28 Şubat 2013 Perşembe

Zamparini ile Çılgın Atmaya Devam

Sicilya'nın en eski kulübü olan Palermo bugünlerde Serie B'de yarışmaya devam etmekte. 1900'de üç İngiliz önderliğinde kurulan kulüp 113 yıllık geçmişinde çok da büyük başarılara sahip değil. Zaten bu yazının konusu da onların başarıları veya başarısızlıkları olmayacak.

2000'in Mart ayında, kulübün 100. yılını kutladığı dönemde Roma'nın da zamane sahibi Franco Sensi'nin şirketi tarafından Palermo satın alınır. Ufak çapta başarılar kazanılsa da büyük sıçrayışlar yapılamaz. Umut yoktur. Bunun üzerine Sensi kulübü satmaya karar verir. Kulübün alıcısı Maurizio Zamparini olacaktır. Zamparini kısa sürede yaptığı yatırımların karşılığını alır. Kulüp Serie A'ya yükselir. Yakın geçmişten hatırlayabileceğiniz kısa vadeli başarılar elde edilir. Fakat bir problem vardır. Zamparini yok sebepler ile teknik direktörlerin işlerine son verir. İşin daha da kötü olan tarafı bunu sürekli hale getirir. Onun için teknik direktör kovmak adeta bir hobi haline gelecekti(!).

11. yılını dolduracağı başkanlıkta 27 teknik direktör değiştirirken, geçtiğimiz sezon Serie B'ye düşürülmesinin ardından göreve Gennaro Gattuso getirilecekti. FC Sion'da kısa süreli de olsa yapmış olduğu oyuncu-teknik direktörlüğün ardından saha kenarındaki karizmatik duruşu ile Zamparini'yi bu kez durduracak isim olduğu konusunda İtalyan basını hemfikirdi.Olmadı. Saha içinde aslan parçası olan Gattuso, saha kenarında ve Başkan Zamparini'ye bağlı iken süt dökmüş kediye dönüşüyordu(!).

Takımın başına bu kez takımlarını Serie B'den Serie A'ya çıkarmak ile ünlü olan Iachini İtalyan Metin Diyadin olarak göze çarpmakta. Zamparini eğer ciddi anlamda takımının başarısını düşünüyorsa bu kez sabretmek zorunda. Yok aksini düşünürse, bu yazıyı tekrar tekrar karşınızda görebilirsiniz.

Zamparini'nin takımı devraldıktan sonra çalıştığı hocaların listesidir, arz ederim:

Bortolo Mutti 2001-2002
Roberto Pruzzo 2002
Ezio Glerean 2002
Daniele Arrigoni 2002-2003
Nedo Sonetti 2003
Silvio Baldini 2003-2004
Francesco Guidolin 2004-2005
Luigi Delneri 2005-2006
Giuseppe Papadopulo 2006
Francesco Guidolin 2006-2007
Renzo Gobbo-Rosario Pergolizzi 2007
Francesco Guidolin 2007
Stefano Colantuono 2007
Francesco Guidolin 2007-2008
Stefano Colantuono 2008
Davide Ballardini 2008-2009
Walter Zenga 2009
Delio Rossi 2009-2011
Serse Cosmi 2011
Delio Rossi 2011
Stefano Pioli 2011
Devis Mangia 2011
Bartolo Mutti 2012
Guiseppe Sannino 2012
Alberto Malesani 2013
Gian Piero Gasperini 2013
Guiseppe Sannino 2013
Gennaro Gattuso 2013
Guiseppe Iachini 2013-?

Bu listeyi oluştururken ciddi manada zorlandım. Daha net algılanabilmesi için şöyle de bir kıyas yapayım: Manchester United kuruluş yılı olan 1892'den beri sadece 21 menajer ile çalışmıştır. Varın gerisini siz hesap edin.

Ufuk Tolga Aldırmaz


Türkiye'de En Gürültücü Taraftar Kimde?

Andy Mitten... Onu kısaca tanımlayacak olursak: İngiliz yazar ve yönetmen. Futbol üzerine yazıları bulunan ve özellikle de kısa filmleri ile nam salmış bir kişi. Aslına bakarsanız kendisinin ismini sadece bir kaç yerde okumuştum. Merak edip araştırma gereksinimi hissetmedim lakin Ford'un sponsorluğunda çektiği kısa filmlerinden bir tanesinin Galatasaray taraftarını konu ettiğini duyunca bir araştırayım dedim.

Türkiye'ye atmosfer ve taraftarlık üzerine bir kısa film çekmek için geldiğini ve Galatasaray'ı seçmesindeki en büyük etkenin Şampiyonlar Ligi'nde yarışması olduğunu da ekliyor. Kısa filmde ufak da olsa bir desibel testi de mevcut. İyi seyirler:


NOT: Andy'nin görüşleri beni bağlamaz diyeyim :)

Ufuk Tolga Aldırmaz

27 Şubat 2013 Çarşamba

Alışkın Olunmayan:Sol Forvet Sow


Forvet-Santrafor ayırımını yapmak sanırım giriş için iyi bir adım olacaktır. Forvet(Forward), ileri uç oyuncusu anlamına gelir. En kaba tabirimiz budur. Misalen Beşiktaş’ta Olcay Şahan mevcut oyun düzeninde bir forvet oyuncusudur. Santrafor ise Centre Forward’ın Türkçe karşılığıdır. Yine Beşiktaş’ın mevcut taktik düzeninden örneği verecek olursak, Hugo Almeida bir santrafordur. Kısacası forvet ile santrafor neredeyse bek ile stoper kadar farklı iki kavramdır.

Sorunsalımız ise Moussa Sow… Sow ligdeki rakip takımlar içinde en çok beğendiğim ve imrendiğim belli başlı isimlerin en tepesinde. Bu noktada size temin ederim ki tam bir Sow “dilosuyum”. Bu postta  son dönemde Fenerbahçe taraftarı arasında da sıklıkla tartışma konusu olan “sol forvet mi yoksa santrafor mu oynamalı?” sorusunun cevabını arayacağız. Direkt olarak başlamadan önce Fenerbahçe’nin net biçimde 4-2-3-1 ya da 4-3-3 oynamadığını ve sahada esneklik gösterdiğini belirtmeliyim.

Sow’un genel özelliklerine şöyle kabaca bir bakacak olursak neler diyebiliriz bir düşünelim. Sanırım hepimiz mutabık olacağız. Onu tanımlayacak kelimeler: Kuvvetli, dayanıklı, mücadeleci, bitirici, sprinter… Bunlar iyi bir santraforun kesinlikle olmazsa olmazları olarak karşımıza çıkıyor, çıkacaktır da. Bunun yanında yine iyi bir santraforun olmazsa olmazları olarak, son şampiyonluklarında Mamadou Niang’da vuku bulan üst düzey duvar olma özelliği ve uzağa gitmeden Pierre Webo’da görebileceğimiz –en az rakip stoperler kadar iyi- hava toplarında etkinliği saymamız gerekir. O zaman hemen kendimize şunları soracağız: 1.Sow’un duvar olma özelliği yeterli seviyede mi? 2.Sow’un hava etkinliği yeterli seviyede mi? İki sorunun cevabı da su götürmeyen cinsten birer hayır olacak. Dikkat, bu özellikleri yok demiyorum. Sadece yeterli seviyede olmadığını belirtiyorum.

Eldeki bir diğer santrafor Webo’nun hava etkinliğinden bahsetmişken –Niang kadar olmasa da- arkadaşlarına duvar olup servis yapma özelliğinin de var olduğunu belirtmeliyiz. Bilakis gelmek istediğim nokta da tam olarak buydu. Fenerbahçe’nin ileri ucunda istenilen özellikleri verebilecek en iyi isim Webo olarak göze çarpıyor. Bunun yanında o servislerin bolluğundan ötürü Aykut Kocaman da “sol forvet” Sow’a yönelecekti. Sow’un o bölgede oynaması – özellikle geçtiğimiz haftasonu Paşa ile oynana maçta Stoch’un verimsizliğini gördükten sonra- Webo’ya doğal bir tamamlayıcı da kazandırmış oluyor. Ekstra olarak Sow’un ligin ilk yarısında bolca gördüğümüz o tek başına savaşma işini Webo’ya devredip daha rahat hareket alanı bulması da sağlanmış oldu. Artı hanesine yazılacak son değer olarak bakabileceğimiz nokta ise Sow’un sürekli olarak içe kat etme bilincinde olması.

Bu getirilerin yanında bir de götürü hanesine bakmamız gerekiyor. Akla ilk gelen, kalburun “baya” üstü bir santraforu –evet yukarıda saydığım artılara rağmen- neden ve niçin efektif olduğu bölgeden uzaklaştırasınız? İstenilen özellikleri taşıyan Webo’nun yanında Sow’un ikinci forvet görevini layıkıyla yerine getirebilecek iken solda değerlendirmeye çalışmak tam anlamıyla kolaycılıktır. Üstelik elinizde 4-4-2’ye çok uygun bir oyuncu portföyü de mevcut iken. Bunun yanı sıra Trabzonspor maçı gibi zorluk derecesi daha üstte olan karşılaşmalarda –bkz alttaki şablon- beki kovalamak gibi bir yükümlülüğü de bu oyuncunun omuzuna bindirmek ekstra efor harcamasını istemek oluyor. Doğal mevkiisine yapacağı kaymalar da takım savunmasını baltalayabilecek bir durum olarak göze batıyor. Kilit nokta ise özellikle o kanattan rakip sizi kontra ile vurma çabasına girerse herhangi bir denemesinden gol çıkarma olasılığı artma eğilimi gösterecek olması.
Moussa Sow'un Trabzonspor karşısındaki defansif hareketlerinin ağırlık merkezi

Velhasıl kelam resme büyük planda baktığımızda tek bir şey görüyoruz: Garanticiliği ile nam salmış Aykut Kocaman neyin ne olduğunun farkında. Özellikle basın toplantılarında yaptığı açıklamalar da bunu gösteriyor. Buna karşın kadro planlamasında yapılan hatalar, oyuncuların formsuzlukları ve şablon değiştirme korkusu Sow’u sol forvete itiyor. Bu kumar tutabilir mi? Tutma olasılığı azımsanamaz. Peki bu kumara gerek var mıydı? Hayatta en az Aykut Kocaman kadar garantici ve risk almayı sevmeyen bir yapım var lakin benim aklım bu kumarı açıklayamıyor.

NOT: Lille öncesi kariyerinde sol forvet oynaması ve düşük performans göstermiş olması da dikkate değer.

DİP NOT: Şablon Match Study'den alınmıştır. Sağ olsunlar bilgi ve istatistiklerini kullanmamıza izin verdiler. 

Ufuk Tolga Aldırmaz





26 Şubat 2013 Salı

Berbatov'un Kara Kaleminden



                                               

Ali Ece abimizin diline pelesenk olan kalıplardan biri de "futbol sanatçısı". Hakikaten bu şekilde nitelediği isimler birer nokta atışı oluyor. Bu fotoğrafları görünce direkt olarak aklıma bu kalıp geldi lakin Dimitar hakikaten bir "sanatçıymış" yahu!









Şu cilloplara bir bakar mısınız!

25 Şubat 2013 Pazartesi

Aulas, Lacombe ve Lyon Şehri


Lyon… Milliyetçilikle en ufak alakası olmayan ama katıksız bir biçimde ısınamadığım Fransa’nın en büyük şehirlerinden birisi. Paris’in görkeminden yoksun olduğu söylense de o civarda yaşayan birkaç gurbetçi abimiz ve ablamıza göre en az Paris kadar güzel bir şehir. Onları fazla lafa tutmadan ve genel hal hatır muhabbetini de kapadıktan sonra kendi araştırmama giriştim. Çevresindeki dağlar, iki nehrin arasında kalması gibi fiziki özelliklerine rağmen( ya da avantaj, görece) sanayileşmenin dibine vurmuş bir şehir olarak göze batıyor. Buna paralel olarak Lyon'u hizmet sektörünün geliştiği ve orta sınıf vatandaşların da fazlaca yaşadığı bir şehir olarak da nitelendirebiliriz. Sanayi kollarına tek tek değinmeye niyetim yok ama önemli olan bir kol var, o da yazılım. Bu yazının sonu nereye gidiyor soruları gelmeden belirteyim. Yazılım sektöründe yerel bir girişimcilikten ülke çapında bir insan haline gelen Jean-Michel Aulas ve şehrinin takımı Olympique Lyon’u didikleyeceğiz. 
Jean-Michel Aulas

Aulas, Lyon şehrinde yaşayan hemen herkesin –özellikle elit ve elite yakın sosyolojik sınıfın- hasıl olduğu özelliklere fazlası ile sahiptir. Fransızlığın aktığı bir tip, ortalama üstü bir zeka, akıllı yatırımcılık ve sermaye. Bunların hepsi birleşip işler de yolunda gidince, kısacası ayıptır yazması taşaklı bir girişimci haline geldikten sonra yatırım yapmak için 1987 yılında Olympique Lyon’u seçer. Kulübü alır. Lyon o zamana kadar vasat seviyenin altı olarak sayabileceğimiz asansör kulüp özelliği gösterir. O yıldan sonra ise işler değişecektir. Kısa sürede Ligue 1’e terfi edip Avrupa kupalarına katılmaya hak kazanan bir kulüp haline gelirler. Bunda en büyük etken ise Aulas’ın deyimi ile “karlı yatırım”. Yıllar geçip Lyon da Fransız basınında dikkat edilesi bir takım haline geldikten sonra bir röportajı esnasında şunları söyler: “Ne kadar çok paranız varsa o kadar çok galip gelirsiniz ve galip geldikçe paranız artar. Her açıdan kazanırsınız.”

Futboldan anlamadığını en başından beri gocunmadan dillendirip gün geçtikçe daha da güçlenecek olan beyin takımını kurar. Her zaman için en akıllı olan işi(onun için yatırım) yapma düsturunu benimsemiş olan Aulas’ın takımı “kendi çapında” iyi işler yapmaya başlayınca ardına şehrin de desteğini alır. Geneli itibari ile futbola düşkün olduğunu söyleyemeyeceğimiz şehir başarılı bir takımları olması fikrini fazlasıyla benimser. Başkanlarının para düşkünlüğü neticesinde benimsediği ve belki de şu an çoğumuzun hoşuna gitmeyen o endüstriyel futbolun gereklerini net olarak doğru biçimde uygulaması müşterileri(taraftarları) daha da fazla kulübe çekmeyi başarır. Aynı düzlemde bir örnek olmayacak olsa da paralel olarak bir malın albenisi ne kadar artarsa bizler de yeter miktarda alım gücümüz olsun veyahut olmasın o mala yönleniriz. Kapitalizmin en baba şartlarından birisidir bu, tüketim. Neyse konuyu fazla dağıtıp kendime hakim olarak belirtmeliyim ki Aulas istediğini başarır. Kısa vadede gelen beklenmedik başarılar aynı zamanda yönetimin kredisini de yükseltir. Zaten bir futbol şehri olmayan Lyon’dan da bir Marsilya şehrindeki gibi beklentiye girmek, en azından o dönem için pek rasyonel olmaz.

Yukarıda karlı yatırım, beyin takımı ve her açıdan kazanmak derken Lyon’un sistemi haline gelen noktaya değinmemiz gerekiyor. Simon Kuper’in “Kitlelerin Erdemi” olarak nitelendirdiği, bizim de transfer komitesi olarak basite indirgeyebileceğimiz o “kurum” Lyon’un belki de “şimdilik” son demlerini geçtiğimiz o istikrarının anahtarı oluyordu. Moneyball filmini izleyenleriniz hatırlayacaktır. Brad Pitt’in -karakterin adını unuttum- “teknik direktör” olarak katıldığı bu toplantılar kulüp için ağır topların katıldığı ve daha çok onların sözünün dinlendiği toplantılardır. Buradaki kilit nokta ve Lyon'un Oakland'dan farkı teknik direktörlerinin başarı endeksli olduklarından ötürü kısa vadeli planlara kaçacaklarının bilinmesidir. Eğer teknik direktörlere kadro planlanma olanağı verilirse kulübün bundan hiçbir yararı olmayacaktır. Aksine zarar hanesi kabaracaktır. Buradaki yarar ve zarar yazı konusu Aulas ve Lyon iken tabii ki para ekseninde olmak zorundadır. Aynı şekilde bu tezin doğruluğunu Lyon’un şampiyon olduğu dönemdeki teknik direktörlerine bakarak görebiliriz. Belirli başlı bir Fergusonvari (teşbihte hata olmaz) istikrar kesinlikle söz konusu değildir. Kitlelerin Erdemi icra edilirken masada bulunan ve futboldan anlamam diyen Aulas modelinin Hollywood filmlerindeki gibi bir sağ kolunun olması da elzem oluyor. Bu sağ kol –yardımcı erkek rolü- da bir dönem Fransa’nın önemli futbol yüzlerinden olan Lyon çocuğu Bernard Lacombe olduğunu belirtelim. Lacombe Fransız futbolu ile ilgilenen çoğu kişi tarafından önemli bir çift göz olarak nitelendirilmekte. Lacombe’un yanında bu işten onun kadar olmasa da anlayan ufak çaptaki konsensusun ortak kararları da Aulas’a ödeme planları hazırlama girişimlerine itiyor. Genel olarak basit ama uygulayanının bildiğimiz futbol dünyasında az olduğu bir sistemden bahsediyoruz. Bunun yanında bu “kitleye” bağlı olan entegrasyon ekibi de en az kitlenin kendisi kadar arz ediyor. Sebebi ise Lyon’a gelen hiçbir futbolcunun hiçbir şekilde bir sorunla boğuşturulmama geleneğidir. Gelen yabancı futbolcuların her türlü detay işi kulüp tarafından halledilir. Bunlar pek tabii görünen işlemler. Gerçi görmediğimiz kısımda ne gibi icraatler olduğunu ve bunların ne denli profesyonelce yönlendirildiğini düşünememek ahmaklık olur. Tüm bunları topladığınızda yine Aulas’ın deyimi ile “Marka anlamında iyi bir takım” yaratma çabasının yattığını görüyoruz. Real Madrid, Manchester United ve hatta Arsenal şu sıralarda da olsa PSG gibi takımlarla onların oyun kurallarına göre yarışamayacaklarının farkındalar. Öyle ki futbolculara gelen piyasa üstü tekliflere her zaman açıklar. Kimleri nerelere sattıklarını hepimiz net biçimde biliyoruz lakin bu günler biraz da geride kaldı.
Bernard Lacombe

Klasikleşen tabirle futbolda dün yoktur. Başkan Aulas daha iyi bir Lyon yaratmak için değişim yaşamaları gerektiğinin farkındadır. Stade Gerland modern döneme ayak uydurmakta zorluk çeker. Maddiyata olan düşkünlüğünü “para basan” bir stad ile taçlandırmak da tam ona layık bir iş gibi görünüyor ki öyle de oldu. OL Arena’nın projesini açıkladılar. Ülkemizdeki TT Arena modeli olan lakin kulübün maddi külfete gireceği bir şekilde bu projeyi gerçekleştirecekler. Bu yüzden de takımda kemer sıkma politikası benimsediler.  Bunun yanı sıra Lacombe’un istifası da geldi. Transfer konusunda muazzam işler başaran konsey büyük bir darbe aldı. Klasikleşen Lyon transferi çizgisinden uzaklaştılar. Misal Juninho’nun yerini Gourcuff ile doldurmaya çalıştılar, tutmadı. Sistemin dışına çıkmış oldunuz bir kere. Arından gelen tüm transferler aslında biraz bunun yarasını taşıyordu. Şimdilerde ise bir bir o isimlere de veda ediyorlar. Tam anlamıyla alt yapıya yönelmiş durumdalar. Eskiden genellikle hücum oyuncuları için alt yapıya başvuran Lyon, şimdilerde daha farklı bir yolda. Heyecan verici mi? Kesinlikle. Tutacak mı? İlk etapta zor. Stad yapıldıktan sonra çok farklı bir Lyon göreceğimiz ise su götürmeyen cinsten.

Ne yalan söyleyeyim her yıl ayrı bir şampiyonun çıktığı Ligue 1’in tadı farklı ancak PSG gibi şeyhlerin kirli petrol sermayesi o ligi kirlettiğinden beri pek fazla şey düşünmez oldum. Lyon yeniden devreye girip şunlara haddini bildirsin. Bekliyoruz…

Ufuk Tolga Aldırmaz

NOT:Simon Kuper-Stefan Szymanski ikilisinin Futbolun Şifreleri kitabından bilgi alıntısı vardır. 



23 Şubat 2013 Cumartesi

Wenger Usta kafayı taşlara vurmalı mı?


Arsenal'in Fransız Teknik Direktörü Arsene Wenger, 2003 yılında Yaya Toure'yi ellerinden kaçırdıklarını itiraf etti.
Fildişili yıldız Yaya Toure'nin 2003 yılında, forvet arkası olarak sezon öncesinde deneme maçına çıktığını açıklayan Wenger, yıldız oyuncunun çok iyi bir performans gösterdiğini belirtti.
Fransız Teknik adam, ' İngiltere Premier Ligi'nde oyuncuların milli takımlarının oynadığı tüm maçların yüzde 75'inde forma giymiş olmalara gerekiyor. O dönem içerisinde Yaya'nın hiç oynamışlığı yoktu. Gerekli uygulamaları yaptık, pasaportu için başvurduk. Ama Y.Toure, Ukrayna'ya Metalurg Donetsk'e gitmeyi tercih etti. Ve bu prosedürden dolayı tüm anlaşma iptal oldu' dedi.

22 Şubat 2013 Cuma

Fenerbahçe - Bate Borisov 1 - 0

Fenerbahçe - Bate Borisov  1 - 0

Fenerbahçe, Bate Borisov'u  1-0 mağlup ederek, UEFA Avrupa Ligi'nde bir üst tura yükseldi. Son haftalarda 10'larca yanlışın birkaçını düzeltince olumlu bir tablo izlenimi veren sarı-lacivertlilerde son haftalardaki dizilişin değişmediğini söylemek mümkün.
Cezalı Raul ve prosedür gereği oynayamayan Emre'nin yerine genç Salih'i oynatan Kocaman, yanına Topal, hemen önlerine de Cris'i monte ederek, zorla alıştırdığı düzenden şaşmayacağını gösterdi.

İlk yarı
Bate Borisov maçına'' Selçuk'u mu oynatır eyvah!'' diye hayıflandığımız dakikalardaki şoku atlatıp Salih'i 11'de görmenin mutluluğuyla başladık, biz taraftarlar. Sahadakiler de ilk dakikalarda biraz utandırdı bizi yalan yok. Salih'in orta alana kattığı dinamizm, pas trafiğini sağlayan,atak kesen ve başlatan rolündeki üstün başarısına değinmekten ben bıktım artık. Bazı genç oyuncular vardır çocuktur,bazıları vardır adamdır.Salih 2.örneğe tabii tutulmalı bence. Genç yaşına rağmen, abilerinden daha cesur,özgüvenli,mantıklı hamlelerle oynuyor,Allah utandırmasın.Dönelim maça, 20.dakikaya kadar önde kurduğu baskıyla rakibi 3.bölgeye atılan dikey paslara muhtaç eden Fenerbahçe, net fırsatlar bulmasa da golün sinyalini veriyordu. Maçın da tempolu sert başlamasının faturası 20.dakikada Kuyt'ı öldürmeye gelen adını hatırlayamadığım oyuncuya çıktı ve oyundan atıldı.
Gol sonrası oyuna daha hakim olan F.bahçe, ''2.yarıya önde giremezsek eyvah'' dediğimiz anlarda Cris'in penaltısıyla rahat nefes aldırttı bizlere.
2.yarı
60'a kadar herşeyin yolunda olduğunu söyleyebiliriz sanırım. 2.gole pek çok fırsatta akil hücum organizasyonlarıyla yaklaşan sarı-lacivertliler'e biri dur demeliydi.Kim bu tahmin edin? Bate Borisov? Cemaat? Yok o başka bir tartışma. Kocaman el frenine asıldı ve biraz da yorulan,sarı kartı da olan ( atılmaya da yakındı yalan yok ) Salih'i çıkardı. Salih'in çıkması doğruydu,ama yerine Selçuk'un girmesi açıklanabilir birşey değil. Caner'i sola alır,Sow'u solda daha fazla zay etmez diye kahveci Murat bile derken, Kocaman, Lionel Selçuk'u orta sahanın ortasına koydu. Yanlış olmasın sorun Selçuk'la alakalı değil,tek başına oynasa eyvallah ama, Selçuk + Topal gibi,kesici ve öne oynama yetileri son derece kısıtlı,baskı geldiğine topu 'al kardeş,senin olsun'' diye verecek adamlarla oynadığın takdirde son 30 dakikayı da taraftarına zehir edersin.
İşte bizim hikaye de burada başlıyor be sevgili
Nereden başlayalım,Sow'un sol kanatta oynaması, ( daha doğrusu oynayamaması ve hep içe kayması ), Selçuk'un girişiyle,bloklar arası mesafenin 45 metreye çıkması? Kuyt'ın boş kalelere atmak yerine,topu sürerek içeri sokma çabası?. .
60 dakikaya kadar önde basan,nispeten sahaya da iyi yayılan Fenerbahçe'ye Sir Kocaman'ın sihirli değneği dokununca, takım son 30 dakikayı 10 kişi kalmış ''nerenin takımı la bu Bate'' dediğimiz Borisov'a karşı kendi ceza sahamıza hapis olmuş bir şekilde yaşadık. Son dakikalarda yenilecek talihsiz / talihli bir golün bedelini kim nasıl ve ne şekilde öderdi bilemiyorum. Öyle ya da böyle,tırnakların,dudakların yenmekten paramparça olduğu bir geceyi daha noktaladık.Fenerbahçe'miz son 16'ya kaldı.
Ümitler
Son 16 eşleşmesinde Bate vari takımların şu andaki en üst seviye oyununu oynayan Plzen ile oynuyoruz. Takımların büyüklüğü bir yana,bizim gibi soğuk sıkıcı oynayan ( doğu bloku ) takımlara karşı şansımızın daha yüksek olduğuna inanıyorum. Kocaman'ın kontrol müptezeli oyun anlayışı Avrupa maçlarında ( özellikle bu tarz maçlarda ) daha çok işe yarıyor. Kafam da baya yorgun pek fazla ayrıntıya girmeden bitireyim.
Napoli-Ajax-A.Madrid-M.Kharkiv ve Kiev gibi takımların elendiği UEFA Avrupa Ligi'nde 2-3 akıllı hamlelerle çok daha iyi yerlere geleceğimize, üst turlara çıkmanın oldukça mümkün olduğuna inanıyorum. Yeter ki güzel hocam, futbolun doğrularını yerine getirsin.

21 Şubat 2013 Perşembe

Arafta Kalmak

Beklenenin çok dışında bir maç yaşadık mı? Ufacık diyelim. Medyanın ve "boş" taraftar kitlesinin yansıttığı o kanser(!) Schalke'nin aslında hasta adam statüsünde olduğunu gördük. Ne iyi, ne kötü. 

Maçtan önce girdiğim postta Schalke'den bahsederken kadro üzerinde net bir fikir üretemeyip, orada yazdığımın aksi olduğunda buraya özellikle belirteceğimi dillendirmiştim. Gelin, bakalım. Kalede Hildebrand beklediğimiz gibi yerini almıştı. Savunma dörtlüsü Höger-Höwedes-Matip ve Kolasinac'tan oluştu. Fuchs'un oynayacağını kesin gözüyle bakıyordum lakin sanırım son haftalarda düşüşe geçen savunma grafiği Jens Keller'i Kolasinac alternatifine yönlendirdi. Onun dışında ihtimal dahilinde olan Höger'in sağ bek oynaması da düşündüğümün aksine hücum açısından Schalke hanesine artı puan olarak yazıldı. Galatasaray'ın sol kanatta Sneijder ile farklı bir rota izlemesi de tabii ki bunun en büyük etkeniydi, değineceğiz. Orta saha ise beklenti ile bire bir örtüştü. Jones-Neustadter/Farfan-Draxler-Bastos beşlisi genel anlamda maçtaki oyun farkını da ortaya çıkaran dizilim oldu diyebiliriz. İleride ise sakat olduğu öne sürülen Huntelaar vardı. 

Savunmanın yaptığı birkaç kritik hata var ki yine beklentimiz dahilinde birbirine alışkın olmamanın getirileri idi. Özellikle çizgi halinde kalınan ve hamleler dışında adam paylaşımının doğru yapılmadığı durumlar vardı. Bunun dışına Höwedes-Drogba eşleşmesini yazabiliriz. Höwedes tercihi de Drogba "korkusu" üzerine doğru bir tercih haline geliyordu. Orta sahadaki akıcılık ise şahsen beni fazlası ile şaşırttı. Ligin belirleyici olmama ihtimali de bu noktada ortaya çıktı diyebiliriz. Schalke açıkça Şampiyonlar Ligi arenasında kendine daha güvenerek oyununu icra ediyor. Özellikle kanatlardaki Farfan ve Bastos, savunma açısından zayıf olan Galatasaray beklerini duman etti dersek yanlış olmayacaktır. Farfan'ın içe kat edişleri ile birlikte savunmanın fazlasıyla afallaması ve çözümsüz kalması da net biçimde kalitesizliği gösteriyor. Savunmayı "toparlayan" ise özellikle hakkını vermemiz gereken Semih Kaya oldu. Bunun dışında Huntelaar'ın antrenman eksikliğinin gözle görülmesi sanıyorum ki sadece benim gözüme batmamıştır. Özellikle altını çizdiğimiz o hızlı atak ile golün yenmesi de ayrı bir ironiydi, değinmeden geçmeyelim.

Galatasaray'a baktığımızda ise sahada 4-4-2 ile 4-3-1-2 arasında değişkenlik göstermeye zorlanan; ancak futbolcular tarafından sadece çabada kalan bir sistem icrası vardı. Sneijder'in sol kanattan içeri kat etme çabası da benim açımdan bunun açık göstergesidir. Bunun dışında yukarıda belirttiğim o savunma kalitesizliği ile Sneijder'in arafta kalması ilk yarıda Schalke'nin o kanadı otobana çevirişi anlamına geliyordu. Ekstra olarak Schalke'nin zaten sorunlu olan geriden oyun kuruşunun nasıl oluyor da Fatih Terim'in Galatasaray'ında etken hale getiriliyor anlamak mümkün değil. Bununla birlikte Drogba'nın fiziksel olarak istenilen seviyede olmamasını da göz önünde bulundurunca acaba bu önde daha agresif olabilecek Umut Bulut'un tercih edilmesi daha iyi olur muydu diye düşünmedim değil. 

Bunlar dışında maç hakkında söylenebilecek üç şey kalıyor. İlki Fatih Terim'in Amrabat hamlesi ile takımını ipten aldığı, ikincisi zemin bozukluğunun net biçimde Schalke aleyhine olduğu. Sonuncusu ve belki de en önemlisi, bu kadar küçümsediğimiz(!) Bundesliga ekibinin her atağının belirli bir organizasyon içinde olduğu ve ligimizin açık ara en iyi takımı olduğu düşünülen Galatasaray'ın ise hatırladığım tek bir organize atağının olmaması ülke futbolumuzun minimize tabanda ne kadar "küçük" olduğunun bir göstergesi. İkinci maçta şansların eşit olduğunu düşünmek ise ahmaklık olacak. %51 Schalke 04 önde.

MAÇIN ADAMI: Jermaine Jones

NOT: Ülkemizin yetiştirdiği faal en iyi futbolcu net biçimde Selçuk İnan. Bu gece fikirlerim biraz daha pekişti.

Ufuk Tolga Aldırmaz

19 Şubat 2013 Salı

Almanlar Kazanınca Biz de Kazanacak Mıyız?

Çarşamba günü yakın dönem futbol tarihimizin en önemli maçlarından birine çıkacak Galatasaray. TT Arena'da Schalke 04'ü ağarlayacak olan Galatasaray adına mental anlamda "her şeyin" iyi gittiğini söyleyebiliriz. Özellikle Akhisar Gençlik karşısında Drogba'nın oyuna girip maçın kopmasını sağlaması ile psikolojik bir eşik atlandı. Bunun avantajı da bir sonraki karşılaşma olacak olan Schalke karşısında ortaya çıkacaktır. Genel itibari ile işlerin yolunda gideceğini düşünüyorum lakin bir de şeytanın avukatlığını yapayım.


Psikolojik Eşik

2010-2011 sezonu Beşiktaş'ını akıllarımıza şöyle hızlıca bir getirelim. Devre arası yapılan transfer şov ile minimize bir eşik atlatan Beşiktaş o dönem ligin en kötü takımı diyebileceğimiz Bucaspor'u sürklase etmişti. Takım coştukça taraftar, taraftar coştukça takım oynuyordu. Buna karşın 17'de 17 parolası ile girilen yarı sezonun ikinci karşılaşması olan İBB karşısında alınan 2-1'lik şok yenilgi, Beşiktaş'ı o eşiğin de dışına itiyordu. Burada kilit nokta takım kimyasının oturmamış olması ve transferler ile birlikte takımın biraz da medyanın gazıyla fazlasıyla şişirilmesi sonucu ilk ciddi sınavda patlamış olması idi. O dönemki Beşiktaş ile şu anki Galatasaray'ın ortak noktası takım içi savunmanın oturmaması ve savunma elemanlarının kalite düşüklüğü olarak net biçimde göze çarpıyor. Buna görecelik payı da eklemeyi unutmamalıyız. Karşı taraftan ise günümüz Galatasaray'ın yaptığı transferlerin daha doyurucu ve işlevsel olduğu gerçeği ortada. Misalen Didier Drogba gibi gözden "düştüğü" varsayılan bir futbolcunun bile ne denli pozitif katkı yaptığı gözler önünde. Ekstradan, şu an için kesinlikle performansını kafamda oturtamadığım Wesley Sneijder'ın vasatın altı oyununda dahi önemli bir organizasyon adamı olduğu gerçeği de su götürmüyor.

Transferlerin yanında beğenin beğenmeyin Galatasaray'ın oturmuş bir düzeni mevcut. Bu über-yıldız ikiliyi takımdan çıkardığınız takdirde belirli ezber oyununu oynamaya devam edecek bir sistemin varlığı gözler önünde. İşte bu sistem sayesinde henüz hazır olmayan yıldızların mevcut defoları silinmeye başlıyor. Bu açıdan Fatih Terim'in takımı Drogba-Sneijder ikilisinden bağımsız oynadığı oyununu yine bu ikili ile süsleme eğiliminde. Lig eksenini bir kenara bırakacak olursak Şampiyonlar Ligi'nde bu süslemeleri yapacak isim ihtiyacı üst turları hedefleyen bir Galatasaray için elzemdi. Bırakın Galatasaray'ı bu seviyede her takımın ekstra işleri yapacak isimlere ihtiyacı vardır. Yine misalen rakip Schalke'nin ekstrası olan Klaas-Jan Huntelaar'ın yokluğu veyahut Lewis Holtby'nin takımdan ayrılışı hatta ve hatta defans hattında Kyriakos Papadopoulos'un oynayacak durumda olmaması birer birer Galatasaray'ın hanesine yazılacak olan etkenlerdir. İşte bu bağlamda Şampiyonlar Ligi'nin yakın dönem yüzleri olan Drogba ve Sneijder hamlesinin gelmesi yine -en azından bu tur için- bir psikolojik eşiğin atlanması demektir. Hatırlayınız aynı durum Roberto Carlos ile Fenerbahçe için yaşanmıştı.

Taktik Düzen

Yukarıda çıtlattığım o kadro yapısının biraz derinine indiğimizde rakipte Huntelaar, Papadopoulos, Afellay, Uchida, Marica gibi isimlerin yokluğu Schalke'nin her anlamda elini zayıflatıyor. Buna karşın temsilcimizde dişe dokunur bir eksiklik bulunmayacak. Bu da Schalke adına farklı bir kadro yapısı belki de sistem anlamına gelecek. Schalke adına taktik anlamda konuşmak birkaç faktörü yüzünden zor. Henüz çiçeği burnunda diyebileceğimiz teknik direktörleri Jens Keller'in 4-4-2'yi denediği günler sakatlıklar(özellikle Marica) sebebiyle geride kaldı. Önceki dönem taktiği olarak bakabileceğimiz 4-2-3-1/4-3-2-1 ile sahaya çıkmaları pek muhtemel.

Timo Hildebrand'ın kaledeki yeri banko. Uchida'nın yokluğunda sağ bek pozisyonunda ya Höwedes ya da son Mainz maçında da denendiği gibi Höger oynayacaktır. Höger'in tercih edilmesi Galatasaray adına avantaj olur, sebebi de Höger'in orta saha aksiyonlarının -özellikle grup maçlarında- önemli olmasıdır. Oraya gelmeden evvel savunmadaki diğer üçlü Metzelder-Matip-Fuchs şeklinde dizilecektir. Orta ikili kuvvetle muhtemel Jones-Neustadter ikilisinden oluşacak. Bu ikilinin yanına gelebilmesi yine muhtemel olan Höger tamamlayıcı parça olacaktır. Özellikle Neustadter ile olan uyumu ve oyun bilgisi Türk futbol severler için yeterli sayılabilecek seviyede. Bu da oyunun içinde yer alması açısından önem arz ediyor. Borges Orhan Abi'nin de altını çizdiği bir gizli golcü kimliği de var ki dikkat edilesi. Ön taraf ise tam bir muamma olacak. Solda Bastos'un yeri garanti. Holtby de gittikten sonra takımın hücum yükünü üstlenmiş durumda olan bir devre arası transferi diyebiliriz. Etkili olması kuvvetli ihtimal. Galatasaray'ın sol kanattaki defansif zaafiyetini de düşünecek olursak Keller o bölge için macera aramaz ve Farfan'ı o bölgeye çeker ki Farfan Riera'nın korkulu rüyası olur mu? Açık alanda yakalandığı takdirde kabusu bile olabilir. ön üçlünün ortasına gelmesi muhtemel olan isim Draxler. Draxler'i keseceğini düşünmüyorum bu yüzden az önceki Höger ihtimalini yan cebimize koyuyoruz. İleride ise eldeki tek alternatif olan Pukki oynayacaktır. Tüm bunları belirttikten sonra Schalke'nin şu yazdığım dengelerinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve farklı varyasyonların da uygulanabileceğini söylersem umarım bana küfür etmezsiniz. Üç aşağı beş yukarı bu tarz bir kadro çıkacaktır. Aksi halde maç sonrası uzun uzun çıkan düzeni konuşuruz.

Nasıl Gol Yerim/Atarım? 

Schalke taraftarının yüzyılın teknik direktörü seçtiği Huub Stevens döneminden miras kalan o hızlı ataklar özellikle TT Arena'da golün gelmediği her dakikada daha bilinçsiz oynayabilecek Galatasaray'a karşı etkili olur mu? Kuvvetle muhtemel. Galatasaray takım olarak bazen bu akıl tutulmalarına saplanması sıkıntı. Rövanşı da unutmayıp beraberlik halinde bile birer birer saydığımız o sebeplerden ötürü favorinin kendileri olarak kalacağını unutmamalılar. Bir diğer ihtimal ve bana kalırsa birincil olanı duran top. Özellikle Beşiktaş gibi duran toplarında bağıra bağıra gol geliyor diye bağırtan bir takıma karşı bile net biçimde çalışmadıklarını gördük. Farfan-Höwedes ya da Farfan-Jones ikilileri bu konuda bir nevi Fernandes-Sivok ya da Fernandes-Toraman olabilirler, dikkat. Son ihtimal ise kanat aksiyonları olur. Doksan dakikanın tümünde Galatasaray'ın agresif ve topla olan oyununu sürdürebileceğine inanmayanlardanım. Bu nedenle Schalke'nin elinde olan o azınlık dakikalarda Fuchs-Bastos ve Farfan-Riera(!) ikilileri sebebi ile Galatasaray kalesinde golü görebilir. Tüm bu ihtimallere karşın önemli bir ayrıntı var ki o da Schalke'nin gol atma ihtimalinden çok gol yeme ihtimalinin bulunuyor olması.

Savunma dörtlüsünün net biçimde sayılamıyor olması ve çeşitli varyasyonlara açık olması Schalke adına büyük handikap. Topu önde tutamayacak olmaları neticesinde Galatasaray'ın birçok kez set oyununa başvuracak olması ki Sneijder, Selçuk ve hatta Melo ile bu bir avantaj olabilir. Şampiyonlar Ligi'nin halihazırda en golcü oyuncularından biri olan Burak ve Drogba -olası- ikilisi her açıdan rakip stoperler için sıkıntılı bir maç anlamına gelir.

Farklı Bir Organizasyon

Her şey bir kenara, her Şampiyonlar Ligi temalı yazımda belirttiğim gibi o atmosfer bir farklı. Schalke'nin yakın dönem tecrübesi de bir hayli fazla. Galatasaray'ın yavaş yavaş organizasyona ısındığını da gördük. Önemli bir geri dönüş ile geldiler. Buna karşın Schalke'nin de Arsenal'ın önünde grubu YENİLGİSİZ lider tamamladığını da unutmayalım. Ligde bu kadar kötü giderlerken daha önce de yaptıkları gibi Şampiyonlar Ligi üzerinden kestirme bir biçimde eleştirileri savuşturmak istiyorlar. E bunlar bir de Alman takımı, o yüzden kolay lokma görmek son derece saçma. Şampiyonlar Ligi'nde TOP 16'da oynandığının farkına varılmalı.

Zor geçecektir lakin Galatasaray ilk kez bir Türk takımı olarak Schalke'yi mağlup etmeye çok ama çok yakın gibi görünüyor. Turun İstanbul'da gelmesi imkansız, ayaklar yere basmalı. Mümkün mertebede gol yememeye bakıp iki de gol sıkıştırılırsa ver elini çeyrek final deriz. Güzel eşleşme oldu. Galatasaray'ın ciddi anlamda test edileceği ilk karşılaşma da bu. Bakalım çarşamba gecesi ne göreceğiz?

NOT: Kilitlenen oyunu Fatih Terim'in hamleleri açar mı? Açar. Bekleyip görelim.

Ufuk Tolga Aldırmaz

18 Şubat 2013 Pazartesi

Neden Olmuyor?

STSL'de 22. Haftayı geride bıraktık. Özellikle Beşiktaş açısından bu hafta görünmez bir viraj niteliği taşıyor. Görünmez bir "zincirleme" kaza da diyebiliriz. 

İnönü'de alınan Gaziantepspor beraberliği ile şampiyonluk  ve hatta Trabzon deplasmanında 3-0 gibi bir skorla dönen Fenerbahçe'nin de bir takım tabularını yıkmış olması neticesinde -görece- ikincilik şansı kaybedilmiş oldu. Fenerbahçe ve özellikle Galatasaray'ın mental anlamda bir eşiği geçtikleri aşikar. Bu eşiği geçerken birisi Didier Drogba'nın girdiği dakikadan itibaren bir hava katması ile diğeri ise rezalet bir deplasman grafiğine rağmen kanlı bıçaklı olduğu rakibini skor olarak sürklase ederek geçiyordu. Beşiktaş ise kümülatif şekilde oluşan sorunlarla boğuşup, saha içi olaylar neticesinde kendi kendine ket vuruyordu. Bu hafta taraftarın da maç sonu ıslık "şovu" bunların hepsine tuz biber olmuş vaziyette. Bu yazıda flash back yapıp saha içi belli başlı karşılaşmalara değinip biraz da ekstralar katacağım. Öncelikle ligin ikinci hatasında İnönü'de oynanan Galatasaray karşılaşmasına dönüyoruz.

1.Beşiktaş-Galatasaray: Fahiş hakem hatası sonucunda olmayan bir penaltı ve kaybedilen iki puan. Taktik düzenin, anlayışın, sistemin vs. oturmadığı o dönemde Galatasaray beraberliği kötü sonuç olarak görünmese de psikolojik olarak taraftarda ve ister istemez oyuncularda bir "baskı" yarattı. Hele ki o dönemde çok küçümsenen yeni Beşiktaş'ın kendini ispatı o üç puandan geçiyordu. İlk etkenimizi BİNGO diyerek vurduk:Fahiş hakem hatası.

2.Gaziantepspor-Beşiktaş: Deplasmandaki Antep mağlubiyeti ile başlayan, sonrasında Sivasspor ve Fenerbahçe mağlubiyetlerinin de geldiği o kırılma dönemlerinden ilkinin başlangıcı. Hakikaten iyi oynanan bir karşılaşma sonunda gerek bireysel hatalar gerekse de takımın maç "tecrübesizliği" ile maçı tutamaması mağlubiyetin direkt etmeni. Burada sıkıntı daha beşinci haftada bu takımın skoru tutamamış olup arada yarım dönem geçmesine rağmen bir çözüm üretilemiyor oluşu. İkinci etkenimizi de bulduk:Maçta skorun tutulamaması ve ilerleyen haftalarda çözüm üretemeyen Samet Aybaba.

3.Beşiktaş-Sivasspor: Uğur Boral'ın yaptığı o dalkavukça hata neticesinde Aatif'in attığı gol. Üçüncü etken: Bireysel hatalar.

4.Fenerbahçe-Beşiktaş: O zamana kadarki en silik oyun oynanıp 3-0'lık hezimeti yaşayan takım moral olarak dibe çöktü. Bu kendilerine olan güvensizliği ve bu takımın ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Beşiktaş'a karşı isim olarak saygı ile bakan takımlar karşısında Beşiktaş'ın ne kadar zorlandığının Sivasspor karşılaşmasından sonra ikinci göstergesi oluyor.Dördüncü etken: Hadi kibar tabiri kullanalım, zorluk derecesi yüksek olan "hedef" maçlarda istenilen skoru geçtim oyunun kırıntısı bile oynanamıyor. 

5.Beşiktaş-Trabzonspor: Kelimenin tam anlamıyla olağanüstü oynanan bir ikinci yarı ve Olcay'ın kaçırdığı son saniye karşı karşıyası neticesinde bu kez iyi anlamda bir kırılma anı yaşandı. Samet Aybaba Ersan Gülüm gibi Oğuzhan Özyakup gibi doğruları zorunluluktan da olsa yapmaya başlayacaktı. 

6.Beşiktaş-Bursaspor: İkinci yarının ilk on dakikası oynanan muazzam oyun ile belki de kopabilecek maç oyuncuların -maç genelinde- yaşadıkları akıl tutulmaları neticesinde 3-3'lük beraberlikle sonuçlandı.Beşinci etken:Oyuncuların coşku neticesinde akıl tutulmaları ve yine skoru tutmayı becerememesi, buna müteakip ikinci madde.

7.Beşiktaş-Eskişehirspor: Yetmiş dakika alışılmışın dışında pozisyon vermeden ve maçı istediği gibi idare edip 2-0'lık skoru da alan Beşiktaş daha sonra yaptığı panik neticesinde 2-2'lik beraberliğe eyvallah dedi. Aslında ikinci etkenin yine takendisi. 

8.Beşiktaş-İBB: İBB'ye karşı benim izlediğim en iyi Beşiktaş belki de bu Beşiktaş'tı. Maç genelindeki -özellikle Doka'nın golü- fahiş hakem hataları yine iki puana mal oldu. Buraya da ilk etken yazıyoruz. 

9.Galatasaray-Beşiktaş: Büyük maç sendromu... Samet Aybaba'nın taşlarla oynaması on kişi kalan rakibe karşı bile alışıldık rölanti oyununu dahi oynayamayan Beşiktaş'ın bu puan kaybındaki ana sebep. Altıncı etken: Samet Aybaba'nın özellikle derbi ve hedef maçlarda oluşturduğu tutum ve yaptığı hamlelerin takıma ket vurması.

10.Beşiktaş-Karabükspor/Beşiktaş-Gaziantepspor: Takımın artık tam anlamıyla kırılması ve on kişi kalan rakipten bile çekinir, korkar hale gelen bir psikolojiye bürünmesi. Bunu sadece insan psikolojisi ile açıklayalım.

On maddenin ardından elimize geçenleri şöyle bir sıralamadan önce bir de kesinlikle gözden kaçmadığına emin olduğum bir bilinçli dışarıda bırakış var. O da sakatlık. Kimine göre şanssızlık, kimine göre sağlık ekibi(sağlık ekibi biraz afaki yorum oluyor). Buna karşı aslında görünmeyen köyü görünür kılan Ekşi Beşiktaş yazarlarına ayrıca teşekkür ederim. Peşin peşin ettiğim teşekkürün nedenini şuradan görmeniz mümkün. Bu denli kısıtlı kaynaklar ile girilen sezonda güzel işler çıkarıyor dediğimiz Beşiktaş'ın en büyük sorunu aslında kendi içinde oluşuyordu. Sürekli olarak suçlu arama çabasına giriliyor fakat oyuncuların kendine bakmaması, antrenman sahasının uygun olmaması, şanssızlık gibi faktörülere "suç atılıyordu" lakin sorunun kaynağına bir türlü inilmesine izin verilmiyordu. Galatasaray'ın Scott Piri ile çalıştığı bir ortamda Beşiktaşlı futbolcuların amiyane tabirle kahvehane kondüsyonerlerine teslim edilmesi kesinlikle bu takıma ihanet ile eş değerdir. Amacım burada ne Piri'yi övmek ne de "benim de eşeğim olsun kırbacı vurayım!" zihniyetiyle yaklaşmak. Fazla uzatmayacağım, ne demek istediğim harfi harfine anlaşılmıştır. Şimdi o etkenleri bir sıralayalım: 

1.Sakatlıklar
2.Bireysel hatalar
3.Skorun tutulamaması ve Samet Aybaba'nın bu konuda takındığı çaresizlik tavrı.
4.Samet Aybaba'nın hedef maçlarda ve derbilerde takım üzerindeki olumsuz etkisi
5.Takımın kırılgan yapıda olması.
6.Fahiş hakem hataları. Hakem hataları ile kendimi avutup kişisel egoma mastürbasyon uygulama peşinde değilim. Bu hataların Beşiktaş'ı bu kadar çok sonuca etki edecek şekilde bulması hakikaten sinir bozucu. Dillendirmediğim lehte ve aleyhte hatalar da var tabii. Tartmak isteyene anlayacakları dilden:Hodri meydan.

Beşiktaş'ın "Feda" sezonunda rakipleri de bu kadar düşmüşken rahatça şampiyonluğu dillendirebileceği şu sezonda en iyi ihtimalle üçüncü olabilecek olması keyif kaçırıcı olan şeydir. İşte şu sıraladığım maddeler de "Neden?" sorusunun cevaplarıdır. Buna karşın ben dahil bütün taraftarın "Bu yıl neden şampiyon olunmadı?" diye homurdanacak olmasındaki en büyük sebep de bu takımdır. Unutmayalım. Geride kalan dönemi minimum seviyede sakatlıkla geçirip bir de UEFA lisansı alınabilirse kararda geçen bir sezon olacak. Üzgünüm saygı değer Beşiktaş taraftarı. "Çıldırt bizi başkan, çıkart bizi baştan; Robinho" dediğiniz için bu kararda kelimesine birkaç sezon daha aşina olacaksınız. 

Sevgilerimle,

Ufuk Tolga Aldırmaz

14 Şubat 2013 Perşembe

Kısa Günün Karı

Şampiyonlar Ligi marşı çaldığı anda çoğumuz istemli ya da istemsiz bir şekilde pür dikkat kesilip bir "saygı" gösteriyoruzdur mutlaka. Her fırsatta da belirttiğim gibi benim o melodiyi ve bass mı bariton mu bi' malümatım yok ama o tonu duyunca tüylerim diken diken oluyor. Hem sevinç hem hüzün içinde çoğu zaman da korku nedense.

İlk paragraf gibi birçok etmeni üst üste koyunca Şampiyonlar Ligi günlerinin kıymeti daha da artıyor. Tıpkı bugün olduğu gibi birkaç şey de bırakıyor ardında. İki fotoğrafım var. İlki Ronaldo'nun fizik kurallarına aykırı şu sıçrayışı;


İkincisi ise hayranlıkla dakikalarca baktığım Jürgen Klopp'un şu fotoğrafı; 


Fotoğrafların yanında Manchester United'ın çok büyük ihtimalle turu geçeceğini ve Jose Mourinho'nun istifayı masa üstüne bırakacağını düşündüğümü ve Şahtar Donetsk- Borussia Dortmund serisinde ise gönlümün Dortmund'dan yana olduğunu belirteyim, Mircea Lucescu'ya saygılarımla beraber.

Son olarak bir de Ryan Giggs... Ne karalasam boş. Yaşlandıkça sizce de daha karizmatik bir hale gelmiyor mu? 

Ufuk Tolga Aldırmaz


13 Şubat 2013 Çarşamba

Tarihte Bugün

"19 yaşında bir futbolcuyu bu denli bir para ile transfer etmek çılgınlıktır!" Sir Alex Ferguson. Haklılık payı üzerine sayfalarca şey yazabilirim lakin Paris Saint-Germain'in "altın çocuğu" Lucas Moura bu lafı söylediği için Fergi'yi pişman edecek gibi görülüyor.

Tarih: 12.02.2013
Önem: Lucas Moura bu piyasada ben de varım, hazırlıklı olsun; dedi.


NOT: Tam aradığım fotoğraf buydu. Sıcağı sıcağına aradığımdan ötürü de Getty'nin haklı teliflerine göre Lucas'ın üzerinde "reklam" var. Özür...

Ufuk Tolga Aldırmaz

10 Şubat 2013 Pazar

Burak'tan Terim'e: Ben buradayım


Ligde son 2 maçtır yedek soyunan Burak'ı ve yeni transfer Sneijder'i ilk 11'de başlatmayı tercih eden Fatih Terim, 4-4-2'den 4-4-1-1'e dönüş yaptı.
Maça hızlı başlayan Galatasaray, karşılaşmanın ilk dakikalarında Antalyaspor kalesini abluka altına aldı. Karşılaşmanın henüz 7.dakikasında Hamit'in kullandığı top Semih'e çarpıp Burak'ın önünde kaldı ve golcü futbolcu takımını 1-0 öne geçirerek, bu takımın golcüsü olduğunu hatırlatmış oldu. Maç boyunca top takibi,presi ve azmiyle takımını öne taşıyan Burak Yılmaz, forma savaşında Drogba'ya mesaj göndermiş oldu.
Galatasaray'ın klasik önde basan ve sahaya yayılan pas trafiğine dayalı oyunu, ara transferde yapılan sansasyonel transferlerin ardından sistemin değişmesiyle yerini başka bir anlayışa bıraktı.
İlk yarıda rakibi baskı altına alan,hemen hemen her topta ilk müdahalelerde başarılı olan Galatasaray, istekli oyunu ve tempolu futboluna rağmen hücum ve pas organizasyonlarında sorunlar yaşadı. Sarı-Kırmızılılar Hamit ve Amrabat'ın etkisizliği, Sneijder'in henüz hazır olmamasına karşın, maçın hemen başında gelen golle oyunu istediği gibi yönlendirme fırsatı buldu.
Mücadelenin 2.yarısına da istekli başlayan Galatasaray, ileride oyunu yönlendiren ekip gibi görünse de rakip ceza sahasına oyunu yıkmakta zorlandı. Sarı-kırmızılılar maç boyunca kurduğu yüksek temposunu yitirmek üzereyken, Amrabat'ın hücum presiyle başlayan atakta, şık bir ara pasıyla Burak Yılmaz'ı topla buluşturdu. 61.dakikada ceza sahasının sol dış bölgesinden, sol ayağıyla 1.sınıf bir vuruş çıkaran golcü futbolcu, kendisinin ve takımının 2.golünü kaydetti. Gol sevincinde kendisini ayakta alkışlayan ve amansız bir forma savaşına girdiği Drogba'ya selam çakan kral Yılmaz, Fatih Terim'e de kadro seçiminde zor anlar yaşatacak gibi duruyor.
2.golden sonra oyunu rölantiye alan ve tempoyu istediği gibi yönlendiren sarı-kırmızılılar, kısa paslar ve kurduğu başarılı merkez baskı ile maçın son 30 dakikasında zorlanmayarak 3 puanın sahibi olan taraf oldu.
Sarı kırmızılılar bu galibiyetle rakipleriyle puan farkının azalmasına şans tanımadı ve puanını 40'a yükseltti.

25 dakika ve geri dönen kabus


Yeni transferler Ziegler,Emre ve Webo'ya bu hafta da ilk 11'de şans veren Kocaman, geçtiğimiz hafta Sivasspor'a karşı kaybedilen puana rağmen oynanan futboldan memnun olduğunu ve bunda direteceğini gösterdi. Karşılaşmaya ileride Sow ve Webo ile başlayan Fenerbahçe, 4-4-2'ye döndüğü ikinci yarının 25 dakikalık bölümü haricinde oyunu ileri yıkmakta zorlandı. Kaptan Emre Belözoğlu'nun sorumluluk aldığı ve takımı ateşlediği ilk yarının son saniyelerinde Emre'nin şutunda Mersin İ.Yurdu kalecisinden dönen topu tamamlayan Webo, takımını 1 - 0 öne geçirerek Fenerbahçe'nin mevcut kadrosunda ne kadar yararlı bir oyuncu olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
İlk yarıda sezon başındaki silik futboldan pasajlar sunan Fenerbahçe, 2.yarıya haftalardır formsuz olduğu halde her maça ilk 11 başlayan Baroni'nin yerine sol kanata Caner'i alarak başladı. Caner'in sol kanattan takıma kattığı dinamizm ile önde basan ve rakibini kendi sahasına hapseden Fenerbahçe, 70.dakikaya kadar ligde şimdiye kadarki en canlı futbolunu oynadı. Sahaya iyi yayılan ve önde basan sarı kanaryalar Sow - Webo uyumu, Caner-Emre'nin orta sahaya kattığı dinamizm ile bu takımın çift forvet oynamasının elzem olduğunu gözler önüne serdi.

 Ve kabus geri döndü
Hemen hemen önde olduğu her karşılaşmada skoru koruma adına takımı geriye yaslayan Kocaman, Kuyt'ın sahada döküldüğü anlarda kendisinden Mehmet Topuz ile sağ kanadı güçlendirip orta alanı domine edecek değişikliği yapması beklenirken, Hollandalıyı çıkarıp yerine Mehmet Topal'ı alınca, Fenerbahçe'nin ikinci yarının 25 dakikalık bölümünde oynadığı çift forvetli dinamik futbol, bir anda kendini taraftarların kabusu haline gelen savruk bir futbola bıraktı. Topal'ın oyuna girmesinin ardından, oyunu kendi sahasında kabullenen sarı lacivertliler, Mersin İ.Yurdu ataklarında zor anlar yaşadı. Ev sahibi ekibin, son toplarda biraz daha başarılı olması halinde skorun dengelenmesi içten bile değildi.
Ligde zor anlar yaşayan Mersin deplasmanında 3 puanla dönen Fenerbahçe, lider Galatasaray'ın puan kaybetmesini bekleyecek.

8 Şubat 2013 Cuma

Onlar Şimdi Nerede? #3



Hollanda'nın Enschede kentinde doğup büyüyen Sander Westerveld, Enschede kulübü olan Twente'de profesyonel futbol kariyerine başladı. Burada yedek kaleci olarak kalıp daha sonra 1996-1997 sezonunda Vitesse'nin yolunu tutar. İlk on bir oyuncusu olup dikkatleri üzerine çeker. Belki de bu spora başlayan her çocuğun hayalinde olan kulüplerden birine, Liverpool'a yolu düşer. 1999-2000, 2000-2001 yıllarında as olarak giydiği formayı 2001-2002 yılının ilk maçı olan Bolton Wanderers deplasmanında yediği gol, biletinin kesilmesi anlamına gelir. Gerard Houllier tarafından yollanır. Yerine Liverpool tarihinde önemli yeri olan Jerzy Dudek ve Cris Kirkland alınır.

Bu olaydan sonra daha sezonun başında kendisi için belki de en önemli kulüp olan Real Sociedad'a transfer olur. Benim için önem arz eden kısım da tabii ki bu. Özellikle Nihat Kahveci'nin takımı diye mercek altına aldığımız dönemlerde Sociedad'da gösterdiği performans ve saçlarından ötürü dikkat çeken tipi o dönem benim gibi çocuk olan herkesin aklına kazınmıştır. Sokaklara döküldüğümüzde kaleye geçen herkesin istisnasız bir kez cümle içinde kullandığı bir isimdi. O dönem Sociedad'ın Real Madrid'in ardından kıl payı kaçırdığı şampiyonlukta gösterilen başarının en önemli yapı taşlarındandı.

2004-2005 sezonuna kadar Sociedad'da barınan Westerveld, bu sezon Mallorca'ya kiralanır. Yalnızca altı müsabakada boy gösterdikten sonra Portsmouth'a geçer. Orada da altı kez forma giyip ikinci yarı Everton'ın yolunu tutar. İngiltere'ye yaptığı ikinci çıkarmasında da başarılı olamayıp İspanya'ya bu kez Almeira için döner. Kalenin tapusunu alır. İdare eder diye nitelenebilecek sezonun ardından artık anavatana dönme zamanı gelmiştir. Sparta Rotterdam ile tekrar Hollanda'ya dönen file bekçisi(mecaz-ı mürseller içinde en beğendiğim),  burada da tutunamaz. Clarence Seedorf'un İtalya'da ekonomik olarak sahip olduğu Monza adlı Serie C takımına Seedorf'un kardeşi ile birlikte transfer olur. 2 yıl boyunca burada oynayıp şuanda da Ajax'ın Güney Afrika'daki takımı olan Ajax Cape Town'a transfer olmuştur. Hala daha Ajax CT formasını terletmekte olan otuz sekizlik kalecinin son durağı Güney Afrika mı olacak? Hep birlikte göreceğiz.

Ufuk Tolga Aldırmaz

7 Şubat 2013 Perşembe

Caretaker Etkisi Mi?



Kalan haftalar ne getirir ne götürür belli olmaz ama bu yıl sezonun fotoğrafı hangisi diye soracak olursanız ben şimdiden bu gördüğünü fotoğrafı birinci sıraya koyarım. Bursaspor'un tarihini çok aman aman bildiğimi iddia etmeyeceğim fakat iki isim var ki su götürmeyen cinsten birer efsane. Birincisi Nejat Biyediç ikincisi ise Ertuğrul Sağlam. Rahmetli Biyediç'in vefatından sonra Özlüce Tesisleri'nin adı da Nejat Biyediç Tesisleri olarak değiştirilmişti. Belki de ülkemizin insaniyet açısından en önemli sorunlarından biri olan yaşayan insana değer vermeyip onore etmeyi becerememe durumu Ertuğrul Sağlam açısından da tezahür edecek. Adamcağız Bursaspor'u bana kalırsa bir daha göremeyeceği noktalara getirip halen daha inanılması güç başarılara imza atmış olsa da değil bir tesise isim verilmesi şusu busu, doğru dürüst kıymeti dahi bilinmiyor. Yerel medya başta olmak üzere Bursaspor camiası Ertuğrul Sağlam'ın tabiri caizse başını yedi. Fotoğraftaki kardeşimiz de şu an ağladığı gibi bir on yıl sonra da ağlayacak. Hatta belki daha fazla. Onu ağlatanlar, ağlatacaklar şu günleri hazmetsin. Çünkü işleri çok zor olacak. 

Hikmet Karaman ile 2.5 yıllık anlaşma haberlerini görünce aklımdan geçen en hafif eleştiriler sanırım bunlar oldu. Hikmet Karaman bana kalırsa Yılmaz Vural ile birlikte ligin en iyi iki "caretaker menager"ından birisi. Kadro planlama özellikleri neredeyse sıfır. Yarım sezonluk bir anlaşma ile ufak "çapta" bir Roberto Di Matteo(!) etkisi yaratabilirdi belki lakin şu durumda Bursaspor'un ne kadar daha kötüye gidebileceğini düşünüyorum. Camiaya müstahak, şu ağlayan kardeşim ve benzeri abileri, ablaları, kardeşleri, amcaları vs hariç.

Ufuk Tolga Aldırmaz

5 Şubat 2013 Salı

Onlar Şimdi Nerede? #2



Politechinca Iaşi ile profesyonelliğe adım, Rapid Bükreş ile Mircea Lucescu birlikteliği ve Serie B takımı olan Cesena ile ilk yurt dışı deneyimi. Romanya Ligi gol krallığını ele geçirip Beşiktaş'a yolu düşen Daniel Gabriel Pancu...

Vatandaşı Radu Niculescu ile birlikte bir dönem kiralık olarak siyah beyazlı formayı giyen Pancu, 100. Yıl şampiyonluğu ve UEFA Kupası'nda gelen tarihi çeyrek final başarısının önemli isimlerinden biri olmuştu. Ertesi sezon bonservisi alındı. Nispeten daha az forma şansı bulsa da takımı özellikle Avrupa'da sırtlayan isimlerden biri olup önemli bir gol silahı haline geldi. Malum olaylar silsilesi ardından görevinden ayrılan Lucescu ile birlikte takımdan gideceği konuşulsa da o takımda kaldı. 2004'te Kadıköy'deki 3-4'lük maçta kaleye geçmesi ve Alex'in kullandığı penaltıyı neredeyse kurtaracak konumda olması hafızalardan silinmeyen enstantanelerden birisi. Hangi Beşiktaşlı'ya sorsak sanırım ilk olarak bu olay gelecektir(Valencia maçında 30 metre top sürüşünü düşünün abilerimin ellerinden öptüğümü belirteyim). Daha sonraki sezon 1 numaralı formayı da alıp sezona başlayan Pancu, devre arası yine Rapid Bükreş'e döner. Sezonun bitiminde tekrar Türkiye'ye fakat bu kez Bursa'ya yolu düşecekti. Pek iyi hatıralarla anılmayacak bir buçuk sezonun ardından tekrar tilki-kürkçü dükkanı misali Rapid Bükreş'e döner. Sezon bitiminde yine bir "Türk" takımı olan Terek'e transfer olur. Burada da bir türlü tutunamayan -telaffuzu güzel- Daniel Gabriel Pancu, Bulgar CSKA'sına geçer. Pek başarılı geçmeyen dönemin ardından ülkesinie dönüp bu kez Vaslui'ye transfer olur. Orada da bir sezonu doldurmadan döneceği yegane yere döner. Taş yerinde ağırdır dercesine hem de: Rapid Bükreş...

2010-2011 devre arası geldiği kulübünde hala top koşturan Pancu bu yıl çıktığı 13 maçta 5 gol attı. Daha da atmaya devam edecek sanıyorum ki. Beşiktaşlılar'ın aklında o efsane 100.Yıl kadrosundaki yeri ile hatırlanmaya devam edecektir. Rapidliler'in yanı sıra Türkiye'de de çok dostu olduğu kesin. Çocukluk dönemim hemen hemen o bir buçuk sezonun hatıraları ile dolu. O kadronun bir parçası olan Pancu'nun önemini sanırım anlatmak benim açımdan kolay olmaz. O yüzden bununla idare edelim. Bükreş semalarında bir futbolcumuz hala var, bilelim yeter.

NOT: Pancu Beşiktaş formasıyla 100 maça çıkıp 25 gol atmış. Onun için efsane demek diğerlerine saygısızlık olur lakin kendisini severiz sayarız.

DİP NOT: Niculescu Beşiktaş'ta oynadı mı hatırlamıyorum bile lakin Liverpool'a Galatasaray forması ile attığı gol hala aklımda.

Ufuk Tolga Aldırmaz

2 Şubat 2013 Cumartesi

Damga Vuran Devre Arası Transferleri Top10

Devre arası transferi denince aklımıza uç örnekler gelir. Ya hiç etki etmeyen -ki buna Beşiktaş'ın Tomas Jun transferini örnek verebiliriz- ya da direkt olarak katkı sağlayan ve takımını başarıya sürükleyen transferlerdir. Konumuz ikincisi. Yakın döneme damga vuran ve ligin kaderini değiştiren devre arası transferlere bakacağız. Geriden saymaya başlayalım.



10. Cenk Tosun:

Gaziantepspor'un 2010-2011 sezonu devre arasında Almanya'nın Eintracht Frankfurt takımından transfer ettiği Cenk, kısa sürede muazzam işler yaparak Gaziantepspor'u sırtlayan isim oldu. O dönem takımının attığı gollerin çoğunda imzası vardı. Ligde çıktığı 14 maçta 10 gol 6 asist yapıp Anadolu'nun parlayan yıldızı haline geldi. Devam eden süreçte büyük işlere imza atamasa da hala potansiyeline güvendiğimiz isimlerden birisi.

9.Bobo:

2005-2006 sezonunun ortasında körpecik delikanlı iken bu topraklara ayak basan Bobo, daha ilk çıktığı maçta golünü atmayı başardı. Türkiye Kupası'nı o sezon müzesine götüren genç takımın en önemli silahlarından birisi haline geliyordu. Gol yüzdesi çok yüksek olmasa da ilerleyen sezonlarda Beşiktaş'ın tarihine geçecek bir yabancı futbolcu olmayı da başaracaktı.

8.Manuel Fernandes:

Hugo Almeida ve Simao ile birlikte havaalanına ayak basan Fernandes'e kimse iyi transfer gözüyle bakmıyordu. Aksine alternatif oluşturacak vasat bir yabancı olduğunu iddia eden kesim çoğunluktaydı. Kötü giden takımda kendini gösteremeyen Fernandes kupa finalinde kendini gösteriyor ve bonservisinin de sezon sonunda alınmasını sağlıyordu. O günden bugüne birçok badire atlatılmış da olsa ligin en değerli yabancı oyuncusu olma özelliğini Didier Drogba ve Wesley Sneijder gelmeden önce elinde bulunduruyordu.

7.Moussa Sow:

Ligue 1 şampiyonluğunu elde eden Lille'in en değerli oyuncularından olan Sow, o yıl gol krallığına da ulaşmıştı. Geçen yıl devre arasında Fenerbahçe'ye transfer olan Sow, lig ve kupa dahil 14 maça çıktı ve 8 gol 3 asistlik performansı Fenerbahçe'nin son hafta kaybettiği şampiyonluk ve kazandığı kupanın yolunda önemli bir "doping" unsuru haline geldi.

6.Nicolas Anelka:

Avrupa'nın devlerini teker teker gezdikten sonra Manchester City'den Fenerbahçe'ye 2004-2005'in devre arası yolu düşen Anelka, çok ses getirir. İnönü'de Beşiktaş'a attığı o malum gol hala aklımda diye de ekleyeyim. O devre 14 maça çıkıp 4 gol 3 asist yapan Anelka şampiyonlukta pay sahibi olsa da esas etkisini bir sonraki sezonda gösterecektir.

5.Necati Ateş:

Galatasaray'ın eski göz bebeği Necati, geçtiğimiz sezon devre arasında Antalyaspor'dan Galatasaray'a gelerek camiaya kendini tekrar ispat edecekti. Necati Galatasaray'ın gol yollarında çektiği sıkıntıya tam anlamıyla ilaç oldu. 14 maçta 8 gol atıp 6 da asist yapan Necati, takımının şampiyonluğa uzanmasını sağlayan faktörlerin belki de başında geliyordu. Xherdan Shaqiri'ye yönelip en sonunda Necati'yi alan yönetim, belki de bu hamlesine şükrediyordur.

4.Emre Güngör:

2007-2008 sezonunun devre arasında savunmasının direği Rigobert Song'u milli takımı ile Afrika Uluslar Kupası'na göndermek zorunda kalıyordu. Sezon başında alınan ve istenilen performansı vermeyen Ismael Bouzid'in Servet Çetin'in partneri olamayacağı anlaşılınca arayışa giren yöneticiler, Ankaragücü ile problem yaşayan Emre Güngör'ü takıma katar. Emre o dönem muazzam bir performans gösterip milli takımından dönen Song'u da kulübeye oturtup şampiyon kadronun en önemli parçalarından biri haline gelir. Sonrası malum: Euro 2008...

3.Franck Ribery:

Sessiz sedasız getirilen Ribery, aynı dönemde geldikleri Anelka'dan bile daha fazla etki bırakıp kısa sürede ülkesine dönse de ülkemizde çok iyi izlenimler bıraktı. Çok büyük bir gol ve asist yüzdesine sahip olmamasına rağmen oynadığı futbol ve aldıkları tarihi Türkiye Kupası galibiyeti ile benim için sıralamadaki yerini hak ediyor. Daha sonraki Marsilya ve Münih kariyerinin de etkisi yok desem yalan olacak. Haydi mazur görün beni.

2.Marcio Nobre:

Cüzzi rakamlara Cruzeiro'dan alınan Nobre, arkasında oynayan Alex de Souza'nın da yardımıyla 18 maça çıkıp 12 gol atarak ligi "süpürdü". 2003-2004 sezonunun kırılma anı şüphesiz ki Nobre'nin gelişi olacaktı. Ardından takip eden sezonlarda da takımın önemli bir parçası haline gelen Nobre, Beşiktaş ile de bir şampiyonluk kazanarak Türkiye'ye yolu düşmüş en önemli yabancı futbolculardan biri olarak hatırlanacak. İroniyi bulunuz.

1.Fabian Ernst-Yusuf Şimşek:

Mustafa Denizli'nin jokeri haline gelen Ernst ve Trabzonspor'un elinden adeta kapılan "yaşlı" Yusuf, Beşiktaş'ın yıllar sonra gelen ve aynı zamanda son şampiyonluğu olan sezonun bayrak isimleri haline geldi. Transfer nasıl yapılır sorusunun Ernst ile uzun, Yusuf ile kısa vade cevabı da Mustafa Denizli ile verilmiş oluyor. Rakamları da aktaracaktım lakin hiç içimden gelmedi. Tüylerim diken diken oldu o sezonun hayatımdaki yeri büyüktür. Büyük Mustafa'ya bir kez daha can-ı gönülden teşekkür ederim.

Ufuk Tolga Aldırmaz


Belhanda Transferi(!)

Aykut Kocaman ve dolayısıyla da Hasan Çetinkaya'nın alametifarikası olan Fransa pazarı, Fenerbahçe'nin son transfer dönemlerindeki kurtarıcısı rolünde. Kurtarıcı derken kesinlikle kötü bir anlam addetmeye çalışmadım, yanlış anlaşılmasın. Aksine, o pazardan alınan her oyuncu Fenerbahçe'ye büyük katkılar sağladı dersek de yeridir. Kimi Mamadou Niang gibi etken kimi de Issiar Dia gibi tamamlayıcı parçalar oldu ama en önemlisi "oldu" ki Aykut Kocaman'ın bu pazar üzerindeki ısrarcı tavrı da sanırım kendisi adına en beğendiğim özelliğidir, naçizane. 

Gelelim Younes Belhanda'ya geldi, gelecek; imza attı, atacak denirken Fenerbahçe şirket bazında bir vazgeçiş bildirimi yayımladı. Bildirideki dikkat çekici ibareyi direkt olarak aktarma gereksinimi hissediyorum:"...hem Fransız kulübü, hem de Faslı futbolcu Belhanda’nın üzerinde anlaşılan bonservis ücreti ve futbolcunun talep ettiği transfer bedelleri hakkında sürekli değişiklik içeren talepleri üzerine..." Şimdi gelin bunun üzerine birkaç kelam edelim.

Varan 1:Abdullah Kiğılı'nın bu transfer sürecinde -en azından basın ilişkileri yönünden- önemli bir rol oynadığı hepimiz tarafından bilinen bir şey. En az üç transfer yapacağız minvalindeki açıklamalarından sonra ilk dillendirilen isim de Belhanda oldu. Girişimlerin yapıldığı açıklandı. CNN Türk'e bağlandığında yaptığı açıklamayı ek kısımdan net biçimde okuyabilirsiniz ancak ben ufak bir özet geçeceğim. Belhanda'yı dillendirerek hata ettiklerini ve dolayısıyla fiyatın arttığını; aynı zamanda -net olarak dillendirmese de anlayabileceğimiz kadarıyla- başka oyuncularla da görüştüklerini ve işin bir hafta içinde sonuçlanacağını belirttiler. Bunu cebe alıp ilk sıkıntıyı söyleyelim: Değil bir hafta, transfer dönemi sonunda dahi ne Belhanda ne de alternatif bir isimle anlaşma sağlanamadı.

Varan 2:Olay üzerinden çok da uzun bir süre geçmemişken haberlerin ana konusu olan "Fenerbahçe Belhanda ile anlaştı!" manşeti borsa bildirimi ile yalanlandı. Olması gerektiği gibi. Buna karşın girişimlerin devam ettiğini biliyoruz. 

Varan 3:Montpellier'in tonton dedesi(!) Niccolin "Gidip Platini'ye ağlayamam" diyerek transfere izin vermeyeceğinin daha ilk baştan sinyalini verdi. 

Varan 4:Kiğılı TRT Spor'da yayınlanan Futbol Ateşi programına bağlanıp Belhanda ile anlaştıklarını ve bu transferin 1-2 gün içinde biteceğini dillendirdi. Dikkatimizi "anlaşma" kelimesine veriyoruz. Bir daha tekrar ediyoruz: Belhanda ile anlaşıldı. Flash back yapacağız. Yanlışım varsa düzeltin, anlaşmak demek -özellikle böyle kesin bir dille- futbolcunun imza atmaya hazır hale gelmesi ve arada "hiçbir" problemin kalmadığının göstergesidir. Buna müteakip anlaşmak demek oyuncunun maddi-manevi yönden sözleşme koşulları ile kişisel tatmininin sağlanması da demektir. Hiç kimse kusura bakmasın bu noktada iyi niyetle yaklaşamıyorum. Birinci ağızdan bu şekilde anlaşma açıklaması geldikten sonra futbolcunun değişen talepleri demek bebekleri TV kumandası ile oyalamaya benziyor. Sayın Kiğılı bu noktada bir bakıma isteyerek veya istemeyerek taraftarı kandırmıştır. Twitter'da bolca kullandığım SBT'lerden birisi de tam bu noktaya geliyor. Devam...

Varan 5:Niccolin hepimizin kınadığı o para içerikli açıklamalarını yaptı. Adam manyak evet biliyoruz. İlk tavrından farklı bir tavır takındığını söylemek abes kaçar. Bunu iddia edeceksek belki daha da sert bir şekilde transferin önüne set çektiğini belirtebiliriz.

Varan 6:Fenerbahçe borsa bildirimi ile Montpellier ve Belhanda ile görüşmelerin başladığını duyurdu. 

Varan 7:Niccolin'den Inter açıklamaları geldi, Inter cephesinden yalanlandı. Fenerbahçe bu transferde tek istekliymiş gibi basınımız tarafından yazılıp çizilmeler yerini daha gerçekçi yaklaşımlara bıraktı. Bir takım balon haberler çıkarıldı. Misal, Everton.

Varan 8:Niccolin futbolcularını Avrupa'nın belli ülkelerindeki belli kulüplere satacağını dillendirdi.

Varan 9: Fenerbahçe'den yazının başında belirttiğimiz bu transfer için defterin kapandığının resmi bir şekilde açıklandığı bildirinin gelmesi.

Varan 10: Kiğılı'dan bu transferin Niccolin nedeniyle olmadığı açıklamasının gelmesi. Bu açıklama sırasında Belhanda ile anlaştıklarını bir daha vurgulayıp resmi borsa açıklaması ile çelişen bir deklareye daha imza attı. Dördüncü maddede yaptığım vurgular bu noktada da aynen geçerlidir. 

Hepsini özet şeklinde geçmeye çabaladım. Sıralamada ufak tefek yanlışlıklar olabilir, mazur görünüz. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme, karekök ve türev alma işlemlerinin(!) ardından önümüze iki sorun geliyor. İlki saha için önemli olan sorun: Belhanda'nın olmama ihtimaline karşı niçin farklı bir plan ortaya konulmadı? Alternatiflere yönelmeye tenezzül edilmedi? Kimse bana Salih Uçan'ın formuna güveniliyor demesin çünkü Aykut Kocaman'ın garantici kimliğinin ardını görebilmek için Emre Belözoğlu transferine bakmamız bile yeterli. Sezon başı ego meselesi haline getirip yolları ayırdıkları Emre'yi tekrar istemek denize düşen yılana sarılır mantığından öte değildir. Artık bir şeyleri kurtarma çabasının ne kadar baş gösterdiğinin yansımasıdır. İkinci sorun ise Kiğılı ve dolayısı ile yönetimin niçin Fenerbahçe taraftarına pembe düşler kurdurtma peşinde koştuğu. Yapılan açıklamalar, bildirimler, çelişkiler net biçimde gösteriyor ki Belhanda'nın Fenerbahçe ile anlaştığı yok. Eğer anlaşma olsaydı Belhanda bu paraları kaçırmazdı. Bunu söylememdeki gaye Belhanda'nın paragöz bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmıyor. Aksine bir takım sorumlulukları var ve bunları karşılamak için Fenerbahçe onun için güzel bir adım olurdu. Fazla sapmadan esas fikrimize dönelim, Belhanda Türkiye'de kafaya oynayan Fenerbahçe'ye gelmek yerine(ücret de cabası) Montpellier'de kalıp kariyerine çok daha doğru bir yön vermiştir. Transfer dönemi açılmadan önce sosyal medya organlarında defalarca dillendirdiğim gibi haklı çıktım. İyi ki demiyorum. Belhanda'yı Türkiye'de izlemek isterdim, yazık oldu. 

Hepsini bir kenara bırakıyorum ve tüm samimi duygularımla dile getiriyorum. Fenerbahçe taraftarının gözünü açması gerekiyor. Yönetim insanları salak yerine koymaktan vazgeçmedi, vazgeçmiyor. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün esas sahipleri kim göstermenin vakti bence geldi de geçiyor. Kendini "Halkın Takımı" olarak addeden arkadaşlarıma, dostlarıma en büyük tavsiyem budur. He bir de son olarak, "Fenerle kimse başa çıkamaz!" fikrini bir kenara bırakmadıktan sonra sizden de bir bok olmaz, açık ve net. Kalın sağlıcakla.

NOT: CNN Türk Açıklamaları
          TRT Spor Açıklamaları
          Belhanda Neden Olmadı Açıklaması

Ufuk Tolga Aldırmaz

1 Şubat 2013 Cuma

Tribünlerin En Kötü Top 3'ü

Geçenlerde yaptığım tribünlerde gördüğüm, dinlediğim, bildiğim tezahüratların ilk üçünü yapmıştım. Bu sefer iş daha da zor. En kötülerin sıralamasını yapıyoruz. Yine her türlü ekleme, çıkarma önerilerine açığım. Şimdiden belirteyim.

3. Fenerbahçe taraftarından geliyor. Malumunuz: "Beni yak kendini yak Mamadou Niang." Ağır alkolün etkisinden olsa gerek. Yoksa böyle bir şeyi bestelemenin başka izahı yok.


2. Beş yaşında bir kardeşim var. Şu an anaokuluna gidiyor. Öğretmeni "Mini mini bir kuş donmuştu..." minvalinde şarkılar öğretiyormuş sınıfta. Geçen gün de onlardan kendi kendilerine basitçe bir tekerleme uydurmalarını ve şarkı gibi ezgiyle söylemelerini istemiş. Gruplara ayrılmışlar. Bizimki ve arkadaşı şöyle bir şey "bestelemiş": "Beyaz beyaz süt beyaz, kar beyaz; her yer bembeyaz.". Bu videodaki besteyi yapan insanlarda beş yaşındaki insanın zekası yok, maalesef.

1.Az öncekinde çok ağır konuştum. Bunda konuşursam blogspot ikinci kez kapanabilir. Yorumsuz...

NOT:Bakmayın ciddi yazdığıma. Gecenin saat kaçı olmuş evde kahkaha atıyorum. Özellikle Galatasaray taraftarına teşekkür ederim. Muazzamlar.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Chimera



Mamadou Niang... Neresinden başlayayım bilemedim ki şimdi. Onun gelişini şuraya not düşmezsem çok büyük pişmanlık duyardım diyeyim. Vehameti varın siz anlayın.

Tamer Kıran ve Semih Usta ikilisinin Dentinho'dan sonra bir gün içinde sonuca vardırdıkları ikinci transfer oldu Niang. Tam anlamıyla "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer." durumu oluştu. Nene transferi bu ikiliye gerek dallanıp budaklanması açısından gerekse de iç mihraklardan transferin çomaklanması bakımından büyük ders oldu. Hatta Niang'ın dün gece attığı tweeti silmesi de bunun bir tezahürüdür diye düşünüyorum.

Niang'a karşı olan hislerim tam anlamıyla Djibril Cisse'nin Marsilya'dan ayrılması ile depreşiyordu. Takımı sırtlaması bir yana, doğal liderlik özellikleri ile saha içinde direkt olarak seçilebilen bir futbolcuydu o dönemlerde. 91-92 sezonundan sonra gelen son şampiyonluğun baş mimarlarından biri olması ve gol krallığına da ulaşması onu Marsilya tribünlerinin de sevgilisi haline getiriyordu. Daha sonra "tadında bırakma" ve açık açık dile getirdiği para kazanma isteği ile birlikte Fenerbahçe'nin yolunu tuttu. Benim de içinde olduğum bu transferi kıskanma evresi Niang'ın golleri sıralamaya başlaması ve dominant performansı ile yerini hayıflanmaya bırakıyordu. Şimdilerde -bu sabah Niang'ın geliş haberini alana kadar- yine Fenerbahçe'nin bana kalırsa dünya standartlarında olan golcüsü Moussa Sow için olan kıskançlığımın bir benzeri de o dönemde oluşmuştu. Fenerbahçe ile 33 karşılaşmaya çıkıp 15 gol ve 12 asistlik performansı ile hakikaten parmak ısırtacak bir performans sergiledikten sonra malumunuz olaylar neticesinde Al Sadd'ın yolunu tuttu. Bugüne kadar pek hoş anılarla hatırlamadığım Niang -özellikle İnönü'deki 4-2'lik maçta sergilediği performans- bugünden sonra adına sevinç naraları atmaya daha sahaya çıkmadan başladığım bir isim haline geldi. Kendisine bu denli güveniyorum. Getiri-götürü kısmını da birkaç ufak başlıkla açıklayayım diyorum.

Maliyet:

Yarım sezonluk kiralama bedeline tek kuruş dahi verilmemesi çok hoş bir durum. Transfer haberinden sonra surata daha da büyük bir tebessüm oturmasını sağlayan haber işte bu oldu. Bunun yanı sıra oyuncuya ödenecek olan 800.000 Euro normal karşılanabilecek bir meblağ. Anlaşma içindeki 6.500.000 Euro'luk opsiyon hakkının sezon sonunda kullanılacağını pek düşünmüyorum. Niang'ın tadı damakta bırakacağını varsaydığım performansın yanında olaki bonservis alınmak istenirse bu kadar uçuk bir ödeme yapılacağını da pek zannetmiyorum, bu konuda yönetime olan güven ve inancım bazı kesimlerin "inadına" tam.

Artılar:

Her ne kadar Türkiye'den gidişi üzerinden hemen hemen 2 yıl geçmiş olsa da Niang'ın ülkemizdeki performansından çok bir şey kaybedeceğini zannetmiyorum. Genel itibari ile futbolcuların yaşının dert edilmesine son derece karşı bir birey olarak Niang'ın da yaşını dert edecek en son kişiyim. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Beşiktaş'ın golcü kimliği ile Niang'ın yine iki maçta bir gol oranını rahatlıkla tutturacağını düşünmekteyim. Bu bakkal hesabı ile 7-10 gol arasına "normal" daha fazlasına da "baba büyüksün" der geçeriz. Aşağısı olmayacaktır. Asist sayısı için bir şey söylemek Mustafa Denizli kahinliğine kaçar. O kısım sürpriz olsun.

Tahmin kısmından saha içine geçelim. Geçtiğimiz pazar günü oynanan Galatasaray maçı ile de gördük ki Almeida yoksa Beşiktaş kafası kesilmiş tavuğa dönüyor. Almeida'nın oynayamayacağı karşılaşmalarda gerek kalitesi gerekse de oyun kimliği ile Beşiktaş'ı ayakta tutabilecek bir isim olacak. Bunun yanı sıra forvetin kanatlarında -özellikle sol- rahatlıkla oynayabilecek bir isim olması da ileri bölgede alternatif açısından Samet Aybaba'nın elini güçlendirecek. İlk yarıda örneğini bol gördüğümüz üzere oyun sıkıştığında hamle şansı olmayıp topu sadece Almeida'ya şişiren takım için Niang'ın top taşıma ve rakip savunmaları delme özelliği rahatlatıcı bir unsur olacaktır. Almeida'yı çok andık ama son vuruş özelliği ile saç baş yoldurması Niang ile biraz olsun hem onu hem de taraftarı rahatlatacaktır.

Oyun planından bağımsız saha içine geldiğimizde ise Niang şayet takıma çabuk adapte olursa saha içinde bazı durumlarda baş gösteren o tecrübe ve liderlik eksikliğini de kapatabilecek bir isim olarak göze çarpıyor. Tribünleri ateşleyebilecek -pozitif ayrımcılık geliyor yanlış anlaşılmasın- "ten rengine" sahip olması da taraftarın yıllardır arayıp bulamadığı o "siyahi golcü" açığını da kapatmasını sağlayacak.

Eksileri:

-ler çoğul ekini kullanmam yanlış oldu aslında. Eksik demem bile hatta. Yazılı basınımızın kullandığı "tatlı sıkıntı" kavramı girecek şimdi yazıya. O sıkıntı da aslında pek tatlı değil: Yabancı kontenjanı sıkıntısı...

Sonuç:

Her açıdan muazzam transfer. İlacın etken maddesi niteliğinde bir transfer. Yönetimi tebrik etmek lazım.

NOT: Chimera, Yunan Mitolojisi'nde ağzından ateş çıkaran ejderhavari bir yaratık.

DİP NOT: Tribün tarihinin en iyilerini yaparken şunu unutmuşum, özür dilerim. Videoyu çeken arkadaşın son cümlesi için ben özür dilerim :)


Ufuk Tolga Aldırmaz
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...