Bommel o noktalarda sürekli fauller yapıyordu. Badstuber'in vuruşunu Stekelenburg'un çıkarışı maçın kader anlarından biriydi. Üzerinden fazla zaman geçmeden Willems'in kanadında Gomez-Mesut-Schweinsteiger-Gomez paslaşması neticesinde klas da bir vuruş neticesinde Almanlar 2-0 öne geçerek önemli bir avantaja sahip oluyorlardı.

İkinci yarı van Marwijk, van der Vaart ve Huntelaar'ı alarak başladı. Artık top, tüfek ne varsa saldıracak diye düşünürken açıkçası son yirmi dakikaya kadar öyle olmadı. Almanlar'ın tempoyu kontrol etmesi de bunda büyük etkendi tabii. Ne olursa olsun Hollanda'dan en azından savaşmasını da bekliyordum. Nitekim bir kaç ayakta kalan adamdan biri olan van Persie tamamı ile kişisel çabası ve biraz da Alman defansının hatası ile güzel bir gole imza attı. Daha sonra bundan ilham alarak Sneijder'in de yaptığı birkaç dış şuttan da sonuç alamamaları maçın skorunu 2-1 olarak tayin etti.

Kilit nokta Hollanda'nın elenecek konuma gelmesinden çok o keyif veren futbol anlayışlarının da şu turnuva itibari ile yok olması. Sanırım elendikleri takdirde gönderilecek olan van Marwijk'ın aksine total futbolun izlerini taşıyan bir teknik adam gelirse şaşırmamalıyız. Mühim olan da dengeyi tutturmak.

Almanlar ise o akıcı futbollarından çok uzak. Buna rağmen şu form düzeyleri yetiyor. İlerleyen turlarda vitesi arttıracaklardır. Grup liderliği geldiği takdirde final yolu açık. Bu yüzden Deutschland Über Alles!

Ufuk Tolga Aldırmaz

13 Haziran 2012 Çarşamba

Ölüm Maçlarına Adım Adım

İki takım adına da farklı anlamlar ifade etse de çok önemli bir mücadeleydi. Özellikle Portekiz için tam anlamıyla ölüm kalım meselesi haline geliyordu. Danimarka ise son yıllarda üstün olduğu Portekiz'i yenerek ölüm grubunu rahatça tamamlama hedefindeydi.

İki takım da ilk maçlarına oranla daha ofansif bir felsefeyi sahaya yansıtma çabasındaydı. Yine özellikle Portekiz daha aktif bir hücum planı yapmıştı. Ronaldo'nun sol çizginin prangasından kurtulması, orta saha oyuncularının sürekli hareketli olması ve Nani'nin ekstra oyunu bunların sahaya akis etmesinin temel sebepleriydi. Danimarka ise Hollanda mücadelesine oranla daha cesaretli ve daha agresif -özellikle Ronaldo'ya- bir oyun oynuyordu. Maalesef Zimling'in daha maçın başlarında sakatlanması ve yerine Poulsen'in girmesi ile Danimarka orta sahası düşüş gösterdi. Eriksen'in de ekstra bir şeyler verememesi oyunun hakimiyetini iyice Portekiz'e geçmesine neden oldu. Gerçi iki takım da çok ahım şahım pozisyonlar bulamasa da belirli bir tempoda giden bir mücadele vardı. Akan oyunda bulunamayan pozisyonlar turnuvanın genelinde olduğu gibi duran toplardan geliyordu ki Pepe'nin ön direkten güzelce yükselişi ile gol perdesi açıldı.  Ardından, fazla zaman geçmeden Nani'nin ortasında Postiga'nın ön direğe mükemmel koşusu ile durumu 2-0'a taşıyan gol geliyordu. Danimarka skora rağmen oyundan kopmadı ve bir direnç gösterdi ki bu çok önemli. İkinci golden yaklaşık beş dakika sonra Poulsen'in savunma hattı arkasına attığı mükemmel top ile Krohn Dehli'nin yine bir o kadar mükemmel bir şekilde içeriye indirdiği topta Bendtner ile golü buldular.

2-1'lik skor ile biten ilk yarının ardından ikinci yarıya Danimarka geride boşluklar vererek başladı. Kırk dokuzuncu dakikada bomboş pozisyonda Andersen'i geçemeyen Ronaldo şok etkisi yaratıyordu. Danimarka dakika geçtikçe daha da baskı kuruyor fakat geride bir o kadar da pozisyon vermeye devam ediyordu. Yine Ronaldo ile bulunan yetmiş yedinci dakikadaki pozisyon maça damga vuran pozisyon olacaktı. Karşı karşıya ve yine Andersen'e alınan nişan... İki dakika sonra ilk gol kadar mükemmel bir organizasyon ile Poulsen'in ortasında Bendtner kendisinin ve takımının ikinci golünü bulup oyunu dengeye getiriyordu. Golün ardından gelen Raul Meireles-Varela değişikliği ise kırılma anlarının en büyüğü oluyordu. Danimarka'nın geriye çekilişi ve Varela'nın etkin oyunu ile birlikte Portekiz rakip kaleye muazzam biçimde yığılmaya başlıyordu. Nitekim bu ataklar Varela'nın golü ile son buldu ve üç puanı hanelerine yazdırdılar.

Özel parantezi Nani'ye açıyoruz. Bugün gerçekten muazzam oynadı. Ayrıca Varela'nın golü sadece Portekiz'i değil Ronaldo'yu da ipten alıyordu. Puan durumları iki takım arasında eşitlendi. Eğer 21.45'teki maçta sürpriz olur da -bana göre- Hollanda kazanırsa son maçlar grubunun namına yakışır nitelikte olur: Ölüm Maçları...

NOT:Dün yayınladığımız Yedek Kulübesi #5 podcastimizdeki ses aksamından kaynaklanan sıkıntılardan ötürü özür dilerim.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Den Rosii

Rusya Polonya'yı yenerek gruptan çıkmayı garantilemek istiyordu. Lehler ise Ruslar'da kaldığını düşündükleri birkaç hesabı kapamak. Böyle günlerde işte futbol sadece  futbol olmaktan çıkıyor.

Advocaat farklı Çek Cumhuriyeti galibiyetini getiren kadrodan tek isim dahi değiştirmeden maça çıktı. Smuda ise bir tek kırmızı kart cezalısı Szczesny yerine Tyton ve Rybus yerine de daha defansif bir rolü olan Dudka'yı sahaya sürmüştü.

Maç öncesi olan olaylar ve o "Burası Rusya" pankartından olsa gerek oyuncular pek de kendileri gibi başlayamadılar. Polonya Yunanistan maçına biraz nazire yaptı ve baskılı bir şekilde başladı. Sanırım bu baskılarına turnuvada oldukları sürece alışmamız gerekecek. Obraniak'ın biraz daha geriden topu alması ve Kuba'nın özel önleme maruz gitmesi Polonya'yı sıkıştırıyordu fakat duran top bulduklarında affetmiyorlardı. Rusya tipik bir Türk takımı gibi her duran toptan tehlike yiyordu. Buna ironi yapar gibi Arshavin'in ortasına Dzagoev'in kafasının değmesi ile golün gelmesi Ruslar'ı öne geçiriyordu.

Polonya'nın ilk yarıdaki şanssızlığı Obraniak'ın topu geriden alması ve buna denk olarak yaratıcı ayakların eksikliğini üçüncü bölgede hissetmesiydi. İşte bunu Kuba'yı Lewandowski'ye yaklaştırarak kırmaya çalıştılar ki başardılar da. Golü Kuba'nın güzel füzesi ile buldular.Agresif oyunlarını sürdürdüler hatta Rusya'yı mümkün mertebede basit bir takım görüntüsüne kadar indirgediler ancak iki üç oyuncu haricinde fazla cesaretli olamadıklarından galibiyete yakalayamadılar.

Puanlar paylaşıldı. Rusya avantajını korurken grupta her şey son maçlarda belli olacak. Yalan yok gönlüm Rusya ve Polonya'nın çıkmasından yana. İki takım da göze hoş gelen futbol oynuyorlar. Açıkçası bir üst turda da bir Polonya-Almanya mücadelesi de izlemek isterim.

Ufuk Tolga Aldırmaz

12 Haziran 2012 Salı

Holebas ve Küçük Mozart İş Başında

Grubun en yaralı takımı Çek Cumhuriyeti tek ve son şansı için sahaya çıkıyordu. Yunanistan ise fena gitmeyen şansını avantaja döndürmek için çabalama amacındaydı. Polonya'nın Rusya ile oynayacak olması da iki tarafı motive edecek unsurların en büyüğüydü.

Çek Cumhuriyeti'nde Kadlec'in stopere geçmesi ile birliklte daha diri bir defans hattına sahip olup, beklerini daha rahat oyuna sokuyordu. Yunanistan ise taşlarla fazlaca oynadı. Stoperlerin ceza ve sakatlıklarından dolayı Katsouranis o bölgeye çekilmişti. İleri üçlü ise komple değişip sağda Salpingidis, solda Fortounis ve ortada da Samaras oynuyordu.

Çekler iyi başladı. Holebas'ın yaptığı o iki büyük hata neticesinde Rosicky'nin ara pasları muazzam işe yaradı. Altı dakikada iki gol geliyordu. Yunanistan neye uğradığını şaşırdı. Daha sonra oyun dengeye geldi. Göze çarpan ileride Samaras'ın bir duvar olarak kullanılmaya çabalanması idi. Stoper Katsouranis sürekli Samaras ile ikili oynuyor ve takım onun indirdiği topları kovalıyordu fakat işe yarar çaba olmadı. 4-3-3'ün iki üçlü hattı da fazlaca statik kaldı. Karagounis ve Salpingidis'i bir köşeye bırakacak olursak ciddi anlamda ısıran bir oyuncu yoktu. Üstüne yaptıkları basit hatalar oyun kurmayı engelledi. Yaratıcı oyuncu eksikliği bariz göze çarpıyordu. Çekler ise gollerden sonra sürekli hızlı atak kovaladı ki Jiracek ve Pilar ikilisi ile yaptıkları da oldu. Neticeye ulaşılamaması fişin çekilmesini engelledi.

İkinci yarı ilk yarıdan daha fazla topa sahip olan bir Yunanistan vardı. Çekler sadece geride bekleyip kontra-atak kovalama çabasındaydı ki yine ilk yarıdaki gibi bunu Jiracek ve Pilar ikilisi ile başardıkları da oldu. Özellikle Pilar'ın yetenek eksikliği golün gelmemesinin baş sebebi olarak gösterilebilir. Nitekim topa sahip olan Yunanlılar Cech'in Euro 2008'de yaptığı hataya benzer bir hata yapması sonucu Gekas ile golü bulup umutlandı. İşin garibi geriye dönmek için atılan ilk adımın devamının gelmemesi. Oyunculardan daha fazla hırs beklerdim. Özellikle tecrübeli isimlerden ekstra bir efor beklememe rağmen olmadı. Kaderlerine küsmüş vaziyetteydiler. Dakikalar ilerledikçe iki tarafın de gole meyil etmemesi maçın 2-1'lik skor ile son bulmasına neden oluyordu. Çekler önemli bir üç puan aldılar ve son maça umutlarını taşıdılar. Yunanistan'ın işi ise imkansıza yakın hale geldi. Açıkçası iki takım da çıkmayı hak etmiyor fakat ilk on dakika hatrına Çekler'e biraz tölerans tanıyabiliriz.

Rosicky'nin kendi vasatına bile yaklaşmadan neler yaptığını görebilmek önemliydi. Umarım ileriki maçlarda formunu yükseltir. Onu izlemek zevk.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Yedek Kulübesi #5

Euro 2012'de ilk maçların değerlendirilmesi ve gelecek maçlar üzerine birkaç kelam.


En Kötü Takım ve Efsane

D Grubu'nun maçları ile birlikte ilk gün maçlarını tamamlamış oluyoruz. Bugünün maçları ile birlikte gol atılmayan müsabaka yok. Aklımda kalan iki maç dışında gayet zevkli maçlar izlediğimizi söyleyebiliriz.

Maalesef o iki müsabakadan biri bugün oynanan İngiltere-Fransa mücadelesiydi. Hayatım boyunca çok sevdiğim şu eğlencenin hiçbir doksan dakikası bu kadar uzun gelmemişti dersem abartmış olmam. Mübalağa fazla kaçmış olsa bile ne denli sıkıldığımı net anlamışsınızdır. Açıkçası yazılacak tonlarca şey çıkmadı müsabakadan. Bazı kilit noktalar var tabii. Hemen bakıyoruz.

Başlama vuruşu ile birlikte Blanc'ın o Barcelona sevgisine nazire yapan bir Fransa vardı. İşi biraz yanlış anlamış olsalar da o en kilit noktayı uygulamada pek sıkıntı yaşamadılar. Topa sahip olmak... İngiltere'nin oyunu oynayış biçimi de Fransa'nın işine geldi. İlk aşamayı doğru uygulamış olsalar bile ikinci aşamada sıkıntı vardı. O da oyuncuların statik duruşu. Daha doğrusu orta üçlünün (Malouda-Diarra-Cabaye) statik oluşuydu. Bunda biraz da stoperlerin arasına girmeyi hobi olarak edinen Diarra'nın parmağı vardı. Onun yüzünden orta saha geniş boşlukların egemenliğinde kalıyor, oyun alanı parsellenemiyordu. Devşirme sol iş garibim Malouda ve iyi niyetli(bunun ne demek olduğunu bir türlü anlamadım ama siz fikri aldınız) Cabaye'nin tüm çabalarına rağmen iş yürümüyordu. Neyse ki ön üçlü (Ribery-Benzema-Nasri) pire gibi yerinde durmuyordu. Bunun sayesinde ileride top dolaştırmada sıkıntı yaşanmıyordu. Burada İngilizler devreye giriyor. Chelsea'nin Barcelona'ya yaptığı o alan savunmasının aynısını Fransızlar'a yaptılar. Defans ve orta saha hatlarını on metreye sıkıştırıp inanılmaz çalışkan bir alan savunması hattı oluşturdular. Burada olmayan şey Drogba idi. Welbeck ve Young gölge pres dışında hiçbir işe karışmadılar. Takılmaca olsun diye gelmiş gibiydiler. Maç boyunca gol dışında tek net pozisyonlarının Milner'ın boş kaleye atamadığı o pozisyon olması şaşırtıcı değildi. Fransızlar attıkları goldeki gibi biraz daha fazla yoklama yapsalardı üç puanı almaları iş olmazdı. Ek olarak Blanc'ın oyuncu değişikliği hamlelerinde çok geç kaldığı su götürmez cinsten. Resmen bu kadar ezik(tam anlamıyla) bir İngiltere'yi yenmemeye çalıştılar.

Fransızlar yine de umut vaad ediyor fakat İngilizler dünya üzerindeki en kötü top oynayan milli takım olma yolunda emin adımlarla ilerliyorlar. İnanın abartmıyorum. Turnuvanın açık ara en kötü top oynayan(şu ana kadar. bana kalırsa böyle devam edecekler) takımı bu İngiltere.

Günün ikinci mücadelesinde ise ev sahibi Ukrayna İsveç'i ağırladı. Allah'tan sabahki maça benzer bir maç çıkmadı.Yarmolenko'nun açık ara hakimiyetinde şekillenen hücumlarda biraz şanslı olunabilse gol veya goller bulunabilirdi. Açıkçası beklentimi boşa çıkarmaması hoşuma gitti. Ona bir de Konoplyanka da eklenince sağlı sollu kanat hücumları ve içe kat etmeler izliyorduk. İsveç ise ne topa hakim olabiliyordu ne de doğru düzgün atak yapabiliyordu. En net pozisyonları İbra'nın direkten dönen şutları idi. Bunda Kallström-Elm ikilisinin biraz yumuşak kalması da etkili oldu.

İkinci yarı Svensson değişikliği geldi. Bu biraz da orta sahayı kotarmak adına yapılmıştı. İşe de yaradı. Öne geçme ile mükafatını aldılar fakat turnuvanın en uzun takımı efsane Sheva'dan gelen üst üste iki kafa golüne de engel olamayınca işler çığırından çıktı. Elmander'in sonradan girip mutlak gol şansını tepmesi de kırılma anı oldu.

Ukrayna güzel bir başlangıç yaptı. Eğer İngiltere'yi yenerlerse ki hiç zor olmayacaktır gruptan çıkmaları onlar için rüyanın gerçekleşmesi anlamına gelir. Kağıt üzerinde grubun en kötü takımı olmalarına rağmen seyirci faktörünün de eklenmesiyle bana kalırsa turnuvanın Danimarka'dan sonra en flaş performansı geldi. Yarın ikinci maçlara başlıyoruz. Keyifli olacağına eminim. Umarım yanılmam.

Ufuk Tolga Aldırmaz

11 Haziran 2012 Pazartesi

Sempati ve Malumun İlanı

Her birine ayrı ayrı sempati atfettiğim takımların oluştuğu bir grup C Grubu. Durum böyle olunca bugün bana ayrı bir güzel geliyordu. Herkes gibi favori gördüğüm İspanya ile yine herkes gibi olmasa da en azından benim "gizli" favorim olan İtalya'nın mücadelesi şu ana kadarki en iyi maç olarak listemdeki yerini aldı.

4-6-0 ile çıkan İspanya'ya karşı cesur ve doğru bir on bir ile çıkan bir İtalya vardı. Kilit rolün yalancı dokuz görevi ile Cesc'te olduğu ise su götürmez cinstendi.

İlk dakikalardan itibaren klasik tabirle kıran kırana geçen mücadelede ilk göze çarpan İspanya'nın rahatlıkla topa sahip olamaması oldu. Bunda bir numaralı etken belki de en az onlar kadar kaliteli bir orta sahaya sahip olan İtalya'nın buna ek olarak yaptığı önde baskılı alan savunması idi. Birbirine yakın oynamaları o tiki taka oyununu sekteye uğrattı. Ayrıca sert oyunları İspanyollar'ın biraz da gözünü korkutan cinstendi. Aynı şekilde top İtalya'ya geçtiği anda Barcelona'nın getirisi olan o mükemmel alan daraltma durumu İspanya'da baş gösteriyordu. Temponun üst düzey olmadığı maçta İtalyanlar'ın doğru tercihleri neticesinde tehlikeli atakları da bir bir geliyordu. Başa baş mücadele bize güzel bir maç getiriyordu.

İkinci yarı aynı şekilde devam eden mücadelede İtalyanlar'ın tek eksiği gol diye düşünürken gelen Di Natale-Balotelli değişikliği bariz bir şekilde gol gelecek diye düşündürmeye başladı. Nitekim Di Natale'nin usta işi vuruşu ile çok geçmeden golü buldular. Hemen ardından silik bir top oynayan Silva'nın yoktan var ettiği pozisyon ile Cesc'in golü geldi. Oyun fazla uzamadan denge bulundu. Temponun artması ve İtalyanlar'ın aşırı dikkatli olma çabası onları yoruyordu. İlk yarıda yakalanamayan o oyun genişliği ve Torres'in oyuna girişi ile İspanya gole daha yakın hale geldi ki birkaç kez Torres'i Buffon ile karşı karşıya bırakma şansına eriştiler. Torres biraz daha dikkatli olsa İspanya şu an üç puanı alıp grup maçlarına daha rahat bakacaktı.

Açıkçası İtalya'nın İspanya'nın standardını düşüren oyunu en azından bir puanı hak ediyordu ki o puanı hanelerine yazdırdılar. İyi futbolları biraz da rüştlerini ispat anlamına geliyordu. Kendilerine özgüven aşıladıkları kesin.

Grubun diğer maçında ise İrlanda-Hırvatistan mücadelesi oynandı. Hemen herkesin sempati ile baktığı İrlanda kendisinden görecesiz daha güçlü olan Hırvatistan ile boy ölçüşecekti. Gruptan çıkmanın ön koşulu bu mücadeleyi kazanmaktı. Aksi umutların bittiği anlamına geliyordu ki Hırvatistan için de  bu durum bir nevi böyleydi.

Daha ilk dakikalarda Mandzukic şans golü ile öne geçen Hırvatistan tam anlamıyla rahatlayacakken St.Ledger'ın golüne engel olamadı. Oyunu sıfır sıfırlık dengeye kuran İrlanda için geri dönüş anlamı demekti bu. Defansif anlayışı fena olmayan bir şekilde uygulamaları için bu eşitlik büyük önem arz ediyordu. İstedikleri seviyeye çektikleri savunmalarının yaptığı çok ufak bir hata ile Jelavic'in golü geldi ki bu umut kıran bir gol oluyordu. En ufak tartışmalı pozisyonda akıllarının Dünya Kupası'na gitmelerini engelleyen Henry'nin golü geldiğine eminim ki bu da mental bir yara demek.

İlk yarıda gelen St.Ledger'ın golünden sonra tehlike yaratacak bir atak dahi yapamamaları onlar için tehlike çanı anlamına geliyordu. Nitekim Hırvatistan'ın Mandzukic ile üçüncü golü bulsa tam anlamıyla heveslerini kırıyordu. Bana göre bu gol Hırvatistan için bir anlamda devam niteliği taşırken İrlanda için jenaratörlerin kapanması anlamına geliyordu ki onların şu sınırlı kadro ile turnuvaya gelmiş olmaları bile çok çok önemli. Kısacası kafalarındaki "Acaba?" sorularının da yok olmasına sebep olup Hırvatistan'ın yardımı ile malumu ilan etmiş oldular.

NOT: Videoda Mandzukic'in yaptığı ayıptır. Dedesi yaşındaki adam karşısında biraz dikkatli olması gerekirdi. Şaka bir yana Trapattoni büyük adam. Muazzam.

Ufuk Tolga Aldırmaz

10 Haziran 2012 Pazar

Winner Ruhu


İlk maç sonunda “Turnuva şimdi başlıyor.” dedik, evet.  İsimlere baktığımızda da Almanya-Portekiz mücadelesi için olan beklenti haliyle yükseliyordu. Aslında gariptir stadyum atmosferinden ötürü bir kırıklık oluştu bende. Nedense taraftarlar ülkelerinin ilk maçı olmasına karşın coşkudan çok uzaktı. Vardır elbet bir sebebi. Neyse, işimize dönelim biz.

Neuer- Boateng, Hummels, Badstuber, Lahm- Khedira-Schweinsteiger, Müller,Özil, Podolski- Gomez vs Rui Patricio- Pereira, Pepe, Alves, Coentrao- Moutinho, Veloso, Meireles- Nani, Ronaldo, Postiga .

Portekiz’in kadrosunda en ufak bir sürpriz yok.  Her şey olurunda. Almanya’ya geldiğimizde ise irdelenmesi gereken Hummels’in oynaması. Sabahki yazıda Hummels-Badstuber ikilisini görmek istediğimi söylemiştim ki Löw’e bir teşekkür borçluyum. Bana kalırsa mükemmel seçim ki bu ikili önümüzdeki yıllarda kesinlikle birbirleriyle anılacaklardır. Saha içinde de Hummels tercihinin ne kadar doğru olduğunu ekip çalışması ile gösterdiler. Bir de forvet konusu var ki kimse uzlaşamıyor. Kümülatif oyunda tek seçenek bana kalırsa Klose. Hülasa bu takımın ilk santraforu her koşulda Klose’dir. 

Oyun başladığı dakika egemenlik Almanlar’ın eline geçiyordu. Temposuz geçilen dakikalarda Almanlar ayağında tuttukları topu iyi dolaştırıp, oyunu güzelce genişletiyorlardı. Portekiz ise sahaya güzelce yayılıp dağılımı mükemmel bir şekilde gerçekleştiriyordu. Aynı zamanda Almanlar’ın kendi birinci bölgelerine girişi ile yüksek konsantrasyonda yaptıkları alan savunması devreye giriyordu. İşte bu noktada Klose’nin yokluğu aranıyordu. Pas dolaşımı iyi bir şekilde o bölgede yapılamıyordu. Bulunan birkaç pozisyon da Podolski’nin cömertçe harcamaları ile boşa gidiyordu. Top Portekiz’ geçtiğinde ise sol kanattan gelme çabaları baş gösteriyordu ki buradaki yanlış da Ronaldo’nun çizgiye hapsedilmesi. İçeri girip şutunu ya da pasını atana kadar Alman savunması geriye hızlıca dönüyor ve alanı mükemmel bir biçimde daraltıyordu. Az adamlar çıkmaları da Almanya’nın kontra-atak bulmasına imkan vermeyip oyunu daha da kilitliyordu.  Maçın ilk yarısı, çok klasik bir kalıp olacak ama ciddi anlamda bir taktik savaşı olarak geçiyordu . En önemli pozisyon da hiç şüphesiz Pepe’nin karambolde attığı mükemmel şutun üst direkte patlamasıydı.

İkinci yarı Almanlar tempoyu yükselterek başladı. Bu da onlara yol, su, elektrik olarak döndü. Boksör edası ile Portekiz defansına vurmaya devam ediyorlardı. İşin ilginci daha da artmasını beklenen ataklar Portekiz’in azmi sayesinde yine dengeye geldi. Hatta  Moutinho güzel paslar ile ileri bölgeyi desteklemeye başlıyordu. Yetmişinci dakikada Postiga’nın yerini Oliveira’ya bırakması da Bento’nun kazara gelecek birkaç pozisyonun da harcamayı istememesinin vuku bulduğu değişiklik olarak lügata girer fakat daha bir dakika geçmeden Gomez, Khedira’nın çok güzel ortasında topu güzel zamanlama ile sıçrayarak ağlara gönderiyordu. İşte Almanlar’ın beklediği gol.  Hemen ardından Varela’nın girişi ile sazı biraz eline alan Portekiz birkaç atak bulup, cömertçe harcıyordu. Burada Neuer-Hummels-Badstuber üçlüsünün de hakkını yememek gerekiyor. İlerleyen dakikalarda başka gol gelmeyince Almanya Hollanda’nın kaybettiği günde güzel bir galibiyet almayı başarıyordu.

Portekiz en azından bir puan almayı hak ederken Almanya son yılların en kötü futbolunu oynayarak kazanıyordu. Winner ruhu bu olsa gerek. Turnuvaların açılışları önemlidir. Tıpkı Hollanda’nın yenilgisi ile kötü gidecek olan turnuva hikayesi Almanya’da iyiye gidecektir. Bu grup çok garip işlere gebe. Danimarka sürprizi geliyorum diyor sanki. Haydi hayırlısı.

Ufuk Tolga Aldırmaz



9 Haziran 2012 Cumartesi

Danimarka İçin Mayhoş Portakal


Bugün Ölüm Grubu’na başladık. Hollanda-Danimarka mücadelesi günün ilk karşılaşmasıydı. Bu sabah yazdığım “Euro 2012’de Bugün #1” yazıda verdiğim kadrodan karşılıklı birer adet değişiklik vardı. Hollanda’da Matijsen’in yokluğunda oynamasını beklediğim Bouma yerine Vlaar varken Danimarka’da kalede Lindegaard yerine Andersen oynayacaktı. Yaklaşık dört yıl önce Jaja’nın kırk metreden Hakan Arıkan’a gol attığı stadyumda, Metalist’in stadında bu mücadele oynanıyordu.

Mücadele sakin bir şekilde başladı. Dünkü girişin ardından böyle bir başlangıç açıkçası hoş olmadı. Düşük tempo vardı. Düşük temponun yanı sıra Danimarka’nın takım halinde topun gerisine geçmesi Hollanda’nın bir türlü top yapamamasına neden oluyordu. Danimarka, bunun yanı sıra topa sert bir şekilde alan savunması yapıyordu. Boşlukları daraltma çabası vardı. Hollanda ise daha ilk dakikalardan topu ayağına almış ve bu savunmayı delme çabasında çırpınıyordu. Çırpınıyordu diyorum çünkü Afellay ve Robben’in rakip bekleri elleri koları rahat geçmeleri dışında doğru düzgün hücum varyasyonu yapmaya fırsat bulamıyordu. Afellay ve Robben de hedefi tutturamayınca biraz da orta saha oyuncularının şutları denendi, olmadı. Akabinde Danimarka ilk kez bol adamlı hücuma çıkışında Krohn Dehli’nin mükemmel vücut çalımı ile savunmayı ekarte edip Stekelenburg’un bacakları arasından topu ağları yollaması ile öne geçiyordu. Hollanda için işler iyi gitmiyor bilhakis bilinçsiz oyuna başlanıyordu. Yine maç öncesi yazdığım o detaylardan biri Van Bommel’in partnerinin kim olacağıydı. De Jong’un ilk on birde başlaması orta saha ile hücum arasında yapılamayan paslaşmanın ana nedeni idi. Bunun engellenmesi için Sneijder’in de geriye gelmemesi Hollanda’nın gücüm etmemek için çabalaması gibiydi. Bir ara acaba oyunun rakip yarı sahada başladıklarını mı düşünüyorlar diye kendi kendime sordum. Danimarka tarafında ise direnç artıyor ve daha katı bir savunma uygulanıyordu. Buldukları topları da Willems-Afellay ikilisinin kanadından Rommedhal’e ulaştırıp sonuç almayı bekliyorlardı.  Güzel ortalar gelebilse gol atmak iş olmayacaktı.

İkinci yarı ise geriden olmanın etkisiyle ile Hollanda o baskısını arttırarak başladı. Bu sefer daha efektif oynuyor ve pozisyon buluyorlardı. Bitiriş konusunda biraz daha şanslı olabilirseler ilk on dakikalık periyotta golü bulabilirlerdi. O efektiflik gol gelmeyince bitiş eğilimi gösterdi. Danimarka ise az önce dediğim gibi her geçen dakika daha dirençli oynamaya başlıyor ve ek olarak da topu ayağına alıyordu. Krohn Dehli’nin ayağından şekillenen hücumlar nicelik olarak az olsa da nitelik olarak etkili hücumlar oluyordu. Bendtner ve Eriksen’in vasat oyunları ikinci golün gelmemesiyle direkt etkiliydi. Hücumda Krohn Dehli’ye ayak uyduran bir ikinci şahıs daha yoktu. Bir türlü istenilen pas trafiği bulunamayıp ceza sahasına nadir girilmesi sonucu van Marwijk’den Huntelaar-Afellay, van der Vaart-de Jong değişiklikleri geliyordu.  Huntelaar uca, van der Vaart forvet arkasına, van Persie sola ve Sneijder de van Bommel’in yanına geçiyordu. Açıkçası Sneijder’in oraya geçmesi Hollanda adına golü getirecek atraksiyonları yaratacaktır diye düşünüyordum. Danimarka’nın daha da kapanması ve Hollanda adına maçın iyice karambol hücumlarından ibaret hale gelince işler zıvanadan çıktı. Kuyt’ın da sağ beke geçmesi son dakikaları tek kaleye döndürdü ki ilginç bir tercih oldu. Şuursuzluğun göstergesi de olsa van Marwijk’in maçı ne denli arzuladığının göstergesiydi. Bir türlü o öldürücü pozisyonu yaratamayınca van Marwijk’e göre son altı ayın en önemli maçı kaybediliyordu.

Hollanda avantajını kaybederken Danimarka umutlanıyordu. Hollanda’nın iki maçı birden kazanması sürpriz olmaz fakat kaybetmesi de olmayacak. Hakikaten şu maçı kaybederek büyük fırsatı teptiler. Artık işler bana kalırsa kendi ellerinde değil. Gruptan çıkarlar veya çıkamazlar yakın gelecekte göreceğiz fakat bu defans hattıyla bu takımın şampiyon olması çok çok zor.

Danimarka’ya gelirsek Portekiz’e son yıllardaki üstünlüğü ile oradan da es kaza alınacak bir galibiyet üst tur için yeterli olabilir. Artık gruptan çıkmaları bana kalırsa sürpriz olmayacak amma ve lakin Eriksen’in bugünkü etkisizliğini ortadan kaldırmalılar. Böyle galibiyet her zaman bulunmaz. Şanslı olduklarının bilincine varıp daha da çok çalışmalılar.

Ufuk Tolga Aldırmaz


İlk Günün Günahı Olmaz

Sonunda başladı. İlk günün günahı olmaz derler. Ben de uydurmuş olabilirim bu sözü. Çeşitli spor dallarının çeşitli müsabakalarından ötürü izlediğim ancak yarım yamalak izlediğim hissine kapıldığım maçları bu seferlik tek yazıya sığdıracağım. Başlamadan önce izlediğim en rezil başlangıç seramonisine imza atan kim var ise selam olsun.

Polonya-Yunanistan:

Polonya herkesin tahmin etmekte zorlanmadığı kadrosu ile sahada yerini alırken Yunanistan'da ise sürprizler vardı. İlk olarak kalede Sifakis oynayacak derken Chalkias fileyi koruma görevini üstleniyordu. Bir de Sotiris Ninis-Salpingidis tercihi vardı ki onu anlamam pek mümkün olmadı. Büyük ihtimal Fernando Santos kenadar oyuna etki edebilecek birinin oturmasını istiyordu. En azından maç öyle gidecekti.

Ev sahibi, ev sahipliğinin farkında olarak ağır bir karşılama yapıyordu. Açıkçası beklentimi aşan bir ilk yarı çıkardılar. Güzel oyun beraberinde hoş atak girişimlerini getirdi. Özellikle beklediğimiz o sağ kanat atakları çok yıpratıcı oldu. Hele ki karşılarında Holebas var iken bunun olmaması çok düşük ihtimal idi. Bu verimli ataklar meyvesini Kuba'nın tek gol silahları olan Lewandowski'ye asisti ile verdi. Yunanistan ise beklentimin aksine çok savruk ve saçma bir oyun oynuyordu. Özellikle Samaras'ın varlığı takımı eksik bıraktı diyebiliriz.Üstüne bir de kırmızı kartın gelmesi sıkıntıları daha da büyütüyordu.

İkinci yarı ise bambaşka bir hal aldı. Ninis'in yerine oyuna giren Salpingidis muazzam bir etki yarattı ve takımını diriltti. Oyun bilgisinin muazzamlığı beni gerçekten şaşırttı. Yetenekleri sınırlı fakat çok mütevazi bir şekilde bu kısıtlı yeteneklerini avantaja çevirmeyi net şekilde beceriyor. Nitekim gol de ondan geldi. Szczesny'nin atılışı ile Karagounis penaltıyı atabilse günün en karlı takımı Yunanistan ve ismi de büyük ihtimalle Salpingidis olacaktı.

Fernando Santos takımına olumlu etki yaparken Smuda adeta oyunu boş gözlerle izledi. Bu çok büyük dezavantaj. Polonya'nın bu mükemmel takım havasının avantajını da götürüyor maalesef. Zevkli bir başlangıç mücadelesi oldu düşüncesindeyim. Puanlar paylaşıldı.

Rusya-Çek Cumhuriyeti:

Çek Cumhuriyet'nin gerçekten adı ve birkaç oyuncusu dışında hiçbir şeyi yok. Bunu maçın başından sonuna kadar net biçimde gösterdiler. Bana kalırsa turnuvanın en kötü takımı olmak için rakipleriyle yarışabilirler. Grupta şu takımı yenebilir diyemiyorum. Sanırım uzun zamandır bu kadar güçsüz olmamışlardı. Sonda denilecek şeyleri başta söyledim.

Çek Cumhuriyeti'nin oyununu bu kadar kötü gösteren de Rusya'nın iyi oyunuydu pek tabii. Rusya gerçekten önemli oyuncuları olan bir ekip. Aynı zamanda bu oyuncuların çoğunun yaş itibariyle son büyük turnuvası da bu şampiyona olacak gibi. Futbolun olgunluğunu yaşayan ve çoğunun Zenit'li damgası olmasının yararı olarak bilinçli aynı zamanda da bir kulüp takımı gibi takır takı toplarını oynuyorlar. Maçın genelinde mükemmel bir şekilde top dağılımı yapıp, hücum alanında çok güzel çoğaldılar. Burada da Çekler'in orta sahası ile defansı arasındaki boşluk da etken. Çok rahat kopabilecek olan maç, Kerzhakov'un "bidonluğu" yüzünden ancak Pavlychenko'nun girişi ile çözülebildi. Roman, Euro 2008'de bıraktığı noktadan devam etmeye başladı ve bu takımın birinci santraforu olduğunu ispatladı.

Çekler'de ise Küçük Mozart ve kavruk sağ bek Selassie dışında ayakta durabilen yoktu. İkisi gerçekten çok çabaladılar ve kalitelerini sahaya yansıttılar fakat üç puanın Ruslar'a gitmesine engel olamadılar.

Maçtan bağımsız olarak Rusya bu oyunu ile adeta "Ben kolay lokma değilim." diyordu. Şanslarının çok fazla olduğunu düşünmüyorum lakin Euro 2008'de de düşünmüyordum. Ömer Üründül'ün de dediği gibi "Golü atan kazanır." Golü atan taraf Rusya olursa neden olmasın?

Ufuk Tolga Aldırmaz
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...