30 Aralık 2012 Pazar

Menemen Kanunları ve Triloji

Domateslerin kabukları soyulup küp küp doğranır. Sivri biberler tohumları çıkarılarak halka şeklinde bıçak darbelerine yenik düşer. Daha sonra kullandığınız yağı tavanıza döküp biberler kavrulur. Ardından domatesler de aynı işlemden geçirilir. Domates, biber ikilisi "yenilecek" kıvama geldikten sonra yenilecek miktarda yumurta çırpılır ve tavaya dökülür. Karıştırma işlemiyle birlikte tuz ilavesi de yapılır. Yumurta ile harmanlanmış malzeme de piştikten sonra ekmek "banmak" suretiyle menemen yemeye hazır hale getirilir.

Samet Aybaba'nın olay yaratan "menemen" açıklamasından sonra benim böyle başlamam da farz oldu. Zira Beşiktaş'ın geneli itibari ile ilk yarı performansı da tam menemen pişirme aşamaları gibiydi. Yavaş yavaş ve adım adım gidildi.

En azılı dilonun bile beklentisini alt seviyeye indirdiği sezon başı tabiri caizse kabus gibiydi. Cevapsız soruların ardı arkası kesilmiyordu. Kaotik bir takım vardı. Buna karşın her geçen gün Beşiktaşlılar'ın yüreğine su serpilip, suratına da tebessüm oturtuluyordu. Bunu beceren ise Samet Aybaba'nın ta kendisiydi. Samet Aybaba, her şeyden öte oyuncularla muhteşem bir bağ kurdu. Öyle ki kızını bahane ederek gemiyi terk etmek isteyen Hugo Almeida bile takıma döndü. Dönmekle kalmayıp istenilen performansına yaklaştı. Buna paralel yüzü gülmeyen takım lideri Manuel Fernandes kahkaha atmaya başladı. Rakip oyuncuların içinden geçip peygamberliğini ilan etmeye çabalayan ve takımdan gönderilmesi an meselesi olan Filip Holosko anka kuşu efsanesinin var olabileceğini düşündürtmeye başladı. Yılların durağanı Necip Uysal bir anda umut bağlanmış ikinci kaptan statüsüne yükseldi. Bunlar ve bunlara benzeyen örnekleri git gide arttırabiliriz. Hepsinden önemlisi, aile arasında "menemene ekmek banabilecek" kıvama gelmiş bir takım oluşturulmuş durumda. Takım ciddi anlamda takım, takım ciddi anlamda makro-aile. İlk etapta bunu oluşturabilmek eldeki kısıtlı kadronun birçok defosunu örtmek anlamına geliyordu. Nitekim oldu da. Sekizinci haftada (altta göreceğini ve muhtemelen okuyan herkesin bileceği kare) Trabzonspor'a karşı Olcay Şahan'ın son dakikada kaçırdığı yüzde yüzlük pozisyonun ardından yere yığılan takım... Söyleyeceklerim bu kadar.

Basınımızdan tutun da Twitter mikro-bloglarımızda bizlere kadar herkes kırılma anı goy goyunu sever. İşte Beşiktaş'ın da sezon içindeki kırılma anı ilk yarı( ve büyük ihtimalle ikinci yarıda da) itibari ile bu sahneydi. Öncesine set çekilip ciddi anlamda taraftarın takıma olan inancının tekrar sağlanması da tam anlamıyla bu karşılaşmadan sonra oluyordu. Ardından gelen kırmızı formalı seri galibiyetler ve mağlubiyetsiz  geçilen haftalar umutları da bir bir yeşertiyordu. Bu noktada rakiplerin Avrupa Kupaları'nda Beşiktaş'ın son iki sezondur çektiği acıyı çekerek darbe almaları da önemli oldu. Şans Beşiktaş'tan yana işlemişti. İşte bu noktadan sonra bendeniz devreye giriyorum. Naçizane...

Öncelikle hakkı yeteri kadar teslim edilmeyen bir isimi şiddetle telaffuz etmek istiyorum: Ersan Gülüm... Takıma girişi rastlantısal olarak Oğuzhan Özyakup ile aynı döneme denk gelse de Oğuzhan'ın varlığı, Ersan'ın takıma katkılarının göz ardı edilmesine sebep olmuş durumda. İlk olarak Ersan'ın takıma girişi bu sezon nerede oynarsa oynasın muazzam katkı sağladığını fakat stoperde artık vasatın üstüne çıkamadığını düşündüğüm İbrahim'i stoperlerin önünde kesici rolüyle oynamaya itti. Bu, takıma Veli Kavlak'ın performans düşüklüğü dönemine denk gelen ve Necip'in de pozisyon bilgisi zaafiyetinden istenileni veremediği noktada kaliteli bir alternatif yarattığı için önemlidir. Bir diğer nokta ise Ersan'ın ortalama bir Türk stoperin çok üstünde oyun bilgisi olması ve de Tomas Sivok ile söz konusu olan uyumu neticesinde defansif kurgunun daha sağlıklı olarak uygulamaya geçirilmesini sağlamasında. Dikkatle incelediğini vakit stoper ikilisinde Ersan olmadığı vakit savunma çizgisinin kendisini ister istemez geriye attığını görüyoruz. Nitekim bu da hatlar arası boşluk oluşmasına sebebiyet veriyor. Ersan ile hem daha rasyonel bir savunma hattı hem de kümülatif biçimde giderek daha efektif bir pres gücü oluşumunu sağlamakta. Her ne kadar son hafta Kayserispor maçında felaketi oynasa da bu takımın Ersan'a ihtiyacı vardır. Oğuzhan'dan uzun uzun bahsetmeyi düşündüm, tıpkı Ersan gibi lakin hiç gerek yok. Ozzie zaten her şeyi sahadayken gözler önüne seriyor. Bu noktada Samet Hoca'ya bir sitemimiz olabilir: "Koşu kalitesi diyerek böyle bir opsiyonu kenarda tutmak kime fayda sağladı?"

Tüm bunlara müteakip bir de oyun içinde Olcay Şahan'ın varlığı denen bir durum söz konusu. Son vuruşları ile özellikle Eskişehirspor mücadelesinde saç baş yoldurtsa da takımın demirbaşlarından birisidir. Tartışmasız, hücum hattı için methiyeler düzülen takımın "X-Faktörü"dür dersem yanılmış olmayacağım. Yetenekleri kısıtlı olsa da alt yapıdan gelen bilgi ve mayadan gelen azim ile birlikte oyun görüşü de birleşince lig için önemli bir koz haline geliyor. Hiçbir şey olmazsa bir maç boyunca sadece boş koşularını izlerken dahi yorulabilirsiniz. Muadili olarak alınan Uğur Boral'ın ise bekteki performansı tam anlamıyla facia. Net biçimde benim sayabildiğim yenilen yedi(evet rakamla da 7) golün baş aktörü. Bundan sebeptir ki zaten sol bek arayışları var. Direkt olarak söyleyebileceğim şey Gökhan Süzen'in takım için Uğur Boral'dan daha iyi olsa da verecek fazla bir şeyinin olmaması. O noktada direkt olarak yabancıya yönelmek çok daha akıl karıdır. Önde Olcay'ın bahsettiğim performansı orası için yabancı olmasa da olur dedirtebilecek lükse sahiptir. O noktada her iki kanadı da yedekleyebilecek/forma savaşı yaşanmasını sağlayacak bir kanat oyuncusunun alınması ideal olur.

Transferlerin ligin kaderini belirleyecek önemde olduğunu arz edebilirim. Bilhakis bekin kalitesi çok önemli olacaktır. Transferlerden sonra ise düşünülecek konu belirli olacak: Kompakt oyun, önde baskı ve inanç faktörlerinin nasıl korunup, geliştirileceği. Netice itibari ile Beşiktaş'ta bu trilojiden herhangi biri olmadığı taktirde takım kafası kesilmiş tavuk misali dağılıyor. Yapılacak olan transferlerin "menemen kanunlarına" uyması ve bu felsefe anlayışının devam etmesi neticesinde ben neden olmasın diyorum. Yine de sezon başındaki gibi beklentiyi alt seviyede tutmak gerek. E abicim bu takım ister istemez heyecan yaptırıyor, haklısınız. Beşiktaş'ın olduğu yerde umut vardır. Bu umudun realist bir raya oturabilmesi için de net biçimde söyleyebiliriz ki rakiplerin Avrupa'da en az bir tur daha oynamaları gerekmekte.

NOT-1: Şampiyonluğu telaffuz etmek için gerçekten çok erken. Her takım adına. Bunun yanında ilk hedef TT Arena olmalıdır. Oradan gelecek üç puan kapı tokmağına el koymak demektir.

NOT-2: Muhtemel gelebilecek yabancının Fernandes'in liderlik rolünü çalması facia olur.

NOT-3: Hugo Almeida, Filip Holosko, Necip Uysal gibi isimlere teker teker değineceğim lakin nazar değmesinden korkuyorum. Bekleyelim.

SON NOT: Menemeni soğanlı da seven varmış. Saygı duyarım. Herkesin keyfi kendine. Goy goy için Samet Aybaba'ya da ayrıca teşekkürler.

Ufuk Tolga Aldırmaz


7 Aralık 2012 Cuma

EL Grup Aşaması Ardından

Şampiyonlar Ligi için yaptığım uygulamanın bire bir aynısını Avrupa Ligi için de yapmıştım. Yine yazıya şuradan ulaşabilirsiniz. Hemen başlayalım.

A Grubu: Liverpool 10, Anzhi 10, Young Boys 10, Udinese 4

Young Boys'un yerinde eğer ki Udinese olsaydı tahmin açısından benden mutlusu olmayacaktı. İçeride dışarıda Young Boys'a yenilmenin ceremesini çektiler. Liverpool beklenen yerinde, Anzhi ise sahiplerini tatmin edecek şekilde kalifiye oldu diyebiliriz. Seyir zevki açısından güzel maçların olduğu bir gruptu. Takımlara teşekkür etmek gerek.

B Grubu: Viktoria Plzen 13, Atletico Madrid 12, Academica 5, Hapoel Tel-Aviv 4

Çekler iyi iş başardılar. Atleti deplasmanda Academica'ya yenilerek işi yokuşa sürdü. Bu yıl ligi tercih edebilirler ki rotasyondaki oynamalar da onu gösterdi. Son iki sıra da beklendiği gibi oldu. Plzen ileriki turlarda sürprizler yapabilir.

C Grubu: Fenerbahçe 13, Borussia Mönchengladbach 11, Marsilya 5, AEL 4

Fenerbahçe beni şaşırttı. Özellikle deplasman karnesi hayret verici seviyede. Marsilya teknik direktörü Elie Baup da serzenişlerinde haklı çıktı. Fenerbahçe'nin ileriki yolu hakkında detaylı bir inceleme yapmayı ümit ediyorum. O yüzden fazla uzatmamak gerek. Üst tur da çok kolay olmayacak. Rastgele diyelim.

D Grubu: Bordeaux 13, Newcastle United 9, Maritimo 6, Cercle Brügge 4

Newcastle rölantide götürüp istediğini aldı. Üst turda fazla zorlanmayacaklardır. Buna karşın Bordeaux uzun bir süre sonra Avrupa arenasında istediğini almış oldu. Buraları oynamaya alışkınlar. Brügge'ün de Maritimo'ya geçilmesi ilginç bir durum, altını çizelim.

E Grubu: Steau Bükreş 11, Stuttgart 8, Kopenhag 8, Molde 6

Steau çok şaşırttı. Denge gruplarından biri olarak göze çarpan grupta Steau'nun yerinde Kopenhag'ın olmasını bekliyordum. Puanlardaki kayıpların dağılımı sıralamayı en nihayetinde çizmiş oldu. Şanslı maçlar da yaşayan Steau aradan sıyrıldı. Önemli başarı onlar adına.

F Grubu: Dnipro 15, Napoli 9, PSV 7, AIK 4

Sanırım Dnipro'ya güvendiğim için kendimi tebrik edebilirim. Doğru işleri yaptılar. Napoli ve PSV galibiyetleri  fişi çekti. Napoli ise biraz yalpaladı. Özellikle Hollanda'daki 3-0'lık "hezimet" beklentilerin tersineydi. PSV ve Hollanda futbolunun düşüşü net bir biçimde tekrar ortaya serilmiş oldu. Bravo Dnipro! Aynen devam.

G Grubu: Genk 12, Basel 9, Videoton 6, Sporting 2

Sporting bir çuval inciri berbat etti. Portekiz'de işler yolunda gitmiyor. Videoton'un Macaristan'daki 3-0'lık galibiyeti altı çizilesi. Genk ise potansiyelini açığa çıkarmış oldu. Bu yönde bir beklenti vardı.

H Grubu: Rubin Kazan 14, Inter 11, Partizan 3, Neftchi 3

Beklendiği gibi gitti. Sadece Neftchi'nin 3 puan alması şaşırtıcı oldu. Tabii ki iyi de oldu. Azeri futbolu adına önemli. İlerleyen senelerde bakalım devamı gelecek mi?

I Grubu: Olympique Lyon 16, Sparta Prag 9, Athletic Bilbao 5, Hapoel Shmona 2

Athletic de bir çuval inciri berbat eden ikinci takım. Bielsa'nın öğrencilerinin bu kadar kötü gideceğini açıkçası düşünmüyordum. Prag olmayan potansiyelini sayelerinde kullandı.

J Grubu: Lazio 12, Tottenham 10, Panathinaikos 5, Maribor 4

Lazio ve Tottenham rahat geçtiler. Bundaki en büyük sebep gruptaki ilk maç da diyebiliriz. Maribor'a 3-0 yenilen Panathinaikos şansını baştan yok etmiş oldu.

K Grubu: Metalist 13, Leverkusen 13, Rosenborg 6, Rapid Wien 3

Komple yanıltıcı bir grup oldu benim adıma. Taison ile Metalist güzel çıkış yapmış oldu. Rosenborg da üçüncü sırada bitirerek şaşırtanlardan.

L Grubu: Hannover 96 12, Levante 11, Helsingborg 4, Twente 4

Bir çuval inciri berbat etme vol3. Bursaspor'u eleyen Twente şaka gibi bir grup aşamasından geçti. Onun dışında Hannover'in lider bitirmesi büyük olasılıktı, gerçekleşti.

Ufuk Tolga Aldırmaz

CL Grup Aşaması Ardından

Grupların belirlenmesinin ardından bir girizgah yapmıştım. Genel olarak grup sürecinin nasıl gideceği üzerine tahmin yürüttüm diyelim. Gruplarda son maçlar da oynandığına göre bunun üzerinden bir gidiş yapalım istedim. Önce şuradan daha önce ne düşündüğümü görebilirsiniz. Paralel gidelim istiyorum. Takımların sıralaması ve puanları art arda geliyor deyip uzatmadan bakalım.

A Grubu: Paris Saint-Germain 15, Porto 13, Dinamo Kiev 5, Dinamo Zagreb 1

PSG'nin birincilikteki yerini kısmen daha rahat görmüştüm. Buna karşın uzun bir aradan sonra Şampiyonlar Ligi tecrübesini yaşayan takım ve şehir için daha iyisi olabilir miydi? Sanmıyorum. Ligde çok hoş bir karneye sahip olmasalar da gruptaki tek mağlubiyetlerinin Porto deplasmanında olmasını çok doğal karşılayabiliriz. Bu açıdan da bakınca fena bir grup aşaması yaşamadılar da diyebiliyoruz. Buna karşın 2. ve 3. sıralarda yer almasına kesin gözüyle baktığımız iki takım arasında ufak çapta bir dengesizlik de oluştu diyebiliriz. Kiev temsilcisinin yaptığı yatırımlar daha meyve vermeye başlamadı dersek yeridir. Porto, tecrübesiyle işi kotardı. İki takım arasındaki maçlar da beklediğimiz gibi ikinci sıranın sahibini belli etti. Dinamo Zagreb ise son maçta attığı gol ve puan ile aslında "normalini" yaşadı. Dün gece futbolcuların aşırı sevinçleri de suratta hafif bir tebessüm yaratmadı değil. Bu grup için fena gitmemişiz.

B Grubu: Schalke 12, Arsenal 10, Olympiacos 9, Montpellier 2

Schalke deplasmanda aldığı Arsenal galibiyetinin tam anlamıyla kaymağını yedi. Tarihlerindeki en önemli teknik direktör olarak görülen Huub Stevens onlara güzel bir deneyim daha yaşatmış oldu. Buna karşın Arsenal son hafta Pire deplasmanında alınan mağlubiyet ile ile yelkenleri suya indirmiş oldu. Bu grubu fazla ciddiye aldıklarını düşünmüyorum. Olympiacos ise beni tam anlamıyla ters köşeye yatırdı. Montpellier'i içeride-dışarıda yenip fişi çektiler. Fransız temsilcisinin geçen yıla oranla çok kötü bir sezon geçirdiği aşikar fakat Manchester City örneğinde de görebileceğimiz gibi bu arenada belki de en önemli şeylerden birinin tecrübe olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu, sayelerinde. Lige odaklanıp yükselişe geçeceklerdir. Onlar için hayırlı oldu da diyebiliriz. Bu grupta işler tahmin açısından anlaşılabilir seviyede ters gitmiş diyebiliriz.

C Grubu: Malaga 12, Milan 8, Zenit 7, Anderlecht 5

Zenit... Herkesi ters köşeye yatırdılar. Büyük paraların kadro kimyasını nasıl bozduğunun direkt olarak örneği oldular. Onların yanı sıra İsco önderliğinde Malaga'nın müthiş çıkışı da herkesi ters köşeye yatıran diğer bir nokta oldu. Tahminlerimde Zenit ile Malaga yer değiştirmiş biçimdeydi. Hangisini tercih edersin derseniz Malaga'nın bu sürprizini derim. Milan beklenen noktada kaldı. Muhtemelen ömürleri daha uzun olamayacak. Anderlecht ise puan olarak bizi şaşırttı. Dengeli bir grup oldu diyebiliriz. Sonuç: Helal olsun Malaga!

D Grubu: Borussia Dortmund 14, Real Madrid 11, Ajax 4, Manchester City 3

Temkini elden bırakmadığımız grup. Dortmund ile ilgili temennim nihayete vardı. Hakikaten muazzam bir grup aşaması geçirdiler. Geçen sene yaşadıkları hüsrandan iyi sonuç çıkarmak diye buna denir. Santiago Barnebeu'da oynanan mücadele ise benim açımdan müthişti. İstedikleri zaman neler yapabileceklerinden bir kesit sundular. Ligde işleri zor olsa da bunu bu yıl Şampiyonlar Ligi'nde ilerleyerek telafi edecek gibi gözüküyorlar. Ajax'a çantada keklik gözüyle baktığım için hakikaten Amsterdam'a bir özür borçluyum. City için ise söylenebilecek tek kelime var: Fail...

E Grubu: Juventus 12, Shakhtar 10, Chelsea 10, Nordsjaelland 1

Zor grup diye tabir edip, iyi bir yol seçmişim. Shakhtar iyi iş çıkardı. Liderliği hak ettiler. Juve ise Danimarka deplasmanında bıraktığı iki puan ile ikinciliğe oturmalıydı. Romantik futbol adamlığını bir kenara bırakacak olursak İngilizler daha doğrusu Ambramovich için fail vol2 durumu oluştu. E hak ettiler şimdi. Tebrikler Luce.

F Grubu: Bayern Münih 13, Valencia 13, BATE 6, Lille 3

Lille rezalet performansı ile grubun kaderini tayin etti. Genel olarak beklenen durum karşılandı. Bayern ile Valencia'nın aynı puanda bitirmeleri bir yana, BATE yıllar sonra azmetmenin hediyesini aldı. Bu grup bu açıdan önemli: İstikrar...

G Grubu: Barcelona 13, Celtic 10, Benfica 8, Spartak Moskova 3

Celtic'i de benzer olmasa da Ajax gibi çantada keklik görmüşüm. 125. Yılları neticesinde önemli bir başarıya imza attılar. Spartak ise grubun kesinlikle yanıltanı.

H Grubu: Manchester United 12, Galatasaray 10, Cluj 10, Braga 3

Hikayesi yazılabilir kesinlikle. Temsilcimiz önemli bir başarıya daha imza attı. Özellikle Burak Yılmaz ile taşınan bir Galatasaray... Temsilcimiz kendi işini zora sokmasına rağmen "son sözü söylemeyi" becerdi. Braga'ya içeride kaybedilen üç puan ve Cluj'a içeride kaybedilen iki puanı da rahatlıkla hanelerine yazdırabilirlerdi. Buna da şükür diyelim. Cluj'un gösterdiği direnç ise önemli. Gerçi fazla gaza gelip Aykut Kocamanvari "Hedefimiz Avrupa Ligi!" naraları atılmaya başlanmış ya, neyse.

Bir üst tura baktığımızda temsilcimiz adına istenebilecek en güzel rakip sanıyorum ki Malaga olur. Gerçi Sinyor Terim Juventus'u istemiyorsa ben de bir şey bilmiyorum diyeyim. İş kolay değil. Zamanı gelince daha detaylı değerlendirme yapmak istiyorum fakat İstanbul'da Barcelona'yı izlemek de hoş bir deneyim olur diyeyim. Rastgele Galatasaray!

Ufuk Tolga Aldırmaz

5 Aralık 2012 Çarşamba

Rekorları Yaratan Adam


24 Haziran 1987, Rosario… Daha önce dünyanın kaderini etkileyecek isimlerden olan Ernesto Che Guevara’yı veren Arjantin’in bu şehri, belirtilen tarihte - Che’nin ölümünden yirmi yıl sonra- dünyada etki bırakacak olan bir isimin daha doğuşuna şahitlik ediyordu. Fabrika işçisi Jorge ve temizlikçi Celia’nın dört çocuğundan üçüncüsüydü bu isim: Lionel Andres Messi…

Messi’nin keşfi hiç de uzun sürmedi. Daha 5 yaşındayken babasının da fabrikadan artan zamanlarda “antrenörlük” yaptığı Grandoli adlı küçük ve mahalle arasına sıkışmış diye nitelendirebileceğimiz kulüpteki baba akranı Don Salvador Ricardo Aparicio tarafından; evlerinin duvarına  top çarptırırken ilgiyi üzerine çekerken keşfedilir. On kişiden oluşan küçük takımın eksiğini tamamlar. Bu noktaya kadar bilinen hikayeler Messi’nin babaannesi, annesi ve Aparicio’ya göre farklılık gösterse de olay bir noktada birleşir. Top sağ ayağında iken duraksayan çocuk, sol ayağına aldıktan sonra Aparicio’da şaşkınlık yaratır. 5 yaşındaki bir velet gibi değil de, yıllardır futbol oynayan bir amatör gibidir.

Hastalık ve Değişen Hayat

1995 yılında yani 8 yaşındayken Messi, şehrin iki büyük takımından biri olan Newell’s Old Boys’un altyapısına giriş yapar. Burada güzel bir 2 yıl geçirmiştir. Gösterdiği emareler onun futbolcu olmaya yetecek ölçüde bir yeteneğinin olduğunu ortaya çıkarır fakat kulüp doktorları onun vücudunda bir şeylerin ters gittiğini düşünür. Yapılan testler sonucunda küçük Leo’ya “büyüme hormonu eksikliği” teşhisi koyulur. Jorge Messi’ye haber verilir. Doktorların söylediğine göre oğul Messi düzelebilecektir lakin bir dizi ilaç tedavisi görmesi gerekmektedir. İlaç tedavisi ise aylık dokuz yüz dolarlık bir gidere neden olacaktır. Dönemin Arjantin’i ekonomik krizdedir. 4 çocuğun yükü üstünde olan bir Arjantinli işçi ailesinin aylık dokuz yüz dolar verebilecek gücü yoktur. Jorge, yetkililere giderek durumu izah eder ve kulüp olarak bir şey yapılıp yapılamayacağını sorar. The Lepers yetkilileri böyle bir “yatırıma” gerek duymaz, zaten çocukta yeteri kadar ışık yoktur. Jorge oğlunu kulüpten alır. Sadece Arjantin değil, dünyanın sayılı kulüpleri arasındaki River Plate’in kapısını çalar. Oğlunun onlar için oynayabileceğini, karşılığında ise ilaç masraflarını karşılamalarını ister. Red cevabı alır. Son bir çare vardır. Zaten göçmen bir aile oldukları için Avrupa’daki akrabalarına haber yollarlar. Akrabaları Katalonya’da yaşamaktadır. Zamanın Barcelona koçlarından biri olan Carles Rexach’a Leo’nun durumundan bahsedilir.  Rexach da bir söz veremeyeceğini lakin onu denemeye alabileceklerini belirtir. Haberi öğrenen Jorge ve Celia elde avuçta ne varsa uçak biletine yatırır ve Leo ile birlikte Katalonya’ya doğru yol alır. Barcelona’da geçen birkaç günün ardından Leo’yu Carles’e götürürler. Antrenmanlara çıkması sağlanır ve bir hazırlık maçına çıkar. Bu maçta muazzam bir performans sergileyip beş gol atan Leo yıllar sonra Carles’e şu cümleleri kurdurtacaktır: “İki dakika içinde yeteneğini ve hızını fark ettim. Ona sözleşme imzalatmamak delilik olurdu.” Aynı zamanda bu, tedavi masraflarının da karşılanması anlamına geliyordu. Buna karşın tek şart vardı: Messi artık La Masia’ya emanet edilecekti. 


Yeni Maradona Olmaktan Korunma

La Masia hepimizin az çok bilgi sahibi olduğu o muazzam futbolcu fabrikasına dönüşmüş bir “çiftlik”. Ailesinden kilometrelerce uzak olan Messi, ikinci ailesini burada buldu. Gerard, Francesc ve Pedro en iyi arkadaşlarıydı. Onlar Messi gibi çok uzaklardan gelmeseler de ailelerinden uzak bir hayat geçiriyorlardı. Hocaları onlara ilk geldikleri gün de zaten bunu söylemişti: “Burası bir ev ve evinizde kocaman bir aile ile birliktesiniz.” Bu anlayış hepsinin gelişiminde büyük rol oynadı da diyebiliriz. Özellikle de Leo üzerinde pozitif bir etki sağladı. Öyle ki La Masia Gençlik Koordinatörü Albert Capellas kısa bir süre önce şunları söyler: “Burası sadece onların yaşadığı yer değil. Yemek yemeye geliyorlar. Bir sorunları olduğunda da anne ve babalarıyla konuşacak gibi bizi arıyorlar. Bizim için onlar birer yıldız değil. Sadece Leo, Bojan ve Andres. Onlara her zaman aynı öğütü veriyoruz: “ Sen iyi bir adamsın, değerlerini kaybetme.””

Yıllar geçer. Messi artık o hastalıklı çocuk değildir. Tedaviye cevap vermiştir ve boyu günden güne uzamaktadır. Buna paralel olarak fiziği de gelişim göstermektedir. İzleyen herkesin dikkatini çeker. Takım arkadaşları bile onun gelecekte tam bir Cule olacağından emin birer tavır takınırlar. 2005 yılına kadar sadece koçları, arkadaşları ve rakip takım oyuncuları tarafından tanınan Messi, Arjantin forması ile katılacağı U-20 Dünya Kupası’nda kendini dünyaya tanıtacaktır. Finalde 2-1 geçtikleri Nijerya karşısında iki golü de penaltıdan atar. Simon Kuper de bu durumun üzerine Futbol Adamları adlı kitabının ilgili bölümünde ilginç bir anektod aktarır. FM oynayanlar bilir; Chelsea’nin gözlemcilerinden birisi de Hollandalı Piet de Visser’dir. Finalde yan yana oturan Kuper- de Visser ikilisi hayran hayran Messi’yi izler. de Visser ikinci golden sonra “Maradona!” diye haykırır. Klasik düşünce artık oluşmaya başlar. Ariel Ortega’nın içi geçmişti, Marcelo Gallardo büyük bir balondu, Andres D’Alessandro aklını kullanamamıştı ve Javier Saviola da yeteri kadar kendini gösterememişti. Biri yeni Maradona olacaksa o da mutlaka Lionel Messi idi!

Ülkemizde bile yapılan Galatasaray’ın Hagi arayışı gibi Arjantin’in de Maradona arayışında olması çok doğal fakat bu, isimlerin ezildiğinin farkındalık bilincini yaratmaz. Bu da bir o kadar normaldir. Çünkü insanlar somut olanı görmeyi ve umut bağlamayı sever. Messi’nin geçirdiği dönemler ve yarattığı olgunluk seviyesi bunu rahatça aşmasını sağlayacaktır. Dünya üzerinde onun kadar mental anlamda güçlü olan futbolcu sayısı çok az. Bunun sebebi Messi’nin kaybedecek bir şeyinin olmaması, dolayısıyla geçirdiği süreçtir. Futbol oynamak için her türlü zorluğundan üstünden geldi.  Bu noktadan zaten baskıyı kırdı. Ekstrasında da La Masia avantajını kullandı. Herkes gözden kaçırabilirdi fakat Messi, Maradona’dan farklı olarak Avrupalı olarak yetişmişti. Avrupa’nın sistematiğini ve La Masia’nın da profesyonelliğini alarak rehavet duygusuna bünyesinde yer vermeyecekti. Üstelik ham yeteneğine farklı şeyler de ekleyebiliyordu. Öyle ki La Masia onu “Maradona olmaktan” ileride kurtaracaktır da. Pep Guardiola’nın takımın başına geçmeden önceki senesinde Ronaldinho’nun gece hayatına nasıl dadandığını ve düşkün olduğunu hepimiz biliyoruz. Ronaldinho, Messi’yi de şehre alıştırmaya başlamıştı. Yine hatırlayacaksınız çıkışa geçen Messi, Ronaldinho’nun gol sevincine bile özenecekti. Kulaklarının çekilmesi çok uzun bir süre almayacaktı. La Masia’nın aile ortamı onu Pep’in uyarmasını sağladı. Durumun bilincine varan Messi düzeldi, Ronaldinho da takımdan gönderildi. Öyle ki Messi’nin artık en büyük eğlencesi kendi tabiriyle “evde takılmak”.

Rekorları Yaratan Adam

Yeni Maradona Olma ve Ronaldinho engelini aşan Messi, Pep’in gelişi ile performansını daha da yukarı çıkaracaktı. Ufak taktiksel nüanslar ile Messi’yi adeta baştan yaratan Pep, Messi’nin hayatında çok değerli bir rol almaya başlar. Messi attıkça Barcelona kazanıyor, Barcelona kazandıkça da Messi kazanıyordu. Adeta Tanrı kılığında sahada yer alıyordu. Ödüller ve kupalar gün geçtikçe artmaya başladı. Gözler milli takıma çevrildi. Barcelona ile bu kadar başarı kazanan Messi artık ailesinin topraklarına hizmet etmeliydi. Yıllarca Cengiz Han’ı bekleyen Moğollar gibi Maradona’yı bekleyen Arjantinliler için gün gelmiş olmalıydı. Maradona’nın teknik direktör olduğu 2006 Dünya Kupası’nda Arjantin iki Maradona’ya sahipti. Biri sahada diğeri de kulübede...  1986’da gelen başarı tekrarlanmalıydı fakat bu kadar basit olmayacaktı. Maradona’nın Messi’yi fazlasıyla kaleden uzak tutması Almanya karşısındaki hezimetin en büyük sebeplerinden biriydi. Diğerlerine girersek zaten çıkamayız. Messi de işin bilincinde ve son teknik direktörü Alejandro Sabella ile birlikte hem kendisinin hem de arkadaşlarının performanslarını üst düzeye çekmiş durumda. Arjantin 2014 Dünya Kupası’nın Messi önderliğinde en büyük favorilerinden biri olmuş vaziyette.

Milli takımda kazanacağı bir veya daha fazla uluslararası kupa ise onun dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu olduğunu tescilleyecek. Varlığı sayesinde rekorlardan haberdar eden adam, şu sıralar Gerd Müller’in rekorunu kırmak üzere. Kim bilir daha nice rekorlar vardır kırılmayı bekleyen? Ayrıca çıtayı öyle bir noktaya taşıyor ki sonradan gelenlerin onun seviyesine ulaşabilmesi için yapılacak bir ton şeyi olacak. Hakkında milyon çeşit taşlama yapabilirsiniz fakat futbolun en güzel insanına hakkını teslim etmelisiniz. Kıracağı rekor ile dünyanın gelmiş geçmiş en iyisi olduğunu ispat eden ve yapacağı birçok şey ile ispatlamaya devam edecek olan adam: Lionel Andres Messi!

Ufuk Tolga Aldırmaz





13 Ekim 2012 Cumartesi

Katalonya ve Filistin

El Clasico hakkında kendi kendime klasikleştirdiğim maç önü ve sonu yazılarından artık vazgeçmiş durumdayım. Olay sanırım sadece benim değil dünyanın genelinde durağanlaşmaya girmiş bir durumda. Müthiş rekabeti her zaman aynı heyecanla izliyor ve Barcelona'nın kazanması için safımı tutuyor olsam da bunu en sevdiğim iş olan yazıya dökme konusunda bir takım sıkıntılar yaşıyorum.

Şüphesiz dünyanın çeşitli faktörleri ile en iyi iki takımı olan El Clasico tarafları Simon Kuper'in klasik "Futbol asla futbol bla bla bla." sözünün de o yeşil zemindeki düsturları. Hele ki Katalonya'nın bağımsızlık "hayallerinin" realizme yaklaştığı şu günlerde daha da büyük bir siyasi iştahla bu derbilere yaklaşıyorum. Siyasete olan özel ilgim bununla paralel. Her izleyicinin bunu düşünmesi mümkün değil fakat bundan haberdar olmamak da pek mümkün değil. Özellikle maç esnasında dalgalandırılan binlerce Katalonya bayrağı ister istemez "Ulan bu bayrak da neyin nesidir acaba?" sorularını akıllara getirmiştir. Bu yıl da Katalanlar'ın  Diada de la İndependencia yani Bağımsızlık Günleri'nin rekor katılım ile yapılması ve özerk bölge vatandaşlarının çok daha gür bir sesle bağımsızlık istemelerinin neticesinde gelen bu El Clasico'da neler olacak acaba sorularını da ister istemez akıllara getiriyordu.

***

Evvelinde Beşiktaş'ın tam anlamıyla hezimete uğradığı maçı seyrettikten sonra ister istemez kafayı bu mücadeleye vermek benim açımdan çok daha zor bir hale geldi fakat dünya üzerinde tabii ki durum böyle değildi. Hatırlarsınız Filistin-İsrail savaşının "aktif" dönemlerinden olan 2006'da Gilad Şalit adlı bir asker esir düşmüş ve bu asker de çeşitli lobiler ile geçtiğimiz El Clasico'ya çağırılmıştı. Dünya üzerindeki İsrail lobisinin getirisi olarak bu davet basit bir haber olmaktan çıkıp bir futbol dünyası meselesi haline geldi. Hamas'ın açıklamaları gibi benzeri sürtüşmeler de olunca Barcelona Filistin adına üç önemli şahısı da bu karşılaşmaya davet etti. Bunlardan biri Hamas ile direkt bağlantılı olan önemli bir direnişçi idi. Mahmut Sarsak adındaki bu direnişçi teklifi reddetmişti fakat bu reddediş buruk bir reddediş olarak göze batıyordu.

Filistin'in geçmişini anlatmaya kalksak kitap olur. Hepiniz az çok durumdan haberdarsınız. Filistin halkında öyle bir Barcelona sempatizanlığı oluşmuş durumda ki çoğu yabancı muhabirlerin dikkatini çekmiş ve bu konuda kısa kısa belgeseller bile çekilmişti. Olay basit. Sömüren, ezilen ve koskocaman bir umut...

***

Real Madrid'in dünyanın en büyük kulübü olduğunu kabul edip yüzeysel olarak Franco ile bağının en büyük direnişçisi olarak da Katalanlar'ın Barcelonası geldiği de hepimiz tarafından bilinen şeyler. O direnişin getirisi bugün Barcelona'nın dünya bir numarası tahtına oturması ve Katalanlar'ın da yakın zamanda bir aksilik olmadığı takdirde bağımsızlıklarını ilan etmesi ise Filistin halkına umut veren şeylerin başında geliyor. Katalanlar belki farkında değiller ama attıkları her adım ile sömürülmüş halklara ümit vaad ediyorlar.

Etraflıca oturup düşünme şansım olmadı. Hispanik köken ve özellikle ülke bazında İspanya kendi ülkemden ve insanından daha çok sevdiğim iki olgudur. Buna rağmen her direnişin ve haklı davanın elbet bir gün sonuca ulaşacağına dair inancım ve isteğim İspanya sempatimi de köreltiyor. Bu yüzden belki de bundan önce defalarca orada burada "Visca Catalunya!" naraları attım. Haydi Katalonya, bizlere biraz daha umut ver.

NOT:Simon Kuper'i geçiyoruz. Bill Shankly'nin müthiş bir sözü vardır: "Futbol ölüm, kalım meselesi değildir. Size temin ederim ki çok daha önemli bir şeydir!"

DİP NOT: İlk defa bu blogda bu kadar siyasetten dem vurdum. Antipati oluşturabilir fakat inancım bu. Bu tarihten itibaren belki de Barcelona sayesinde daha da çok bu yola başvurabilirim.

Ufuk Tolga Aldırmaz

29 Eylül 2012 Cumartesi

Tunnicliffe ve Babası


Ryan Tunnicliffe... Soy ismini yazmak zor olduğundan dolayı Ryan diye vuruşlayacağım lütfen mazur görün. 30.12.1992 doğumlu bu gencin yazı konusu olması biraz ilginç. Hatta çok da ilginç olabilir, bu noktada size kalmış.

Ryan, dokuz yaşında iken Manchester United scoutları tarafından dikkat çekici olarak addedilir. Akademi için davet alır. Potansiyelli bir genç olduğu ManU scoutları tarafından seçilmesi ile bile anlaşılabilecek bir durum. Aile içinde özellikle babası da bu durum ile gurur duyar. Biraz da gaza gelir işin açıkçası. Acele ile lokal bahis düzenleyen bir birime gider ve gaza gelişin neticesinde göğsünü kabartan oğlunun durumunu anlatır. Bahis ise oğlunun bir gün Manchester United forması giyeceği üzerinedir.

Ryan babasının iddiasını geçtiğimiz çarşamba günü Newcastle United'a karşı oynanan Lig Kupası mücadelesinde gerçekleştirir. Oyuna 76. dakikada dahil olarak babasının tamı tamına 10.000 Sterlin kazanmasını sağlamış oldu. Babası için o 10.000 Sterlin'in oğlunun gerçekleşen hayalinin yanında hiçbir anlamı olmadığına eminim fakat para da tatlıdır deyip bu konuyu fazla uzatmam. İnsanoğlu en nihayetinde.

Olayımız bununla da sınırlı kalmıyor. Ryan'ın babası aynı gün oğlunun bir gün İngiliz milli takımının formasını da giyeceği üzerine bahse girmiş. Eğer Ryan yine babasını haklı çıkarırsa ailesi bu kez 35.000 Sterlin kazanacak. İyi para be abicim. Bence sen bir an önce milli olmaya bak.

NOT: ManU forması için oran 1'e 100, İngiltere için ise 1'e 350...

DİP NOT: Haber konusu Daily Mail'den alınmıştır.

Ufuk Tolga Aldırmaz

28 Eylül 2012 Cuma

Arsenalli Yennaris'in Tuhaf Öyküsü

Gunners... Futbolcu olma hayaliyle yanıp tutuşan her çocuğun hayalinde yatan nadir kulüplerden biri. Hele ki bir İngilizseniz ve de Arsenal'i tutuyorsanız muazzam bir hayaldir.
                                  

Gördüğünüz fotoğraf yedi yaşındaki bir çocuğa ait. Bu çocuk ülkemizde farklı şekilde de olsa uygulanan "maskot çocuklardan" birisi ve İngiliz versiyonu. Formaya bakıp "Ulan acaba hangi sezon? Formalardan baksam !?" tribine girmeden söyleyeyim. 12 yıl önce çekilmiş bir fotoğraf bu. Lig Kupası organizasyonunda Coventry City'e karşı oynanacak maçın öncesinde çekilmiş.

Aynı Coventry City ile geçtiğimiz çarşamba yine Lig Kupası'nda karşılaşan Arsenal, rakibini 6-1 mağlup etti. Hem de o maskot çocuğun doksan dakika forma şansı bulduğu maçta. Evet kaderin büyük bir cilvesi. Nicholas Yennaris, maskot çocuk...

                                   

Allah bize de hayallerimize kavuşma şansı versin diyeyim. Şanslı çocukmuşsun sen Yennaris!

Ufuk Tolga Aldırmaz

Komünistler Zenit'i Yönetsin!



Zenit'in malum transferleri Hulk ve Axel Witsel'in ülkede yarattığı yankı sürüyor. Hakikaten büyük meblağlar. Bu meblağların komünist rejimden çıkmış bir ülkenin torunları(hadi çocukları olsun) tarafından yapılması daha da çok sorgulanmasının ve konu edinilmesinin de nedeni. Doğal.

Son olarak bu duruma tepki koyan isimler direkt takım içinden olmuştu, hatırlayacaksınız. Kaptan Igor Denisov başta olmak üzere Alexander Kerzhakov'un bu duruma tepki koyması ve maaşlarına zam istemesi kadro dışı kalmalarına sebep olmuştu.

Zenit'in sahibi Gazprom şirketi. Bir Rus enerji şirketi. Bu şirketin finansmanı yanılmıyorsam devlet tarafından sağlanmakta. Bu noktada birkaç teknik açıklama da var elbette ama bunu ortaya koyabilecek yetiden değilim. 

İşin içinde devlet olunca doğal olarak tepki de sadece futbol sahası içiyle sınırlanmıyor, siyasete de yansıyor. Yerel komünist partilerden biri başkan Vladimir Putin'e konuyla alakalı bir açık mektup da yazmış. Mektubun tamamını Reuters'te bulabilirsiniz fakat beni güldüren ve en dikkat çekici olan cümleyi yazacağım: "Zenit'in Kuzey Koreli bir işverene ihtiyacı var. Spaletti o zaman bu savurgan tavrını bırakabilir!" 

Zenit'i Kuzey Koreliler "basmaz" fakat Spaletti'nin takımında çok büyük bir baskı var, su götürmez. İşleri yoluna sokamayacak olurlarsa "Yandı gülüm keten helva!" deyip ağıtlara başlayacağız.

NOT: Resim Getty, farkındalık Dirty Tackle'dan.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Neşet Ertaş...

Neşet Baba'yı kaybettik. Onu anlatabilecek kapasitede bir insan değilim. Buna girişmem bile. Çok severdim kendisini. Ölümünün ardından Beşiktaşlı olduğunu da öğrendim. Açıkçası bunun hiçbir önemi yok benim için fakat devlet sanatçısı sıfatını halkın içinden biri olduğu gerekçesi ile reddetmesi yüreğimizin bam teline vururken zihniyetinin Beşiktaş ekseninde olması da beni ayrıca bir gururlandırdı. Mekanı cennet olsun.


21 Eylül 2012 Cuma

Panyalı Gol #6

Temsilcilerimizin Avrupa karşılaşmaları, Mirsad Türkcan'ın vedası ve Fenerbahçe Ülker'in kadrosuna ufak bi göz attık.


Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe ile "İmtihanı"

Şampiyonlar Ligi'ni geçtik sırada Avrupa Ligi'nin ilk günü vardı. Gece geneli itibari ile güzeldi. Fenerbahçe istediğini alamadı fakat oyun anlamında çok büyük bir sorun kesinlikle yok. Zihniyet... Şüpheli. Hemen maça geçelim.

İlk dakikadan itibaren başlayan Marsilya atakları hızlı, seri, çok adamla ve bilinçli bir biçimde soldan gelişiyordu. Volkan Demirel'in parmaklarının ucuyla çeldiği top açıkçası Marsilya'nın niyetini belli ediyordu. Elie Baup'un Andre Pierre Gignac, Benoit Cheyrou ve kardeşlerden Jordan'ı yedek kulübesinde oturtması insanlara geride bekleyeceğini düşündürtmüştü. İşin doğrusu bu karar direkt olarak akıcı hücum ve görece hataya meyilli Fenerbahçe defansını "dumur" etmek için verilmiş bir karar gibiydi. Oyun üstünlüğünün elde edildiği dakikalarda skor tabelasına dökülemese de bu amaca uygun bir oyun oynandı. Fenerbahçe ilk baskıyı def edip oyunu dengeledi. Marsilya'nın önde baskısı ile birlikte temponun artması her iki taraf adına da sol kanadı kullanmayı teşvik ediyordu. Jeremy Morel'in kanadı Mehmet Topuz-Gökhan Gönül ikilisi ile rahatça kullanılıyordu fakat efektiflik sağlanamadı. İlerleyen dakikalarda ise basketbol kültürüne ait o "ikili oyunlar" oynanmaya başladı. Özellikle Marsilya bunu Fenerbahçe defansı veya orta sahasının arkasına top sarkıtmak adına uyguluyordu. Beceriyorlardı da. Fenerbahçe için bu oyunlar genelde pas arasıyla kesilse de gol ironik biçimde bu şekilde geldi. Bir nevi kendi silahıyla vurma olayı denebilir. Leyti N'Diaye'nin sakatlanması ile de geçilemeyen stoper ikilisi sorunu otomatik olarak çözülecek gibi duruyordu fakat Rod Fanni'nin oraya geçişi ve Nicolas Nkoulou ile uyumu sorunu devam ettiriyordu.

İkinci yarıya Tarantino filmlerinin kanlı vahşeti gibi ızdırap verici bir Marsilya baskısı ile başlandı. Taraftarın son 3-4 senedir belki de -ceza alınsa bile- yaptığı en iyi işlerden biri o meşalelerin yanması olabilir. Oyunun soğuması ile Alex'in golünün gelişi paralel oldu. Alex'in "header" özelliğini bir kez daha hatırlamış olduk. Gol daha soğumadan Alex-Cristian değişikliğinin gelmesi Alex'in yüzünden okunduğu gibi gereksiz bir hamle oluyordu. Marsilya'nın -mutlaka fark etmişsinizdir- golden sonraki bir on-on beş dakikası haybeye geçti. Bu süre zarfında Alex olsa ya da -bir adım öteye taşıyalım- muhteşem bir kontra atak silahı olan Moussa Sow çıkmamış olsa üçüncü golün gelmesi iş bile olmayacaktı. Burada ciddi anlamda planlanmış teorik iki değişiklik vardı. Teoride yanlış olmayabilir ama uygulanış son derece yanlıştı. Sezon başında yazdığım Fenerbahçe girizgahında defalarca belirttiğim gibi Aykut Kocaman'ın takıma ket vuruşları böyle önemli maçlarda belli oluyor. Aykut Kocaman'ın ilk senesinden beri bunları savunan bir kişi olarak çok laf yememe rağmen Fenerbahçe'nin çizgisinde olan en koyu Aykut Kocaman fetişi sahibi insanların bile benimle aynı fikirleri paylaşmaya başlaması açıkçası ciddi anlamda bundan nefret etsem bile "ben demiştim" demekten haz almama sebep oluyor.

Maçın geri kalanı malum. Ligdeki gollerinin büyük çoğunluğunu son on beş dakikada atan Marsilya iki golü daha ortaya sıkıştırdı. Zaman olsa üç de gelecekti. Bunca yatırımın Kocaman tarafından hunharca harcanması beni en çok sıkan noktalardan bir diğeri fakat "tek adam" Aziz Yıldırım'ın sözleri Aykut Kocaman'ın bu sezonu da rahatlıkla çıkartacağının göstergesi.

Grubun diğer karşılaşmasında AEL deplasmanında Mönchengladbach baskın oyuna rağmen işi temdit penaltısına bıraktı. Top kaleye "girmeyince" de Almanlar Kıbrıs'ta iki puanı bırakmış oldu ve Fenerbahçe'ye "Sıkıntı yok" mesajı verildi. Mönchengladbach'ın formunu tutturamaması Fenerbahçe için ciddi bir avantaj.

Gecenin diğer karşılaşmaları da son derece sürprizliydi. Beni en çok şaşırtan Maribor'un Panathinaikos'u 3-0 gibi net bir skorla geçmesi oldu. Bir alt basamakta ise Neftchi'nin Sırbistan'dan puan çıkarması oldu. Bir alta daha inince de Maritimo'nun Newcastle'a yenilmemesi çok ilginç geldi.

Temsilcimiz Emre Belözoğlu'nun oynadığı maçta son şampiyon Atletico, Hapoel'i 3-0 ile geçerken Emre'nin %92 pas oranıyla oynaması altı çizilesi bir madde.Aynı zamanda asistini de yaptı. Liverpool'da da Nuri Şahin ilk asistine imza atmış. Genç kadro ile çıktıkları maçta deplasmanda Young Boys'u 5-3 ile devirdiler. İspanyol "wonderkid" Suso da ilk on bir çıkma şansı elde etti.

NOT: Dikkat edilesi oyuncular diye lanse ettiğim oyuncular fena performans göstermemişler. Özellikle Napoli'nin yeni forveti Eduardo Vargas... Gerçekten benim adıma sevindirici.

Ufuk Tolga Aldırmaz

20 Eylül 2012 Perşembe

Galatasaray'ın Scholes ile "İmtihanı"

Dünkü yazıda belirttiğim gibi bu gece Galatasaray'ın sahne almasıyla birlikte taraflı tarafsız tam anlamıyla Şampiyonlar Ligi moduna girmiş olduk. Yalan yok, maçtan önce çalan "Champions League Theme Song" tüylerimi diken diken etti. Altı yıl aradan sonra gelen gruplar ise Galatasaray takımı ve taraftarını da doğal ve iyi anlamda bir açlığa itiyordu.

Açlık kaleci Muslera'dan başlayarak, teknik kadronun başı Fatih Terim'e kadar ve hatta oradan Scott Piri'ye, işi biraz daha abartalım kulübün çaycısına -en az Fatih Terim kadar saygı duyulası şahıs- kadar etkilemişti. Altı yılın verdiği o paslanma ilk on beş dakikada Manchester United'ın en azılı aksiyon filmlerinde görmediğimiz adrenalin duygusunu taraftara yaşatması ile kendini tam anlamıyla belli etti. Takım tam anlamıyla bocalama sürecindeydi. Nitekim gol de yenildi. Golden sonra gelen o dip nokta da kısa sürede savuşturulunca artık Galatasaray daha cesurca oynamaya başladı. Nordin Amrabat'ın direkten dönen topu da "Ulan biz bu işi yaparız." mesajını vermiş olsa gerek ki o dakika itibari ile önde baskı daha etkili, paslar daha bilinçli, ileri çıkışlar akil biçimde yapılmaya başlandı. Net bir biçimde söyleyebilirim ki aynı zamanda denk oyunun sinyalleri de o pozisyondan sonra gelmeye başladı. Orta sahada Felipe Melo'nun Selçuk İnan'a tabiri caizse yük olması haricinde -Valencia'nın sol kulvarı hakikaten E-5'e çevirmesine olağan bakıyorum.- takım "çatır çatır" oynamaya başladı. Hamit'in sazı eline alması ise bambaşka bir olay. Transferindeki ana etkenin Edirne'den ötesi olduğunu ispatladı ve adeta ben buraların oyuncusuyum dedi. İkinci yarı itibari ile kaçılması imkansız gümbür gümbür gelen ManU atakları devam etti lakin Fatih Terim de takımın cesurluğundan dem vurup Emre Çolak ve Aydın Yılmaz gibi isimleri sahaya attı. Old Trafford deplasmanında bu iki ismin oyuna girmesi kadro derinliğinde nitelik sıkıntısı olduğunu gösterebilir fakat ben o kısımda değilim. Terim'in ilk onbir dahil sayıca fazla olarak yerli oyuncuları cesurca oynatması çok daha önemli bir nokta. Şanslı olsalar puan çıkarabilecekleri ortamdan umut verici oyun ile dönmek fena sayılacak ve es geçilebilecek bir kazanım değildir. Önemli...

Otuz yedilik Paul Scholes'un oyununun muazzamlığından dem vurmazsam rahat hissetmem. Yaş ile oynadığı oyunu kefeye koyunca değme on dokuzluklara taş çıkartıyor. Galatasaray'a en büyük darbe Scholes'tan geldi. Partneri Michael Carrick ile birlikte Selçuk ve sadece bedenen oyunda olan Melo'ya karşı üstünlük kurmaları çok da yadırganmamalı. Selçuk'un asıl performansını ilerleyen Şampiyonlar Ligi maç günlerinde daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Grubun diğer maçında ise Rafael Bastos'un yıldızının parladığı maçta Cluj'un deplasmanda Braga'yı 2-0 mağlup etmesi ise dişe dokunur bir sürpriz sayılabilir. Bu galibiyet Braga'yı ikinci plana atabileceği gibi Cluj'un da dahil olabileceği bir ikincilik yarışına ortam hazırlayabilir. Galatasaray bu inancı sürdürürse iki takımında şansı olduğuna inanmıyorum fakat aman dikkat!

Gecenin diğer karşılaşmaları ilginçliklere sahne oldu. Özellikle bir takımın altını çizemeyeceğim ama beni en çok heyecanlandıran gelişme BATE'nin turnuvaya hızlı girişi oldu. Fransa deplasmanında üç gollü bir galibiyet almak önemli bir iş. Alyaksandr Valadzko'nun dikkat çekici performansı var. Dikkat diyelim. Spartak'ın da Camp Nou'da Barcelona'ya kök söktürmesi garip bir iş. Cristian Tello'nun muazzam bir performansı olmuş. Pique'nin sakatlanması ve Shakira'nın hüzünlenmesi de açıkçası gecenin en üzücü olayıdır gözümde.

Gecenin etiket karşılaşması ise şüphesiz Chelsea ile Juventus arasında oynandı. Son şampiyon Oscar'ı tam anlamıyla bu gece futbol dünyasına tanıttı. İkinci gol muazzam. Juventus'un geri dönüşü de bir o kadar güzel.

Yarın da Avrupa Ligi'ne başlıyoruz. Yarının etiketi de Fenerbahçe-Marsilya. Fransızlar iki adım önde...

Ufuk Tolga Aldırmaz

19 Eylül 2012 Çarşamba

Son 15 Dakika ve Diğerleri

Ne yalan söyleyeyim Şampiyonlar Ligi'ni her şeyiyle özlemişim. Euro 2012 gibi hiç de fena sayılmayacak bir turnuva bile benim nazarımda Şampiyonlar Ligi'nin yerini tutmuyor. Zevk meselesi sanırım. Yine de dünyanın en büyük futbol organizasyonlarının başında Şampiyonlar Ligi'nin geldiği gerçeği su götürmeyen cinsten.

Real Madrid kötü oynuyor, Cristiano Ronaldo'nun sorunları var, ligde sekiz puan gerideler vs. derken bambaşka bir arenada Jose Mourinho'nun da söylediği gibi DNA'larını hatırladılar ya da tekrar kazandılar. Manchester City onlara yeniden kim olduklarını adeta hatırlattı.

Öyle bir son on beş dakika oynandı ki uzun zamandır -en azından yeşil sahada- bu denli bir heyecan yaşamamıştık sanırım. İlk yarının vasatlığını da düşünürsek suyun içine atıp eritilen kalsiyum sandoz gibi zevkle içilen bir ilaç gibi geldi bu son on beş dakika. Başa saracak olursak iki teknik adamın da taktik savaşı diye nitelendirebileceğimiz bir giriş ile başladık. Ronaldo'nun Maicon'u -hey gidi koca Maicon- deyimi yerindeyse dumur etmesi ve Joe Hart'a takılan şutları akıllarda kalan durumlar oluyordu. Raphael Varane, Michael Essien ve karşı tarafta da Matija Nastasic gibi sürpriz sayılabilecek hamlelerle başlanması aslında asıl olaya hazırlık safhası gibiydi. İkinci yarıda Yaya Toure'nin müthiş adımları golü hazırladı. Ardından Real Madrid orta sahasında yaşanan o "yeteneksizlik" problemi de önce Mesut Özil sonra da Luka Modric hamlesi ile çözülmek istendi. Bir de Gonzalo Higuain'in vurdumduymaz oyununa dayanamayıp Karim Benzema'yı oyuna alan Mourinho tam anlamıyla fişi çekecekti. Yerinde hamleler öyle veya böyle işi kolaylaştırdı. 2-2'lik beraberlik yakalandıktan sonra Ronaldo'nun topu alıp santraya gitmesi de önemli bir nottur bana kalırsa ve Mourinho'nun sevinci...

Grubun diğer mücadelesinde geçen yıl yine Şampiyonlar Ligi'nde düşük performansı neticesinde eleştirilen Borussia Dortmund, Ajax'ı ancak maçın sonunda gelen golle yenmeyi başardı. Hakikaten çok cins bir durum. Borges diye tanıdığımız sevgili Orhan abinin Hayatım Futbol'a yazdığı grup değerlendirme yazısında altını çizdiği "tam saha presin etkileri" sanırım ciddi oranda bu takımı etkiliyor. Üzerine daha çok eğilmek gerek. Grubun kalan karşılaşmaları bu açıdan çok ilgi çekici olacak.

Gecenin diğer karşılaşmalarında ise sanırım en büyük sürpriz hepimiz için Malaga'nın farklı galip gelmesi oldu. Manuel Pellegri'ni hakikaten önemli bir iş çıkarıyor. Isco'nun oyunculuğuna da gün geçtikçe daha fazla hayran kalacağımız da aşikar. Diğer maçta Milan'ın Anderlecht ile berabere kalması Massimiliano Allegri'nin sonunu getirir mi beraber göreceğiz. San Siro'nun boşlukları açıkçası içimi acıttı. Ayrıca diğer grupta Younes Belhanda ve Lucho Gonzalez'in güzel performansları da kişisel ego tatminim açısından çok önemliydi. Sağ olsunlar işlerini iyi yaptılar.

Yarın Galatasaray'ın sahaya çıkacak olmasıyla çok daha ilginç bir gün yaşayacağız tahminimce. Bu arada yarın için favori maçım: Chelsea-Juventus...

NOT: Seni unutmadım İbra... Yeni bir rekorun daha sahibi kendileri.

Ufuk Tolga Aldırmaz

17 Eylül 2012 Pazartesi

Avrupa Ligi Grup Kuraları Üzerine


Şampiyonlar Ligi için yaptığımız düzeni Avrupa Ligi’nde de devam ettirelim istedim. Tek tek gruplara bakıyoruz efendim. Modumuzu bununla bulamasak bile güzel bir giriş olur diye düşünüyorum:



A Grubu: Liverpool, Udinese, Young Boys, Anzhi

Avrupa Ligi’nin dengeli gruplarından birisi. Young Boys harici diğer üç takım, gerek isim gerek geçmiş gerekse de “para” sayesinde birbirine kafa tutabilecek takımlar. Young Boys’un da geçtiğimiz yıllarda Avrupa arenasında fena bir futbol ortaya koymadan çeşitli sürprizler yapması da bu grubun neden denge gruplarından birisi olduğunu gösteriyor. Ağır topumuz Liverpool, teknik direktör ve kadronun bir kısmında değişime gidip daha “mütevazi”(Liverpool’dan birgün böyle bahsedeceğim aklımın ucundan geçmezdi.) bir takım haline geldiler. Swansea ile Premier League’de güzel futbolun timsali haline gelen Brendan Rodgers Liverpool’da bu anlayışı henüz oturtabilmiş değil. Basın, KOP ve Premier League’in genel rekabet ortamını da düşünürsek işi hakikaten zor. Rotasyon anlamında çok da geniş olmayan kadronun grubu tölere edeceğinden eminim fakat “Bu takım ileriki turları domine edecek!” şeklinde görüş bildirenlerin neyin kafasını yaşadıklarını gerçekten çözemedim. Deplasmanlarda toplayacakları puanlar yol haritalarını çizecektir. Udinese ise bu grupta en az Liverpool kadar şans tanıdığım diğer takım. Çok büyük kayıpları oldu ve bunun cezasını Şampiyonlar Ligi’ne kalifiye olamayarak çektiler. Sistem takımı olmaları en büyük avantajları.Bu ikiliyi zorlayacak olsa da gruptan çıkma olasılığına temkinli yaklaştığım Anzhi için ise en büyük avantaj ev sahibi olacakları maçlar. Bu maçları çok zorlanmadan alabilecekleri gibi bu arenalara pek alışık olmadıklarından direnç gösteremeyebilirler de. Çok ince bir çizgideler. Grubun dibi ise Young Boys’a ayrılıyor. İşleri hakikaten çok zor.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Raheem Sterling-Liverpool, Allan-Udinese, Davide Faraoni-Udinese, Luis Muriel-Udinese, Mehdi Carcela-Gonzalez-Anzhi, Moreno Costanzo-Young Boys

B Grubu: Atletico Madrid, Viktoria Plzen, Hapoel Tel-Aviv, Academica

Son şampiyon ve son Süper Kupa’nın sahibi Atleti çok rahat. Kupa tarihinde grup maçlarından altıda altı yapan bir takım olmuş mudur bakmadım fakat böyle bir şey söz konusu değilse Atletico şu gruba bakınca bunun en büyük adayıdır. Kayıp olacaksa bunun tek adresi Stadion mesta Plzne olur. Çekler Beşiktaş’ın Avrupa Ligi ön elemesinde rakibi olduğu yıldan beri sürekli bir yükselişte. Oyuncu ihraç etmeye de başladılar. Eğlenceli bir takımlar. Grubun iki numarasının bana kalırsa tek adayıdır. Hapoel ve Academica’nın maçlara ise UEFA’dan elde edecekleri gelir için yapılan karşılaşmalar olarak tarihe not düşülür.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Wilson Eduardo-Academica, Toto Tamuz-Hapoel, Marek Hanousek-Plzen

C Grubu: Marsilya, Fenerbahçe, Borussia Mönchengladbach, AEL Limassol

Dengeli gruplardan ikincisi. AEL harici üç takım birbirine üç aşağı beş yukarı en azından kağıt üzerinde denk takımlar. Yorum yapmak için kesinlikle zor bir grup fakat liglerdeki performansları da gördükçe tablo biraz daha netleşiyor.

Elie Baup’u sezon başında teknik direktörlüğe getiren Marsilya bu kararla birçok soru işaretini de kafalarda oluşturmuştu. Önce ön elemelerden gruplara kaldılar ve sonra Ligue 1’de tarihlerinin en iyi başlangıcını yaptılar. Aynı zamanda kayıplarının yerlerini genç oyuncularla doldurarak krizi de fırsata çevirmeyi becerdiler. Form durumları yüksek. Açıkçası oynadıkları oyun da Fenerbahçe’ye göre daha üst düzeyde. Formunu yakalayamamış Fenerbahçe’yi de göz önünde bulunduracak olursak perşembe günü oynanacak karşılaşmanın Fenerbahçe açısından çok zor geçeceğini düşünmekteyim. Avrupa arenasında ev sahibi olduğunuz karşılaşmaların önemini de göz önünde bulundurunca Marsilya’nın bu galibiyet ve genel çizdiğim tablo ile grubun bir numarasına aday olacağını söylemem yanlış olmayacaktır. İkincilik için ise şu an için Lucien Favre’nin ekibinin Fenerbahçe ile kafa kafaya olduğunu söyleyebilirim. İki takım da takımı tam anlamıyla oturtamadı ve sıkıntılar yaşıyor. Uzun periyot için bir şey dile getirmek zor. AEL ise bu grubun engelleyici diye tabir ettiğim takımı olacaktır. Bu takıma daha fazla puan kaybeden takım için gruptan çıkmak zorlaşacaktır. AEL’in ev sahibi olacağı karşılaşmanın Fenerbahçe için kritik olduğu aşikar fakat taraftar gruplarının açıklamaları iç rahatlatan cinsten. Yine de iş kesinlikle kolay değil.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Paniel Mlapa-Mönchengladbach, Granit Xhaka-Mönchengladbach, Havard Nordtveit-Mönchengladbach, Jordan/Andre Ayew-Marsilya, Nicolas Nkoulou-Marsilya, Enoch Andoh-AEL

D Grubu: Bordeaux, Club Brügge, Newcastle United, Maritimo

Üçüncü torbadan gelen Newcastle United’ın tam işine gelecek bir grup. Kadro ve teknik adam kalitesi ile bu grubu rahatlıkla kaldıracakları düşüncesindeyim. En büyük rakipleri ise şüphesiz ki buralara alışkın olan Bordeaux. Bosko Balaban’lı zamanında Beşiktaş’ı çok zorlayan bir rakip olmalarından mıdır ya da Georges Leeskens’in teknik direktörleri olmasından mıdır bilemedim onları ne küçümseyebiliyorum ne de bu gruptan çıkarlar diyebiliyorum. Sürpriz yapabilecek bir takım. Maritimo ise Academica gibi elenmekten kurtulamayacaktır.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Cheick Diabate-Bordeaux, David Simao-Maritimo, Vadis Odjidja Ofoe-Club Brügge

E Grubu: Stuttgart, Kopenhag, Steaua Bükreş, FK Molde

İlk iki bilet için üç takımın yarışacağı bir grup daha. Bruno Labbadia’nın öğrencilerini zor bir grup bekliyor. Alman takımı dişlerine göre olan fakat el kol sallayarak çıkacakları bir gruba düşmediler. Kopenhag ile birincilik için yarışacaklardır. Kopenhag’ın o İngilizvari stadyumda oynadıkları futbol ve son yıllardaki Avrupa karneleri gerçekten dikkat çekici. Steaua Bükreş ise büyük bir gelenek olmasına rağmen düşüşüne devam ediyor. Bu iki takımı zorlayacak isime sahip olmalarına rağmen güçlerinin yetebileceğini hiç sanmıyorum. Molde ise gerçekten sıradan bir takım. Dipteler.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Magnus Wolff Eikrem-Molde, Shinji Okazaki-Stuttgart, Claudemir-Kobenhag

F Grubu: PSV, Napoli, Dnipro, AIK

Güzel ve dengeli bir grup daha. AIK’in son sırada yer alacağını garanti ediyorum. Üç numaraya adayım ise PSV. Evet, Hollanda futbolunun genel düşüşünün PSV’yi de vuracağını düşünmekteyim. Onları Juande Ramos’un takımı Dnipro’nun geçmesi bana kalırsa çok zor olmayacaktır. Yine de bu iki takım arasındaki –özellikle Ukrayna’daki- mücadeleler ikinci çıkış biletinin sahibini belirleyecektir. Napoli ise mutlak favorim.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Bruno Uvini-Napoli, Omar El Kaddouri-Napoli, Lorenzo İnsigne-Napoli, Jeremain Lens-PSV,  Alexander Milosevic-AIK, Giuliano-Dnipro, Evgen Konoplyanka-Dnipro, Niko Kalinic-Dnipro

G Grubu: Sporting Lisbon, Basel, Genk, Videoton

Geçen yılın kupa ikideki flaş takımı Sporting, bu yıl da grubu birincilikle tamamlayıp başarısını devam ettirecektir. İkinciliği kapmak ise kolay olmayacak. Basel çok kan kaybetti. Genk ise sürpriz yapabilecek potansiyelde. Videoton adını görünce açıkçası içim acıyor. Şenol Güneş ve takımı böyle bir ekibe elenmeyi hak etmiyordu. Şu görece kolay grupta bile son sırada yer almaları çok büyük olasılık. Bu grup ratingin düşük olduğu grupların başında gelecektir.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Ricky van Wolfswinkel-Sporting, Zakariya Labyad-Sporting, Aleksandar Dragovic- Basel, Mohamed Salah-Basel, Jelle Vossen-Genk

H Grubu: Inter, Rubin Kazan, Partizan, Neftchi

İsim olarak ilk iki torbanın Şampiyonlar Ligi, son ikinin ise “Avrasya Kupasıvari” bir havası var. Kurban Berdyev’in ekibi bu ufak çapta düşüşlerini grup birinciliği ile geçiştirecek potansiyelde. Inter’in gençleşmesi ve daha  da önemlisi dengesizleşmesini kullanabilirler. Yine de neresinden bakarsanız bakın Inter kolay lokma olmayacaktır. İlk iki için takımlar hazır gibi duruyor. 24.2 yaş ortalamasına sahip Partizan için ise çok güzel bir deneyim yılı olacaktır. Neftchi ise Azeri futbol devrimini yaptı. Onlar için de büyük heyecan olacaktır ama bu gruptan puan almayı başarırlarsa hakikaten ben onları başarılı sayacağım. İşleri çok zor. Güzel bir deneyim olacaktır.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Jose Salomon Rondon-Rubin Kazan, Coutinho-Inter

I Grubu: Lyon, Athletic Bilbao, Sparta Prag, Hapoel Kiryat

Lyon mutlak favori. Athletic’in güç kaybı fazlaca. Sparta Prag’ın onları geçebilecek potansiyeli olmasa da deneyeceklerdir. Hapoel ise hakikaten vasatın da altında bir takım. Neftchi gibi puan alırlarsa başarılı sayılacakları bir gruptalar.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Oscar de Marcos-Athletic, Ander Herrera-Athletic, Vaclav Kadlec-Sparta Prag

J Grubu: Tottenham, Panathinaikos, Lazio, Maribor

Sloven ekibi haricinde diğer üçlü isim olarak Şampiyonlar Ligi’nde bir grupta eşleşseler sırıtmazlardı. Denge gruplarının sonuncusu. Takımlar öyle ilginç ve dengesiz ki kimin ne yapabileceğini kestirmek çok zor. Lige kötü başlasa da Tottenham’ın birinciliğin en büyük adayı olduğunu düşünüyorum. Lazio ve Panathinaikos ikincilik için kapışacaklardır. Lazio bir adım önde. Partizan gibi genç bir takım olan Maribor için de bu devlerle karşılaşmak güzel bir deneyim olacaktır. 

Dikkat Edilesi Oyuncular: Kyle Walker-Tottenham, Gylfi Sigurdsson-Tottenham, Ibrahim Sissoko-Panathinaikos, Libor Kozak-Lazio

K Grubu: Bayer Leverkusen, Metalist Kharkiv, Rosenborg, Rapid Wien

Leverkusen favori. Yine de diğer üç takım da tekin olmayan takımlar. Ne yapacakları belli olmaz. İkinciliğe üç takımın da adını yazdırabileceğini düşününce hakikaten zor bir kura olduğunu görüyoruz. Yine de Metalist’in kadrosu ile fark yaratıp ikinciliği alacağını düşünüyorum. Rapid üç, Rosenborg dört…

Dikkat Edilesi Oyuncular: Taison-Metalist, Karim Bellarabi-Bayer Leverkusen, Daniel Scwaab-Bayer Leverkusen, Terrence Boyd-Rapid Wien, Tarik Elyounoussi-Rosenborg

L Grubu: Twente, Hannover, Levante, Helsingborg

Zor kura, zor grup. Tabii yorumlama açısından. Mirko Slomka’nın Hannover’i birinciliğin en büyük ve bana kalırsa da tek adayı. Twente’nin ise potansiyelli bir kadrosu var lakin Bursaspor karşısında da gördüğümüz gibi dengesiz sonuçlara açıklar. Levante’nin de La Liga’da gördüğümüz gibi tehlikeli bir rakip olması ikincilik biletinin zor kapılacağını işaret ediyor. Yine de bir tık Twente önde. Helsingborg ise dibe demirleyecektir. Levante bu arenayı pas geçip lige odaklanmadığı takdirde tabii ki.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Leroy Fer-Twente, Nacer Chadli-Twente, Artur Sobiech-Hannover 96

Ufuk Tolga Aldırmaz


12 Eylül 2012 Çarşamba

Şampiyonlar Ligi Grup Kuraları Üzerine

Önce moda girelim:

Yalan yok gerçekten özlemişim. Bir hafta kaldı, başlıyoruz. Başlamadan önce de turnuvanın geneline bir bakış atalım istedim. Ne olursa olsun ya da kim olursanız olun bu arenanın gerçekten şakası yok. Herhangi bir takımın herhangi bir rakibine karşı ne olursa olsun şansı vardır(Uzağa gitmeyin Beşiktaş-Liverpool örneği var). Grup grup gidiyoruz tabii.

A Grubu: Porto, Dinamo Kiev, Paris Saint-Germain, Dinamo Zagreb

Kuvvetle muhtemel PSG yetkilileri totem olarak yönetim tarafından önümüzdeki yıllarda da kura çekimlerine katılmakla görevlendirileceklerdir. Muhtemel rakiplere baktığımızda özellikle bir ve iki numaralı torbadan hangi takımları çekmek istersiniz tarzı bir soru sormuş olsak, o yetkililer üç aşağı beş yukarı bu takımları söylerlerdi. Carlo Ancelotti'nin öğrencileri Zlatan İbrahimovic'in de liderliğinde bu grupta mutlak favori. Güç kaybeden Porto ve önemli transferlere imza atan Dinamo Kiev ikincilik için mücadele edecek. Bu noktada Porto'nun küçümsenmeyecek bir rakip olduğunu belirtmekle birlikte Yuri Semin'in doğru transfer politikası ile var olan cevherleri daha rahat işleyebilecek konumda olduğunun da altını çizmek istiyorum. Grubun kilit maçları bu iki takım arasında oynanacak maçlar olacaktır. Dinamo Zagreb ise bu turnuva için tam tabir ile vasat bir takım ve dipteki yerleri hazır. Hele ki Milan Badelj gibi kadronun en önemli isimi olarak gösterilebilecek bir futbolcuyu kaybettikleri transfer döneminin ardından...

Dikkat Edilesi Oyuncular: Jackson Martinez-Porto, James Rodriguez-Porto, Brown Ideye-Dinamo Kiev, Ante Rukavina-Dinamo Zagreb.

B Grubu:  Arsenal, Schalke 04, Olympiakos, Montpellier

Birinci torbanın görece en güçsüz takımlarından biri olan Arsene Wenger'in takımı Arsenal çok kan kaybetti. Tam anlamıyla ezber olan ilk cümlenin ardından katıldığım noktalar olsa da lig başlangıcı itibari ile fena futbol oynamadıklarının altını çizmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Kadro derinliği konusunda sıkıntı yaşayabileceklerini öngörmekteyim. Birincilikleri çok büyük bir sürpriz olmazsa garanti. Onları zorlayabilecek yegane takım ise Schalke 04. Huub Stevens bu grup için yeterli kalitede bir kadroya sahip. İkincilik potansiyellerini yansıtırlarsa iş değil. Üçüncülük ise muamma. Pire ekibi Olympiakos, Yunanistan'ın genelinde olduğu gibi zor günler geçiriyor. Kadrolarına çok kaliteli isimler katamadılar. Tipik bir Fransız takımı olan Montpellier'in ilerleyen haftalarda açılacağını düşünecek olursak Olympiakos'un yeri grubun son sırası gibi görünüyor. Rene Girard, Olivier Giroud'nun yerini Emmanuel Herrera ile doldurmaya çalışıyor. Eğer kadroya oturursa işleri daha da kolay olacaktır. Bu arada Arsenal-Giroud-Montpellier ekseninde Fransa'daki maç kendi içinde büyük bir hikaye de içeriyor deyip, grubu kapayalım.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Younes Belhanda-Montpellier, Giannis Fetfatzidis-Olympiakos,Teemu Pukki-Schalke 04.

C Grubu: AC Milan, Zenit St.Petersburg, Anderlecht, Malaga

Arsenal ile birlikte ilk torbanın alt sıralarındaki takımlardan biri de Milan. Büyük kayıplar yaşayıp büyük bir kadro sirkülasyonuna girdiler. Yıkılmadık, ayaktayız mesajı vermek için bu sezonu yaşayacaklar. Şekil itibari ile benzer olmasa da biraz da Beşiktaş'ın durumuna benzetiyorum durumu. Karşılarında ise transferin son günü delirip, manyaklaşıp, çıldırıp artık ne derseniz; paraları Türk reklamlarından heveslenip deli gibi saçmaya başlayan bir Zenit var. Luciano Spaletti'nin varlığı ve var olan önemli çekirdek kadro bile açıkçası Milan'a kafa tutabilecek durumda idi. Hulk ve Axel Witsel'in adapte sürecini çabuk geçirirlerse takıma daha da büyük katkı sağlayacakları aşikar. Zenit'i favori gördüğüm malum sanırım. Milan'ın ne olursa olsun bu grubu ikinci tamamlayacağı da Zenit'in favoriliği kadar aşikar olan bir diğer şey. Üçüncü sıraya tartışmasız adayım ise Malaga. Manuel Pellegrini'nin oynattığı futbol göz dolduran cinsten. Anderlecht ise yol kesici ya da hedefe ulaşmada aksattırıcı takım olarak karşımıza çıkacaktır.

Dikkat Edilesi Oyuncular: M'baye Niang-Milan, Stephan El-Shaarawy-Milan, Isco-Malaga, Fabrice Olinga-Malaga, Juanmi-Malaga, Dieumerci Mbokani-Anderlecht.

D Grubu: Real Madrid, Manchester City, Ajax, Borussia Dortmund

Gerçek Şampiyonlar Ligi'ne hoş geldiniz. Bu grup için söyleyeceğim şeylerin hepsi temenniden ibaret olacak fakat Ajax'a gerçekten yazık oldu diyebiliriz. Temennim; Borussia Dortmund'u bir numaralı sırada görmek. Manchester City'nin bu yıl buraya daha fazla asılacağını düşünecek olursak Borussia'nın ve daha da ötede Jürgen Klopp'ün işi çok zor. Realist bakış açısıyla Real Madrid'i bir numaralı sırada görmemiz kuvvetle muhtemel.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Christian Eriksen-Ajax

E Grubu: Chelsea, Shakhtar Donetsk, Juventus, Nordsjaelland

Nordsjaelland makus talihine yenik düşecektir. Onların dışında üç takımdan hangisi ilk ikiye giremeyecek olursa şaşırmam fakat Chelsea'nin artık tecrübe farkıyla bir adım önde olduğunu düşünüyorum. Atletico Madrid maçı yanıltıcı olmamalı. İkinci sıra bileti için de tecrübe ve istikrar faktörü ile Shakhtar'ı aday gösteriyorum; ancak yazdığım gibi Juventus da ikinci olsa veyahut Chelsea de elense şaşırmayacağım. Gerçekten zor bir grup.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Cesar Azpilicueta-Chelsea, Paul Pogba-Juventus, Henrikh Mkhitaryan-Shakhtar

F Grubu: Bayern München, Valencia, Lille, BATE

Bayern elini kolunu sallaya sallaya çıkacak, orası kesin. Diğer üç sıra için belirleyici faktör Lille'in performansı olacak. İkincilik için Valencia favorim olsa da Lille'in onları zorlayabilecek potansiyelde olduğu da su götürmeyen cinsten fakat BATE'nin bu turnuvada istikrarı yakalamış olması üçüncülük için bir sürpriz gelebilme ihtimalini de arttırmıyor değil. Dengeler biraz pamuk ipliğine bağlı fakat Valencia çıkış için son derece ağır bir top.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Lucas Digne-Lille, Renan Bressan- BATE

G Grubu: Barcelona, Benfica, Spartak Moskova, Celtic

Açık konuşmak gerekirse açıp da izleyeceğim maç sayısı şu grupta bir ya da ikiyi geçmez. O da, olursa, Barcelona ve Benfica arasındaki karşılaşmalar olur. Başladığı gibi biter tabiri grubun şu sıralaması için var edilmiş olabilir. Tıpkı Bayern gibi Barcelona da el kol sallayarak bu grubu bitirecektir. Diğer üçlüden de sürpriz çıkma olasılığı çok çok düşük. Tek sorun, Benfica'nın kış şartlarında Moskova deplasmanında neler yapacağı.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Nemanja Matic-Benfica, Nicolas Gaitan-Benfica, Eduardo Salvio-Benfica, Romulo-Spartak, Rafael Carioca-Spartak.

H Grubu: Manchester United, Braga, Galatasaray, Cluj

Geldik temsilcimizin grubuna. Aynı zamanda bu grup organizasyondaki son grup. Geçen yıl erken elenerek 5-6 yılda bir bu tarz sürprizlere imza atan Manchester United, açıklamalardan da anladığımız üzere işin son derece sıkı tutacak. United, geçmiş yıllarda temsilcilerimizle karşılaşan ve galibiyete yatkınlığımızın da bulunduğu bir ekip. Gerçekten de korkutucu bir kadroya sahip olmalarına rağmen yaşanılan sakatlıklar özellikle forvet hattında Sir'ün geniş olan ellini daraltmış durumda fakat yine de iş hiç de kolay değil. Hele ki deplasmanda United'a karşı başlamak işi daha da zorlu kılan unsurlardan birisi. Çok büyük ihtimalle kaybedilecek fakat "kayıp" olmayacak bir maç olacak. Beni daha çok korkutan ise beşinci maç. Gruptan çıkmayı garantileyemedikleri taktirde TT Arena'daki maçtan ekstra puan çıkışı kolay olmayacaktır.

İkinci torbadan çekilen Braga ise gerçekten diğer rakiplere nazaran çok daha "istenilebilir" bir rakipti. Kadronun tartışmasız en önemli isimi olan Lima'yı da kaybetmeleri ile daha da dişe göre bir rakip haline geldiler. Geçen yıl Beşiktaş'a -bana kalırsa şanssızca- elenmeleri yanıltıcı faktör olmamalı. İyi bir takımlar ve gününde oldukları takdirde puan alamayacakları topluluk sayısı çok az. Özellikle deplasmanda alınacak olan üç puan tur için altın tepside sunulmuş bir anahtar olabilir fakat son maçın bu deplasmanda oynanacak olması işin zorluk derecesini arttıran cinsten.İçerideki maçlar ise gruptan çıkmak istediğiniz takdirde her halükarda kazanılması gereken maçlardır. O yüzden özellikle belirtmekten kaçınıyorum.

Son torbadan çekilen Cluj da Avrupa Ligi'nde sırıtmayacak bir takım olarak gözümüze çarpıyor. İçte ve dışta vasat oynayarak alınabilecek altı puan var. Deplasman mücadelesinin zor olacağını kabul ediyorum fakat Galatasaray hazır olduğu takdirde Cluj'un gerçekten çok üzerinde bir takım. Braga'ya olmasa bile Cluj'a kaybedilecek olan puanlar Galatasaray'ın önündeki en büyük engel olur. Forvetleri Pantelis Kapetanos önemli ve etkili bir isim. Dikkat edilmeli. Genellikle potansiyelli isimlerden kurulu bir takımlar. Üç ve dördüncü maçı onlara karşı oynamak lehte bir durum olarak göze batıyor.

Dikkat Edilesi Oyuncular: Selçuk İnan-Galatasaray, Pantelis Kapetanos-Cluj, Hugo Viana-Braga

Ufuk Tolga Aldırmaz




1 Eylül 2012 Cumartesi

Butterfly Effect

"Butterfly Effect" küçük yaşlarda izlediğim ve birazı geçmeyen bir şiddette de olsa etkilendiğim bir filmdi. Filmin kattığı şeyler vardı. Araştırmalar, soruşturmalar vs. o her zaman dem vurduğum klişelerden olan bir cümle kalıbına denk geldim: "Dünyanın bir ucunda kanadını çırpan kelebek, öteki ucunda fırtınalara sebep olabilir."

Diego Simeone'nin Atletico Madrid'in başına gelmesi de buna benzer bir şeydir benim gözümde. River Plate'in yaşadığı genel düşüş itibari ile istifasını yönetime sunmuştu. Basit bir biçimde dönemin yöneticilerinden Rodolfo Cuina da kabul ettiklerini basına açıklamıştı. Ardından Atleti'deyken hocalığını da yapmış olan Gregorio Manzano'nun yerine teknik direktör oluyordu. Fırtınanın başlangıcı da işte tam olarak bu nokta oluyor. 

Geldiği andan itibaren biraz abartılı bir biçimde "hafif devrimcilik" ve paçalardan akan bir karizma ile takım üstünde hakimiyeti kurdu. Futbolculuk dönemindeki o sert ve yılmayan mizacı da haftalar geçtikçe empoze etti. Takım, ligde inişli çıkışlı oyunlar oynasa da UEFA Avrupa Ligi'nde muazzam yol kat etti ve malumunuz kupayı aldı. 

Dün gece çizgiyi biraz daha "aştılar". Şampiyonlar Ligi şampiyonu ve ligde daha henüz gol bile yemeden liderliğe oturan Chelsea'yi tam anlamıyla sürklase ettiler. Fırtınayı da tam anlamıyla kopardılar. Öyle ki Falcao'nun üstün insan becerileriyle birleşince bu takımın hakikaten iyi bir seviyeye çıkabileceğini gösterdi bize, Diego Simeone. 

Fırtına sürer de bu başarı ligde devam eder mi? İlk ikinin sahipleri hala o meşhur "dönen koltuklarında" oturuyorlar. Ligde oligark onlar. Bugün bir "oligarkı" devirmiş olabilirsiniz fakat Real Madrid ve Barcelona ikilisi hiç mi hiç O'na benzemez, malumunuz. Ne olursa olsun Simeone ve ekibi millilerimizle birlikte tarafımızdan muazzam bir sempati kazandı. Dünya genelinde de böyle olduğu aşikar. Güzel oyun karşılıksız kalmaz vesselam. 

Ufuk Tolga Aldırmaz

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Faşist Di Canio!

Paolo Di Canio'nun kendi ağzından söyledikleri fotoğrafın altında. Kendi nitelemem değil. Hoş söylediği sözler, yaptığı açıklamalardan dolayı bu nitelendirmeyi yapmak da pek zor olmaz.
"I'm a fascist, not a racist"
"I'm a fascist, not a racist"

Alttaki fotoğrafımızda da Di Canio'nun çalıştırdğı Swindon Town'un Lig Kupası'nda Stoke City'e karşı golünü atan James Collins'i kutlayış şeklini göreceksiniz. Boşuna demiyorum bu tarz adamların çocukluğuna inmek gerek diye. "Ainesi siyasi görüştür kişinin lafa bakılmaz."




27 Ağustos 2012 Pazartesi

Burak Yılmaz "Sorunsalı"

Beşiktaşlıyım. Beni uzaktan, yakından tanıyan ve tanımayanlar da dahil herkes bunu bilir. Bunu söylemekten ve bir şekilde "taraf" olmaktan hiçbir zaman gocunmadım ya da çekinmedim. Bunlara karşın her şekilde ve durumda objektif de kalmayı başardım. En azından böyle düşünüyorum(Eleştirilere son derece açık bir insanım, tersini iddia edebilirsiniz.).

Her şeyi bir kenara bırakıyorum. Maç içinde yaptığım teknik-taktik naçizane gözlemler de bunun içinde. Direkt olarak son penaltı pozisyonuyla ilgileniyorum. O böyle demiş, şu şöyle demiş inanın hiç umurumda değil. Maçın kazanılması veya kaybedilmesi ya da dün geceki gibi beraberlikle sonuçlanması da keza böyle. Sorun Burak Yılmaz'ın yaptığı.

Burak Yılmaz geçtiğimiz yaz transfer döneminin başında iken yaptığı "Çocukluğumun, gençliğimin takımı Beşiktaş. Tekrar orada oynamak isterim." minvalinde bir açıklama yapmıştı. Penaltı kararı verilen pozisyonu görünce aklıma direkt olarak bu açıklama geldi. Kendi içimde maçtan sonra gelip evde bu vuruşları yaparken geçen süreye kadar sürekli bunun üzerinde kendi kendimle iç muhasebeye girdim. "Ben olsam bunu yapar mıydım?", "Profesyonel yaşamda bunların yeri var mıdır?", "Etik midir?" tarzında soruları kendime sorup sorup durdum. Her seferinde ise sonuç noktam aynıydı: Benim çocukluk ve içinde bulunduğum gençlik döneminin saf duyguları ve dokunulmaz değerleri varmış. Profesyonel dünyada da bunlara yer yokmuş. Gariptir ki (!) insanı insan yapan bu duygu ve değerler "profesyonellik" adı altında sömürülüyormuş. Endüstriyel futbolun getirisi olan futbolda profesyonellik de tam da dün geceki pozisyonda devreye giriyor. Kimse Burak'dan "Hayır, bu pozisyon penaltı değil." demesini beklemedi, beklemiyor da. Büyüklerimizin anlattığı o efsaneleşmiş anektodlar da profesyonellik sayesinde yok oldu. Ben ise direkt olarak Burak'ın o pozisyonda malum hareketi yapmaması gerektiğini savunuyorum. Bunu yapmasını gerektiren şey ciddi anlamda insanların emeğine göz dikmek ise yemişim böyle profesyonelliği.

Son günlerde çokça anmaya başladığım Javi Poves'in endüstriyel futbol ve dolayısı ile "profesyonelliğe" çekmiş olduğu ha-siktir bugünlerde benim gibi birçok kişi için de daha bir anlamlı hale geliyor. Çok şey istediğimi düşünmüyorum. İnsan kendinden ve değerlerinden vazgeçmesin, yeter. Bir de kendim için bir ders çıkarıyorum: Üç kuruş para beni etkiliyorsa ben adam olamamışım. Gerisi boş.

NOT: "Aklını aut çizgisi dışına taşıyabilen" adam Metin Kurt'un da geçtiğimiz günlerde vefat etmiş olması da daha önce varlığından haberdar olmayan beni açıkçası dün geceden sonra daha da bir yaraladı. Şuraya da bir göz atın derim.

DİP NOT:Art niyetli bakan olursa diye yazma gereksinimi hissettim. Burak ya da farklı bir futbolcunun tuttuğu takım dışında başka bir takımda top oynayamayacağı düşüncesinde değilim. Bu yazıyı öyle algıladıysanız istirham ediyorum buna benzer karalamaya çalıştığım hiçbir yazıyı okumayınız.

Ufuk Tolga Aldırmaz
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...