30 Eylül 2011 Cuma

Savaş Kırıntıları

Bugün uzun uzadıya girizgah yapmaya gerek yok. Her şey açık ve netti. Beklediğimiz gibi bir maçtı ancak beklemediğimiz tek şey Beşiktaş’ın üstün oyunuydu.

Beşiktaş sezonun(şu ana kadarki) en iyi oyununu çıkardı. Taçlar ve duran toplar dışında silahı olmayan bir takıma karşı set savunmasını çok iyi yaptılar ancak her zaman Türk takımlarının yumuşak karnı olan duran top savunmasında zayıf kaldığı da oldu. Rakibin hava üstünlüğünü düşündüğümüzde Sidnei ile başlamak daha akıl karı olabilirdi. Gerçi şişirme toplarının hemen hemen hepsini Aurelio ile topladı Kartal. O da geldiğinden bu yana en iyi oyununu oynadı. Necip ile birlikteliği uyumluydu ve Fernandes’i iyi beslediler.

Beşiktaş’ın kanatlardaki üstünlüğünü Etherington-Pennant ikilisinden Pennant’ı keserek daha dengeli bir kadro oluşturmaya çalışmış Pulis. Bunu başardı mı? Bence hayır. Hem hücum güçlerinden oldular hem de Simao’nun kesilmesini gerektirecek hiçbir atraksiyonu olmadı. İsimden korkmak bu olsa gerek. Ancak Simao’nun bu kötü performansını artık sonlandırması da gerekiyor diye düşünmekteyim. Hatta Quaresma gibi gerekirse bir kırmızı kart görsün ve silkelenip kendine gelsin. Simao bu değil!

Maçın başından sonuna kadar başta Crouch ve Showcross olmak üzere Sivok’un da açıkladığı gibi dayak yedi Beşiktaş. Crouch’un her pozisyonda Aurelio’nun omuzlarına yaptığı baskıya rağmen Aurelio ona geçit vermedi. Fenerbahçe’deki zamanlarını andırdı. Bir de hücum yaparsa tam olacak.

Edu’ya değinmek istiyorum biraz da. Almeida ile bugün yer değişmiş olsalar farklı mı olurdu? Çok zor. Çünkü organizasyon konusunda hala etkisizlik var. Fakat Almeida’nın topsuz oynu daha iyi oynaması ve rakibe yapacağı baskı ile Stoke savunması neye uğradığını şaşıracaktı. Uzatmadan Edu’yu beğenmedim diyeyim.
Penaltı pozisyonu hakkında yoruma yapmaya değmez.

Carvalhal’e gelince… Gün geçtikçe oyuncuları daha iyi tanıyor ve doğru hamle sayısını arttırmaya başlıyor. Şahsen kendisini gerçekten beğeniyorum. Umarım böyle devam eder.

Son olarak da Beşiktaş’ın böyle oynamaya devam etmesini diliyorum. Umut verdiler. Belki de bu sezon ilk defa. Sevdim ben bu Beşiktaş’ı. İsterlerse yine yenilsinler ama ağzımda güzel bir tat bıraktılar.

NOT: Ayağa kalk yürü güneşe! 

28 Eylül 2011 Çarşamba

Brittania'da Savaş

Çok zor bir maç bizleri bekliyor. İngiltere’nin en zor deplasmanlarından birinde Kartal. Hem takım hem de taraftar olarak Brittania Stadyumu gerçekten onlar için önemli. Öyle ki EPL’nin desibel rekoru Stoke City taraftarında. Kalben bütün stad bütünleşip takımlarını destekliyorlar. Tıpkı bizim gibi. İşte bu onların gücüne güç katıyor. Tıpkı bizde olduğu gibi. Bu olay takımın oynadığı futboldan daha fazla etkili oluyor. İtici güç bilimum etkiler vaziyette.

Kadrosuna baktığımız zaman gerçek anlamda mütevazi bir kadro görüyoruz. Dönem dönem yıldızları parlamış isimler ve genç yetenekler de var tabi. Crouch, Pennant,Showcross,Etherington vs. Ancak yine de EPL’nin “Anadolu takımı” klasmanındalar. Lige çıktıklarından beri üstlerine koyarak basamakları bir bir tırmanıyorlar. İşin gerçeği gelebilecekleri en üst noktadalar. Eğer onları da Arap bir milyarder almazsa bu seviyelerin takımı olmaktan öteye geçemezler.

Anadolu takımı klasmanı dememin bir diğer sebebi ise gerçek anlamda ligimizdeki gibi zor bir deplasman oluşları. Ancak bizdekilerden farkları sadece oynatmamak üzerine değil; oyunu tutup oynamak isteğindeler. Tony Pulis gibi değişik bir teknik direktörleri de var. Yaptığı gariplikler çok fazla. Kesinlikle kötü diyemeyiz tabi ki. Yine takımı gibi belirli seviyenin hocası dersek yanılmayız. Teknik analizlerinin iyi olması ve oyuncu seçimleri onu buralara kadar taşıdı. Bunda en büyük misal Crouch’un transferi olabilir. Crouch’un boyu ve Delap’ın taçlarını nasıl avantaja dönüştürdüğünü düşünün kafi.

Altta Stoke City’nin ideal kadrosu bulunmakta.

Anlaşılabildiği gibi ana hatları ile 4-4-2 oynamaktalar. Oynadıkları oyun varyasyonları içeriyor. Son ManU karşılaşmasında Walters’ın orta sahaya yaklaşması ile 4-4-1-1’i andırdılar. Yani Perşembe günü ufak çapta değişiklikler görürsek şaşırmamalıyız.

Pulis’in öğrencilerinin üst düzey oyuncular olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu oyuncular arasında bu zamana kadar sürekli üst düzey oynamış olanların yanı sıra eksiklerini de mücadele ile kapamaya çalışan kişi sayısı çok fazla. Anlayacağınız gibi mücadele ve emek gücü bu durumda Stoke için ön plana çıkıyor. Çok disiplinliler. Bunu Delap’ın her taç atışında özenle oyunlarını benimsetmeye çalıştığında bile görebilirsiniz. Saha içinde yardımlaşma ve agresiflik de had safhada. Özellikle Delap-Whitehead ikilisi ada futbolunun sert yüzleri arasında sayılabilir. Alan savunmasını iyi yapmaktalar. Burada Guti yerine Fernandes ile oyun kurmak daha akılcı olacaktır ki zaten Carvalhal Guti’yi kadroya dahi almadı. O ikiliye karşı diri orta sahayı tutmak mecburiyetindeyiz. Ernst-Fernandes-Aurelio üçlüsü ideal gibi duruyor ancak Ernst’in daha hazır olmayışı ve 
Aurelio tercihi konusunda şüpheliyim. Buraya Veli gelirse şaşırmam.

Kanatlarda oldukça seri ve oyun zekası yüksek iki oyuncuları bulunmakta. Pennant ve Etherington. Umarım sağ bekte Ekrem oynamaz. Eğer oynar ise hatırlarsınız geçen sene içeride Dia’nın onu hallaç pamuğu gibi atması az bile kalabilir. Toraman ya da Tanju tercihi daha doğru olacaktır. Sol bekte her geçen gün üstüne koyan İsmail’in de defansif açıdan zorlanacağı aşikar ancak bu kadar belirgin bir üstünlük kuramayacaklardır. Kanatların önemli olmasının sebebi kesinlikle Crouch. Kanatların defansif anlamda çalışmaması demek kesilen her topun gol tehlikesi anlamına gelmesi demektir. Aman dikkat.

Defanslarında Showcross’un üst düzey takımları gitmesi çok yakındır.Gerçekten modern futbola uygun ideal bir stoper. Woodgate Pulis tarafından AVL kadrosuna alınmadı.Gerekçesi ise sıkça sakatlanan bir futbolcu olması. Bu bir avantaj. Almeida’nın yokluğu ise bu maç adına forvette bir fiyasko yaşatabilir. Umarım Edu gününde olur.

Defanslarında bekler vasat oyuncular. Burada Beşiktaş tam anlamı ile Quaresma ve Simao ile üstünlük kurabilir. Eğer bekler kendi performanslarının üzerine çıkacak olmazlarsa Beşiktaş’ın buradan gol veya goller bulması iş bile olmaz. Tabi yine en önemli engel Quaresma ve Simao’nun bu sezonki performanslarının soru işareti olması. Bakalım sahaya nasıl çıkacaklar. Günlerinde olmalarını dileriz.

Kaleye gelecek olursak maçın gidişatına etkisi pek az olan bir kaleci göreceğiz. Büyük ihtimal Begovic çıkacak. Kupa maçlarında Sorensen’i oynattığı da bir gerçek ama Pulis Beşiktaş maçına önem veriyor. İki kaleci arasında çok büyük bir farklılık var mı derseniz yok derim. Bizim için fark edecek bir tercih burada yok.
Kullanılacak her tacın korner etkisi yaratacağı düşünülürse Crouch burada çok etkin olacaktır. Ciddi anlamda beni korkutuyor. Tek tesellim bu sene Beşiktaş’ın “kafasının güzel olması”. Hava toplarında etkinlik kurulmuş durumda. Sidnei-Egemen ikilisi oynayacaktır. Sidnei’in Crouch’a mümkün mertebede izin vermeyeceği konusunda sanırım hem fikiriz. Eminim aklınıza Delap’ın taçlarını abarttığım gelmiştir. Gerçekten abartmıyorum.  Hatta öyle ki çözüm bulamayan Birmingham City takımı maçtan önce reklam panolarını sahaya yaklatırmış ve Delap’ın hızlanmasını engellemeye çalışmıştır. Birinci dakikadan doksanıncı dakikaya kadar diken üstünde izleyeceğiz taçları.

Bu zorlu maç Beşiktaş için ciddi bir sınav. Hedeflerim büyük diyen bir takımın bu maçı kazanmak için sahaya çıkması gerekmekte. Eğer bu maç kazanılırsa gruptan çıkmak için hatta birincilik için büyük bir avantaj sağlayacağını düşünmekteyim. Eğer beraberlik kazanılırsa kesinlikle kötü sonuç değil. İngiltere’den 1 puan çıkarmak da fena sayılmamalı.

Perşembe günü için Kartal’a başarılar…

NOT: Beşiktaş’ın kaybedeceğini düşünüyorum ve umarım yanılırım.

25 Eylül 2011 Pazar

Bu da Olmadı

4-3-3’ümüzü yine oluşturmuştu sevgili teknik direktörümüz Carvalhal. Bursaspor maçından tam tamına 7 değişiklik vardı. Hem rotasyon adına hem de takıma göz dağı vermek amacıyla olduğunu düşünüyorum bu değişikliklerin. Zira Quaresma’nın atılmasından sonra oluşan koşan, diri, ısıran görüntüyü oluşturma çabasına girişmişti hocamız.

Dedik ya koşan, ısıran, aç, istekli takım… Carvalhal istediği etkiyi yaratmadı dersek yanılırız. Tamı tamına 15 dakika bu oyunu oynadı Beşiktaş. 15 dakika istediğini sahaya yansıttı. Bu dakikaların sonunda da geriye yaslanmaya başladı. Bu yaslanışın taktiksel payının yüksek olduğunu düşünüyorum. Antalyaspor gibi koşan, diri ama yetenekleri sınırlı olan bir takıma karşı hele ki elinizde moralli bir Holosko varken çekilip kontradan vurma planı hem sizi yormaz hem de akıllı bir tercih olur. Nitekim işe yaradı ancak yaran kısımın yanında hesaba katılmayan çok şey vardı.

Antalyaspor’un yaratıcılık yoksunluğu bariz göze çarptı. Tita’nın geç oyuna girişi ve Emrah gibi beğeniyle izlediğim genç delikanlının girişi oyunda Antalyaspor adına olumlu bir etki yarattı. Çeşitli ortalar, araya salınan toplar bu ikilinin getirisiydi. Yine hesaba katılmayan noktalardan biri de Beşiktaş adına orta sahanın ciddi anlamda düşük bir performans göstermesiydi. Daha ilk yarıda Necip ile Ernst’in top kazanımları azımsanacak derecede düşüktü. Veli’yi bu ikiliye katamıyorum çünkü biraz daha ofansif bir karakterde değerlendirmeliyiz onu. Yaptığı koşular, oyun okuyuşu gerçekten ideal seviyede. Topu saklama gibi iyi de bir özelliği var. Teknik anlamda da yeteri seviyede. Bütün bu dediklerimi gizleyecek tek bir özelliği var. O da topa vuruşları. Son vuruşları iyi olsa bu maç Beşiktaş adına daha stressiz geçebilirdi.

Bunların yanı sıra maç için olumlu üç şey vardı:

1.3 puan
2.İsmail’in göz dolduran ve üstüne koyan performansı.
3. Holosko’nun kazanımı.

Özellikle üçüncüsü Beşiktaş’ın zayıf karnı olan deplasmanlarda çok işe yarayacaktır.

Carvalhal’ın performansını ele alacak olursak yine doğru hamleler yaptı. Belki İbrahim’in yerine Hilbert’i ilk 11’de denemesi daha mantıklı olabilirdi ancak bu karara da saygı duymak lazım. Gönül rahatlığıyla üst düzey olmasa da iyi bir teknik direktörümüz var dersem yanılmış olmam. Türkiye’ye ve Beşiktaş’a büyük bir saygısı var. Hırslı ve azimli. Aynı zamanda da başarıya aç. Futbolcularla diyalogları da güzel. Guti’yi istisna olarak kabul ediyorum. Nedeni ise hepinizin malumu.

Bursaspor maçı gibi yine bu maçta aslında üstüne çok konuşulması gereken bir maç değil. Asıl maç Stoke City maçı. İngiltere’nin en zorlu deplasmanlarından birinde bakalım Beşiktaş nasıl oynayacak? Beşiktaş için Bursaspor maçından sonra yine ciddi bir sınav olacak. Bu futbolla iş gerçekten çok zor. Yine de karamsar olmamak lazım diye düşünüyorum. 

NOT: Egemen’e her geçen gün hayranlığım artıyor. Hırsını ve azmini görmek onu gözümde büyütüyor.

DİP NOT: Takım pas yapamıyor. Acilen çözüm bulunmalı yoksa bu takımın organize golünü göremeyeceğiz. 

23 Eylül 2011 Cuma

Anlatılamaz, Yorumsuz Maç

Bazı durumlar, olaylar vb. şeyler yaşanır. Buna karşı edecek tek kelime bulamazsınız. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı andır yani. Bugün ben de kendimi o konumda görüyorum. Bu maç hakkında yazacak o kadar çok şey var ki ne benim yazmaya gücüm ne de sizin okumaya taakatiniz vardır. Ancak saygısızlık etmemek için birkaç kelam edeceğim.

Bugün kadroyu elimize aldığımız zaman değişiklikleri fark etmedik demem yanlış olur. Carvalhal’ın ödün vermem dediği taktiği 4-3-3 bugün 4-2-3-1’e döndü. Yenilen saçma gole ve oyun içindeki atraksiyonlara bağlı olarak da bu tarz sekteye uğradı. Değişti. 4-3-3’ün serbest varyasyonuna döndü. İkinci yarıda da 4-4-2’ye geçildi ve o taktik ile maç bitirildi. Carvalhal’in saplantılı bir adam olmadığını ve sürekli en iyisi için çabaladığını; bunun uğruna kendi doğrularını yıktığını söylemek yanlış olmaz. Carvalhal büyük teknik direktör mü? Kesinlikle hayır. Hele önceki geçenlere bakacak olursak “Kim bu adam yahu?” dediğimiz de olmuştur. Hataları olmuştur ve olacaktır ancak bu onun gerçekten iyi bir taktik zekaya sahip olduğunu ve Beşiktaş’ın büyüklüğünün farkındalığını  bilmemiz gerekliliğini değiştirmez. Her geçen gün kendisine kanım kaynıyor vesselam. Yaptığı her iş bugün olumluydu. Fernandes’i çıkardığında ne yapıyor bu adam diye sordum kendi kendime bu risk bile işe yaradı. Takımda top yapabilecek 2-3 adamdan birini gözü kapalı kenara aldı. Bir de değinmeden geçemeyeceğim sağ olsun orta hakemimiz bugün Beşiktaş adına en büyük değişikliği yaptı. Quaresma’yı oyundan attı. Q7’nin şutu dışında tek bir olumlu hareketi yoktu. Görememek için kör olmak gerek.


10 kişi kaldıktan sonra her ne hikmetse(!) takım daha iyi oynadı. O çok sövülen İsmail Köybaşı 2 asist birden yaptı. 2 gol  de kafa ile geldi. Yine kafa güzeldi anlayacağınız.

İş Sivok’un maç sonu yaptığı açıklamada gizli idi. İşte o can alıcı cümle: “Oyuna sonradan giren Veli ve Holosko gibi “savaşan” arkadaşlarımız sayesinde kazandık.”

Böyle maçların en aza indirgenmesi hem taraftar hem de takım açısından iyi olacaktır. Zira biz kalben rahatsız olmaya başladık. Takım için de bu denli şans galibiyetleri pek gelmeyebilir.

NOT:Acımazsızca eleştirdiğimi söyleyen değer verdiğim insanlar bu maçtan sonra neler demek istediğimiz çok net anlamışlardır diye umut ediyorum.

DİP NOT: 90 dk boyunca küfür etmekten başka bir işlemde bulunmayan Bursaspor seyircisini şiddetle kınıyorum.

20 Eylül 2011 Salı

Kafasının Güzelliği Tabelaya Yansıdı

Beşiktaş’ın oynayacağı maçlardan hangisi için “ Bu hafta 5 atılır” Dendiğini duysam o hafta maç çok zor geçer. Bu pazartesi de öyle bir maç yaşadık işte. Zor maçtı ama zoru yaratan da Beşiktaş’ın kendisi idi.

Guti ve Ernst’siz orta saha, Toraman ve Sivok’suz defans, Almeida’sız forvet… Değişiklikler vardı yani. Ernst’in yokluğu her zaman hissediliyor maalesef. Yanındakilere ekstra katkı yapan bir oyuncudur zira kendisi. Toraman ve Sivok’un yokluğu şu an kayıp yaratmış gibi gözükmüyor. Ama Almeida? Bu maç tam da Almeida’nın maçıydı işte. Ortaların sonunun gelmemesi de bunu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Ceza sahasında sıkıntı olması da bir diğer sebep. Edu tek başına orayı dolduramadı. Pasörlük yaptı dersek yeğdir. Aklında kale olan bir santrafor gibi değildi.

Gelelim Guti’nin yokluğuna. Beşiktaş artık Guti’siz oynamaya alışmaya çalışmaktan çıktı; alışma aşamasına girdi. Bu önemli bir durum. Geçen sezon “Guti’siz 2 pas yapılamıyor!” diyen yazar güruhu artık susmaya başladı. En önemli etken de Fernandes’in takıma oturuşu. Onun hırsı ve oynama arzusu her zaman takımın lehine dönüyor. 4 maçta yaptığı 4 asist de çok önemli. Omurganın en önemli üyesi Fernandes kısacası.
Beşiktaş dün adeta bal yapamayan arı gibiydi. Bunun en önemli nedeni de klişe haline dönüşmüş olan “ceza sahasında çoğalamamak” idi. Quaresma-Simao ikilisi neredeyse hiç ceza sahasına girmeyi denemediler. Her girdiklerinde de atak tehlikeye dönüştü. Edu’nun yanına ne zaman bir ikinci adam sokulsa karşı takım tarafından ecel terleri dökülmeye başlandı. Sizce gollerin hepsinin (kontra-ataklar dışında) ceza sahası içinde en kalabalık bulunulan zamanda, yani duran topların kullanılacağı zamanda gelmesi tesadüf mü? Hiçte değil. Olay çok net. Duran toplar artık Beşiktaş’ı kurtarıyor. Carvalhal acaba bu konuda çalışmamı yaptırıyor? Bunu araştırmak lazım ve eğer doğruysa samimi söylüyorum Carvalhal’in ellerinden öpmek lazım. Türk takımlarını çok iyi tanıyor demektir.

İkinci yarıda Cenk’in o hatalı çıkış tam anlamıyla disiplinden kopardı Beşiktaş’ı. Bu da doğal olarak sinir ve stresi beraberinde getirdi. Oyuncular bu durumu iyi yönettiler dersek yanılmayız. Cenk’in acilen mental olarak toparlanması da gerek yeri gelmişken belirtelim.

Neyse ki gol çok can alıcı bir zamanda geldi. Üçüncü golde de çok enfes paslaşmalar yaşandı. Üçüncü ayağı ile golün pasını verdi Quaresma. Asist yaptı demek ayıp olur.

Maç sonunda istatistiklere bakınca 17 şut atan bir Beşiktaş var. Kalesine gelen 2 şuttan biri de bireysel hata ile gol oldu. Maçın özeti bu istatistikten ibaret. Boş bir istatistik değil kesinlikle.

Beşiktaş’ın çok fazla eksiği var. Kötü yolda demek haksızlık olur. Zamanla aşılacak sorunlar bunlar. Takım olma yolunda da ilerleniyor. Ne zaman takım oturur bunun cevabını vermek çok güç. Ancak bu performans şampiyonluk için yeterli değil. Bursaspor karşılaşmasından alınacak olan bir galibiyet takımı da taraftarı da havaya sokar. Bursa deplasmanından alınacak 1 puan da kayıp değildir(Şu aşamada). Futbola doyuyoruz. Keyifli seyirler.

15 Eylül 2011 Perşembe

Bugün Beşiktaş'ı Beğenmedim

Güzel bir gece yaşattı hem Beşiktaş hem de taraftar bize. Olayların olmaması ve şu maçın yükünün kalkması da ayrıca güzel olan mevzu idi.

Maç öncesi yazımda dikkat edilmesi gereken ve önemli noktaları belirtmiştim. Kısaca hatırlayalım:

1.Kalitesiz bir kadro yapılarına sahip olmalarına rağmen Atar’a dikkat edilmeli.

2. Stoperleri gerçek anlamda ağır ve seviyesiz onların üzerine oynanırsa rahat skor üretilebilir.

3. Panathinaikos maçında Yunan ekibi için gidilen her kanat organizasyonu tehlike yaratmıştı. Quaresma ve Simao etkin biçimde kullanılırsa skor avantajı ele geçirilir.

Bu üç madde de gerçek anlamda maçın kopmasını sağladı ve etkili oldu.

Sahaya tanıdık bir şekilde çıktı Beşiktaş. Bu dizilişi ezberledik bile. Es-Es maçından sonra Veli yerine Aurelio’nun oynaması pozitif bir etki yaratır diye düşünüyordum ki nitekim öyle oldu. Aurelio hiç olumsuz iş yapmadı dersek yeğdir. Aurelio’nun topsuz oyunu çok iyi oynaması ve kazandığı/kazandırdığı toplar takım adına çok önemli.

Tecrübeli oyuncu bizi yanıltmadı ve öyle bir pas attı ki adeta maça 1-0 önde başladı Kartal. Almeida’dan çok şık bir gol vuruşu gelmişti.

Bu dakikadan sonra Beşiktaş oyunu rölantiye alma çabalarına girdi ya da istem dışı bir durumdu bu bilemeyiz ancak Fernandes,Aurelio,Necip,Quaresma gibi futbolcuların stoperlerin arasına attığı her top gol tehlikesi yarattı. Bu pozisyonların akabinde Quaresma ayağının dışıyla enfes bir “pas” atıp golü Almeida’ya yazdırdı. 2 golü birden atan Almeida bugün topsuz oyunu da çok iyi oynadı. Oynadıkça daha da iyi olacağı aşikar. Gelen sakatlık haberi hepimizi üzdü. Umarız daha güçlü bir şekilde sahalara döner.

Özel bir parantez açmadan geçemeyeceğim. Taraftarın etkinliğini kendine pay biçen Quaresma bugün daha fazla topla oynadı. Kısacası kendi özgürlüğünü yarattı. Aynı zamanda kaptanlık pozubandını da takan Q7 kendine gelmeye başlıyor dersek yanılmış olmayız. Bu takımın ona gerçekten çok ihtiyacı var ve o da bunun farkındadır diye düşünüyorum.

İlk yarının verdiği rahatlığın ardından Atar’ın oyuna girmesi beni biraz tedirgin etti. Hemen gelebilecek bir gol kötü etkiler diye düşünüyordum. Gol geldi nitekim ancak bırakın kötü etkiyi ateşleyici unsur oldu. 48. Dakikada gelen gole 50.dakikada free-kick’i pas niyetine Aurelio’nun kafasına nişanlayan Fernandes’in ustalığını kabul etmek lazım. Bugün klasını tekrar kanıtladı. Tam bir top cambazı. Poposuyla oynuyor tabiri tam ona uyuyor. Bu golün ardından da yine kanattan gelen Beşiktaş Egemen’in tekmeye uzattığı kafa ile dördüncü golü bulup rahatladı. Dediğimiz gibi kanatlardan gelen toplar tam işimize yarayacak şekilde kullanılmış oldu.
Bu dakikadan sonra oyun tam anlamıyla durağanlaştı. Takımı bu dakikadan sonra yorumlamak doğru olmaz. Ancak Edu’ya değinmeden geçemeyeceğim. Almeida’nın sakatlık haberinden sonra büyük ihtimal ileri uçta o oynayacak. Ağır bir golcü gibi görünmekle beraber topa vuruşlarındaki isabet göze batıyordu. Vurduğu her top kaleyi buldu. Ağırlığı çok büyük bir dezavantaj yaratır mı bilemeyeceğim ama geçen sezonun sonunda aradığımız o leblebici Edu değil en azından bu kesin. Onun yerine Pektemek’i uçta görmeyi tercih ederim.

İsmail’in her geçen gün yol kat ettiğini görmek cidden hoş. Soldaki sıkıntı bertaraf edilecek gibi ancak sağ bek sorunu hala devam etmekte. Ne Toraman ne Ekrem ne de Hilbert oranın adamı değil. Keşke bu maç Tanju’yu orada görebilseydik. İlerleyen günler bize neler getirecek hep birlikte göreceğiz. Kalın sağlıcakla…

NOT:Doğum günün kutlu olsun TOMAS!

DİP NOT: Bugün Beşiktaş’ı beğenmedim.

14 Eylül 2011 Çarşamba

İtalyanlar'ın Gazabı: Barça-Milan

İsim ve kadro kalitesi olarak mükemmel iki takımın mücadelesini izledik. Biri son şampiyon diğeri ise son Seria A şampiyonu… Daha ne olsun?

Kadrolar açıklandığında iki takım adına da önemli eksiklikler vardı. Barca adına Pique ve Puyol’un onbirde olmayışı önemli bir durumdu. Puyol daha sonradan oyuna girdi bunu da belirtelim. Milan adına da İbrakadabra’nın yokluğu büyük önem arz ediyordu. Zira tek kelime ile mükemmel bir forvet. Olmayışı eminim ki oyun planlarının değişmesine yol açmıştır. Mükemmel üç oyuncu…

Takımlar sahaya çıktıklarında Camp Nou’da mükemmel bir atmosfer vardı. Açıkçası CL’nin müziğini çok özlemişim. İnsanı havaya sokuyor.

Maç başladığı anda Barcelona’nın ortasaha orijinli stoperleri orta saha yayına yaklaştılar. Topu ileriye çok çabuk çıkaran Milan, Pato’nun biraz da kişisel çabası ile 22.saniyede golü buldu. Böyle bir başlangıcı kimse beklemiyordu. Eminim buna Allegri de dahildi. Yeri gelmişken değinelim Şampiyonlar Ligi’nin en hızlı golünü 7 Mart 2006’da Bayern München’in Real Madrid’i 2-1 yendiği maçta 10. Saniyede Roy Makaay kaydetti.
Bu golün şokunu yaşayan “Milanlı futbolcular” 2-3 dakika kendilerine gelemediler ve gömük savunmayı  golden hemen sonra değil de 5.dakikadan itibaren uygulamaya başladılar. Alan savunması yapmaya başladılar. İşin açıkçası çok da güzel uyguladılar. Bu savunmanın neticesinde 1-2 kontra atak şansı elde ettiler. Bu şansları iyi kullanamadılar. Hem de aksayan bir Barca savunması var iken karşılarında… Maçın 18. Dakikasında Messi ile free-kick kullanan Barcelona’nın topu direkten döndü. Buradan sonra da Barca’nın şansı döndü sanki. 35. Dakikada Messi’nin çabasının önemli bir yer kaydettiği atraksiyonda Pedro boş kaleye topu yuvarladı. Milan’ın aksayan ilk dakikasında golü de buldular.

İlk yarı böyle sonuçlandı. Kısa ve öz bir cümle kuracağım şimdi. Tam da ilk yarının özeti niteliğinde… İlk yarı sonucu sadece Xavi’nin yaptığı pas sayısı 71; Milan’ın toplam pası ise 69 idi.
Milan’ı çok aciz durumda bıraktı Barca. Topla oynama oranı yüzde 75’e 25 idi. Yani Milan Barcelona’nın ekmeğine yağ sürdü. 22. Saniyede gelen gol ilk yarı itibari ile Barca’nın değil sanki Milan’ın planlarını bozuyordu.

İkinci yarı itibari ile Milan yine alan savunmasına devam etti. Alan savunması ve yaşlı oyuncular bir araya gelince; bir de ayaklarına topu neredeyse hiç alamadıklarından artık sinirler gerilip yorgunluklar başlıyordu. Free-kick üstüne free-kick bulan Barca ikinci golü de attı. 49. Dakikada David Villa çok güzel bir duran top golüne imzayı attı. Bu dakikadan sonra Barcelona için maç resmen antrenman havasına girişti. Oyun rölantiye girdi. Milan’ın bu kadar kötü olmasının nedeni bilinçaltı olabilir mi acaba? İrdelemek lazım.

Tam maç böyle bitecek derken İtalyanlar yine yaptılar yapacaklarını. 90+2’de Silva ile beraberlik golüne imza attılar. Tam İtalyan yapımı bir maç oldu. Barcelona’ya da işi rölantiye almanın cezası diyebiliriz.
İlgimi çeken konu maçtan ziyade Barca. Uzun zamandır üst üste bu kadar kötü olduklarını görmemiştim. 3-4-3 oynadıkları artık çok açık. Aklıma gelmiyor değil: Rijkaard son sezonunda üçlü savunmaya dönmeye çabalamış ve işi batırmıştı. Umarım Guardiola’nın sonu Rijkaard gibi olmaz.

NOT:Futbolun yaşı yoktur ve en güzel kanıtı Nesta ile Seedorf’tur.

13 Eylül 2011 Salı

מכבי שלום

Birkaç kelam etmeden önce bu maçın bir savaş ya da İsrail-Türkiye karşılaşması olmadığını iyice kafamızda oturtmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu Beşiktaş’ın, dolayısı ile de Türk futbolunun maçıdır. Siyaset ile de hiçbir alakası yoktur. Bunu hem bir Türk vatandaşı hem de Beşiktaş taraftarı olarak söylüyorum.

Maccabi Tel Aviv İsrail futbolunun en iyi takımıdır. Bunu çok net bir şekilde söyleyebiliriz. İsrail futbolu nerelerdedir peki? Üçüncü sınıf hatta dördüncü sınıf bir futbol ülkesidir. Faal futbolcular arasında Benayoun dışında esamesi geçecek tek bir futbolcu varsa beri gelsin. Kısacası Maccabi ve İsrail futbolu şu an yapıldığı gibi abartılmamalıdır. Takıma UEFA’nın da dediği gibi saygılı bir şekilde yaklaşılmalı ve  onlara karşı futbol oynanılmalıdır. Sahaya çıktığında iki takımın da eşit olduğunu unutmamak gerek.

İsrail temsilcisinin kadrosuna bakıyorum da bir şey göremiyorum. Sadece bakmakla yetiniyorum. Ciddi anlamda –naçizane futbol oyuncu bilgimin iyi olduğunu düşünürüm- hiçbir futbolcusunu tanımıyorum. Bu ne anlam ifade ediyor peki bize? Açıkçası hiçbir anlamda futbol açısından bir şey ifade etmiyor. Futbolcular sahaya çıktıkları andan itibaren eşittirler. Sırtlarında Messi,Ronaldo ya da Guti,Necip yazmış fark etmiyor. Sahada iyi olan kazanır. Futbolun günümüzde bu kadar cezbedici olmasının sebebi de budur. En kötü takımın bile en iyi takımı yenecek gücü her zaman olmuştur. Türk futbol tarihinde bunları çok gördük. Uzağa gitmeyiniz. Alania kimdir? Nasıl bir takımdır? İsimli kaç futbolcusu vardı? Bundan ötürü her takıma dikkatli yaklaşmak boyun borcudur. Konsantrasyonu toparlamak zordur tabi kabul etmek gerekir. Burada da karşımıza profesyonel futbolcu kavramı çıkmaktadır. Beşiktaş’ta bu futbolcular yeteri kadar çok mu? Yorum sizin.

Herkesin dilinde Panathinaikos maçı var. Maccabi gerçekten etkileyici görünen bir performans ile Panathinaikos’u saf dışı bıraktı. Panathinakos’un bu sezon dişe dokunur bir takım olmadığını belirtelim. Ancak ne olursa olsun Yunan temsilcisi her zaman tehlikelidir. Bu turda Maccabi kendi sahasında gerçekten etkileyici bir performans gösterdi ve maçın başından sonuna kadar hakim bir oyun oynadı. Burada Atar’ın performansı çok dikkat çekici. Oyun planları onların üzerine yapılmış gibi adeta. Dikkat edilmesi gereken bir kişi. Deplasmanlarda zorlanacak bir takım görüntüsü çiziyorlar.

İki Panathinakos maçından gözüme ilk çarpan şey kanat organizasyonlarından gelen her atağın kalelerinde gol tehlikesi olması. Bunu Beşiktaş çok iyi bir şekilde kullanabilir. Tabi rasyonal bir biçimde oynarsa. Gözüme çarpan bir diğer şey ise ileride mutlaka topu Atar ile buluşturmaları. Ters bir oyuncu dikkat etmek lazım. Stoperlerinin de vasatın altında olduğunu söylemek gerekir.

Gelgelelim Beşiktaş’ın son hafta Es-Es’e oynadığı futbolu gösterirse yenilgi çok da zor olmaz. Hatta kaçınılmaz olur. Şu an için Beşiktaş’ın kalesinde gol gördüğü takdirde maçı çevirmesinin de imkansıza yakın olduğunu düşünüyorum. İyi futbolu geçtim kötü de olsa çok önem arz eden bir üç puan var bu maçın sonucunda. Güzel bir galibiyet moralleri en azından normale sokar.

NOT:Hala takım içi bir huzursuzluk olduğunu düşünüyorum.

DİP NOT:Başlıkta İbranice Merhaba Maccabi yazıyor.

Tam Bir Kral

Metin Oktay… Nam-ı diğer Taçsız Kral. Onu ne bu kelimelere hapsedebiliriz ne de paragrafların içinde ona anlam verebiliriz. Onun değeri anlatılmakla bitmez. Zira O Türk futboluna gollerinden daha çok şey katmıştır. Türk futbolunun gelişmesi adına katkıları çok fazla olup her şeyiyle efsane haline gelmiştir. Beşiktaşlılık kimliğimi istesem de bir kenara koyamam ancak bu Galatasaraylıya saygı göstermek benim Beşiktaşlılık geleneğimden gelir. Biz ki HAK(kı)LILARI savunmuş, tutmuş bir kültürüz… Elimden geldiğince, dilim döndüğünce Taçsız Kral’ı anlatmaya çalışacağım. Hatam olur ise affola.

Kralımız 1936 yılında göçmen bir ailenin çocuğu olarak İzmir’de dünyaya gelmiştir. 15 yaşında Damlacıkspor’da futbolculuğa başlar. Buradan çok sevdiği Adnan Süvari’nin takımı olan Yün Mensucat’a transfer olur. Dikkatleri çektiği ilk yer burasıdır. 1954 yılında Adaletspor, Beşiktaş ve Galatasaray ile yaptığı transfer görüşmelerinde anlaşma sağlayamaz ve İzmirspor’a imza atar. 17 gol atarak İzmir Mahalli Ligi’ni şampiyon tamamladılar.  Bundan 1 yıl sonra ise Galatasaray’a 5 yıllık bir imza atar. Şu an çok komik geliyor ama karşılığında Chevrolet marka otomobil alır. Beyoğluspor karşılaşması ile ilk sınavına çıkar. Daha o sezon 19 gol ile gol kralı olur ve şampiyonlukta en büyük payı alır. Milli takım kariyeri de artık gelişmeye başlar. Lefter ile aynı takımda oynarlar. O dönem milli takımı sırtlayan isimler ikisidir. 1959’da o ünlü ağları yırtan golünü Türkiye Kupası Finali’nde Fenerbahçe kalesine bırakır. 59 transfer sezonunda dönemin rekoru olan bir teklif ile İzmirspor Oktay’a teklif götürür. Oktay ise reddeder ve kulübünde kalır. Bunun sonucunda eşinden de ayrılır. 61 transfer sezonunda da yine rekor bir ücret ile İtalya’nın Palermo takımına transfer olur ve ertesi sezon geri döner. 23 Ağustos 1969 tarihinde İnönü Stadı’nda Fenerbahçe ile oynanan jübile maçı ile profesyonel futbol yaşantısına son noktayı koyar.

Kariyeri sonunda 217 golü hanesine yazdırıp daha sonra Hakan Şükür tarafından kırılacak bir rekora imza atar. Toplamda 12 kez gol kralı olur. Bunların içinde Avrupa gol krallığı da  vardır. Galatasaray ile 2 Türkiye Ligi, 4 Türkiye Kupası, 2 Cumhurbaşkanlığı kupası ve 2 kez İstanbul Ligi şampiyonluğu kazanmıştır. Bir de İzmir Ligi şampiyonluğunu da belirtmiştik.

Attığı gollerin yanı sıra beyefendi kişilik ve kimliği her zaman ön planda olmuştur.  Yaptığı her hareketi ile sempati toplamıştır. Bu yüzden neredeyse bir halk kahramanına dönüşür. Öyle ki Galatasaray sırf onun sayesinde bir çok taraftar kazanmıştır. Hatta o kadar sevilmiştir ki lakabını taşıyan “Taçsız Kral” adlı bir film yapılıp; Yıldırım Gürses tarafından ona ithafen bir de şarkı bestelenmiştir.

Yukarıda ağları delen golden bahsetmiştir. Anlatılan odur ki Metin Oktay hayatında yaşamadığı ve yapmadığı şeyleri o maç içerisinde gerçekleştirir. Artık efsane halini almış olsa da hikaye şöyle gelişir: Dönemin Fenerbahçeli futbolcularından Naci Kral’a tekme atar. Kral da nefsine hakim olamayıp Naci’ye bir yumruk sallar. Bunun üzerine sadece Oktay’ın hareketini gören hakem ona kırmızı kartını gösterir. Metin Oktay çok sinirli ve üzgün bir şekilde sahadan çıkarken Fenerbahçe tribünlerinden ona bir küfür gelir. Bunun üzerine kendisi de tribünlere küfür eder. Küfür ettikten sonra pişman olan Oktay gerçek anlamda ağlayarak tribünlerin önünde eğilir. Yardımcı hakem de orta hakemin hatasını düzeltip Oktay’ın tekrar oyuna girmesini sağlar. Kralımız oyuna döndüğü zaman da bir pozisyonda öyle bir hırsla topa vurur ki ağları delen gol için hakemler aut kararı verirler… Kral’ın tribünlere küfür etmesi pek inandırıcı gelmese de bu şekilde bir inanış vardır.
Galatasaray sevgisine gelelim bir de… Dönemin zenginlerinden Fenerbahçeli iş adamı Müslim Bağcılar tarafından “Ücreti sen belirle!” diye bir sözleşme sunulur. Kral’ın verdiği söz ise yüreğimizdeki tellerden birine dokunan cinstedir: “Bizi sevenleri üzmeyelim baba…”


Maalesef Metin Oktay’ı izleme şansına erişmiş bir futbol  
dilencisi değilim. Yaşım buna müsait değil.  Ancak “futbol” kavramı o kadar kapsayıcı bir kavram ki Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol asla sadece futbol değildir.” Metin Oktay da bize futbolun sadece futbol olmadığını gösteren bir ADAM. Ben ve benim gibi gençler onun kişiliğinden ve takım sevdasından çok şey öğrenebilir, öğrenmelidir de. Bazı şeyler yaşanmadan hissedilir ya Metin Oktay’ı da hissedenlerden olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Taçsız Kral’ı unutma,unutturma!



“Hepiniz Metin gibi oynayın,
Yenilmekten sakın korkmayın.
Ruhunuzu koyun bugün ortaya,
Aslan gibi çıkın sahaya!”

11 Eylül 2011 Pazar

Türk Ezgileri:Bursapor-Kayserispor

Bursaspor-Kayserispor maçı tipik bir Spor Toto Süper Lig maçı olarak göze çarpıyor. İki takımda da yenilikler çok fazla. Sezon başlamadan on beşer futbolcu eklemişler kadrolarına. Kayıp olarak gösterebileceğimiz isim son derece az. Bursaspor cephesinde 2 sene önceki şampiyonluğun belki de en önemli mimarlarından olan Sercan ve Volkan büyüklerin yolunu tuttu. Kayserispor’da ise bu denli büyük gidişler yok.

İki takımın da sahaya dizilişleri aynı idi ilk yarı itibari ile. 4-2-3-1 olan dizilimler kendi içerisinde farklılık gösteriyordu. Kayserispor’un dizilişi daha çok dünkü Beşiktaş’a çalan bir taktik idi. Troisi hücum-defans hattı arasında sıkışıp kaldı. Tıpkı Fernandes gibi(Teşbihte hata olmaz)… Bunun en önemli nedeni ise Bursaspor’un sık sık paslaşma münasebetine girişmesi idi. Bursaspor paslaşmayı ve topu ayağında tutmayı prensip haline getirdi Ertuğrul Sağlam döneminde. Yine bunu görüyoruz. Bunun etkisi ile 2 ön liberodan biri(genelde N’diaye) topu alıp ileri üçlüye katılıyordu. Böylece takım hem ofans gücünü arttırmış olum hem de 4-1-4-1 oyununa dönüyordu. Turgay’ın sağ tarafta olması ise Bursaspor adına büyük handikap yarattı. Turgay devamlı içe deplase olmaya çalıştı. Burada oyununu yalancı 9 gibi değerlendiremiyorum çünkü Turgay ciddi anlamda bu işi berbat etti. Tipik Bursaspor’da aksayan tek nokta oldu desek yeridir.


Topa hakim olan Bursaspor pozisyon bulmakta bir o kadar sıkıntı çekti. Sabırla top döndürmeye devam etmeleri onların konsantrasyonlarının üst düzey olduğunun en önemli kanıtı. Nitekim  33. Dakikada Ozan İpek’in yüzüne çarpan top gol oldu ve maçın seyri değişti. Bundan 5 dakika sonra gelen gol ise beni şaşırttı. Vederson free-kick’den golü buldu. Ancak vuruş garipti. Beklenemeyen şekilde çok klas bir vuruş gerçekleştirdi ve çok güzel bir gol attı. Bu goller dışında Kayserispor’da sakatlanan Cangele moralleri daha çok bozdu diye düşünüyorum. Zira sakatlık yeri yine dizi. Ömrü sakatlıkla geçti desek yanlış olmaz.
İkinci yarı biraz durağan başladı. Normal karşılamak lazım diyeceğim ama bu durum ciddi anlamda Kayserispor’a yakışmayan bir durum. Takım hüviyetinden dakikalar geçtikçe uzaklaşıyorlar. Düşünce anlamında Şota’nın büyük bir hocalık yapması gerekecektir.

Durağan dedik ancak bu durağanlığın içinde Bursaspor’un tam saha presini de es geçemeyiz. İşe yaradı mı peki bu durum? Eh üçüncü golü bulmaları gecikmedi Pablo Batalla son 2-3 sezondur Kayserispor defansında görülmemiş boşuluğu fırsat bilip golü attı. Bursaspor artık rahattı ve oyunu rölantiye almaya başladı.
Değinmek gerek üç gol yemesine rağmen Kayserispor’da stoperlerden  Khizanisvili  bu ligde iyi iş yapacaktır. Aynı zamanda Bursaspor’da N’Diaye üst düzey bir görüntü çizmeye başladı. Takıma alıştıkça adından çok söz ettirecektir.

La Liga'dan Kareler:Valencia-Atletico Madrid

Estadio Valencia’da güzel bir maç izledik. En azından İspanyol esintilerini taşıyan bir maçtı. Bu bile yeter bize.


Maçın başından itibaren Valencia’nın organizasyonu gözüme çarpıyordu. Disiplinli bir takımlar. Bekler ne zaman çıkacaklarını, ön liberolar nasıl pas dağıtacaklarını, Soldado nereye çapraz koşu atacağını ezberlemiş gibiydi. Bu onlar adına çok güzel ancak teknik kapasite ve yaratıcı oyuncu sıkıntılarını şampiyon olduklarından beri yaşıyorlar. Direkt olarak aklınıza bu konuda Aimar geldiğine eminim. Yeni bir çocuk buldular Almeira’dan hem de adı Piatti imiş. Nereliymiş o? Aimar’ın memleketindenmiş. Arjantin’den kopup gelmiş. (Bakmayın geçmiş zaman ibarelerine FM sağ olsun bize onu daha önceden tanıtan bir platform oldu.) Piatti takımın yartıcısı olmuş tam anlamıyla. Hız, teknik ne ararsak var beyefendide. Bu açığı da kapatmış yani ama maalesef kadro genel anlamıyla belirli bir seviyeye çıkacak olsa bile Real Madrid-Barcelona ambargosuna karşı koyacak seviyede değil. O seviye onlar için şu an Everest’in tepesi demek.  Üçüncülük için en büyük adaylarım onlar(Tabi çok büyük bir sürpriz olmaz ise).

Atletico ise geçtiğimiz senelere oranla çok daha mütevazi ve yetenek anlamında vasat bir takım kurdu. Bunun ceremesini çok çekecek sezon içinde göreceksiniz. İspanyol kulüplerinin içinde bulunduğu maddi sıkıntıdan en çok onlar etkilenmiş belli ki. Küçülerek büyümeyi hedefliyorlar sanırım tabi ki ne kadar küçülmek isteseler de taraftar ve basın gibi baskı unsurları sebebiyle 40 milyon euroyu hiç acımadan Falcao’ya verebildiler. Manzano’nun kafasında garip tilkiler dolaşıyor gibi. Zira daha Arda,Diego,Reyes,Falcao dörtlüsü ilk 11’de oynamış değil. Bunlar dışında Silvio gibi ilk 11’de oynayan bir el freni var. Adam topu aldığında beş yaşında anne-babası tarafından yeni oyuncak alınmış fırlamalar gibi onu “kırana” kadar uğraşıyor. Kısacası topu öldürüyor. Biri bu şahsın kulağını çekmeli. Bugün Reyes’den fazla topla oynamışlığı var zira. Manzano’nun işi çok zor bu kadar egosu yüksek oyuncuları nasıl toparlayacak acaba? İş onun bekleyip göreceğiz. İlk fire Diego olacak diye düşünüyorum. Atletico adına diyeceğim son şey ise defansif kalitenin arttırılması gerektiği. Miranda’nın çabaları sezon içinde yetmeyecek gibi görünüyor.

Maç başladığı andan 30 dakika bitene kadar Valencia’nın kontrolündeydi. Hatta “mis” gibi golleri de verilmedi ofsayt gerekçesiyle. Unai Emery Atletico’yu çok iyi etüt etmiş. Oyuncuları da maç genelinde ona tam anlamıyla ayak uyduramamalarına rağmen rakibin henüz oturmamış sistem ve yapısını çok iyi değerlendirip 52. Dakikada golü buldu. Atan adam Soldado idi. Soldado komplike bir forvet. Ne ararsanız var onda. Çok beğendiğim bir isim kendisi. Bu golden sonra oyuna Diego-Arda ikilisi girdi ve maçın seyri değişti. Atletico daha hırslı ve daha istekli oynamaya başladı. Tabi bunda Valencia’nın geriye yaslanması da etkili oldu. Silvio’dan fırsat buldukça(!) Atletico etkili olmayı becerdi. Sahanın silik ismi kesinlikle Falcao idi. Sonradan oyuna giren temsilcilerimizden Arda için olumlu konuşabiliriz zira Topal’ın adı pek geçmedi desek yeğdir. Belirtmeden edemeyeceğim sonradan oyuna giren Atleticolu Juan Fran resmen modern futbolun düşmanı rolünü sahada üstlendi. Uzun zamandır La Liga’da söz sahibi olan ekiplerde bu kadar vasat bir oyuncu görmemiştim.


Valencia hak ettiği bir galibiyeti aldı. Atletico ise ödevlerini bitirmeden okula gelen ve öğretmeni tarafından tek ayak üstünde cezası yemiş bir çocuk gibi cezasını çekmesinin gerektiğinin bilincinde olan bir teknik direktöre sahip olarak eve dönüyordu. Futbol kolay oyundur Manzano kimse Real’i geçmeni beklemiyor rahat ol…

10 Eylül 2011 Cumartesi

2010-2011 Sezonunda 35.Hafta

2010-2011 sezonu 35.haftasını izledik bugün. Geçen sezondan değişen neredeyse hiçbir şey yoktu. İki oyuncu ve formadaki göğüs reklamı hepsi bu…

İşin temaşa tarafını bırakıp real hayata dönecek olursak Beşiktaş bugün yokları oynadı diyebiliriz. Toraman yok! Sivok yok! Fernandes yok! Quaresma yok! Yok yok yok… Sahadaki 11 kişinin ne yapmaya çalıştığını anlayan varsa beri gelsin.


Beşiktaş sahaya 4-3-3’ün bir varyasyonuyla çıktı. Burada varyasyonu oluşturan durum Fernandes’in pozisyonu idi. Fernandes orta üçlünün daha gerisinde oynuyordu. Sarkık ortasaha diyelim biz buna. Amaç gayet açık idi: Teknik açıdan vasat olan stoperlerin önünden topu alıp dağıtıcılık görevini üstlenmesi… Bunu uygulayabildi mi? Hayır. Egemen-Sivok ikilisi birbirinden çok uyumsuz gözüktüler. Açıkçası Fernandes’in pas opsiyonu oluşturacak ikili kafadan gitmişti. Burada Egemen’in hakkını yemeyelim çok iyi bir şekilde kesicilik görevini üstlendi maçın genelinde. Manu’nun bu iki opsiyonu ortadan kalkınca çaprazları(bekler) ve yanları(sol-sağ içler) ideal hale geliyordu. Burada sıkıntı yaratan konu beklere yaklaşması gereken açıklarda idi. Özellikle Quaresma’nın Toraman’a yaklaşmaması top kayıplarını arttırıyordu. Toraman bugün bir sağ bek nasıl olunmaz onu gösteriyordu zaten. Necip-Veli ikilisine çok olumlu bakıyorum. Necip her zaman bildiğimiz Necip onlarda fazla sıkıntı olmadı.

Bu pas organizasyonunun iyi yapılamaması sonucu özellikle ilerideki ve ortasahadaki toplar bariz bir şekilde kaybediliyordu. Bu kayıplar neticesinde Manu’nun geride oluşu, Necip ve Veli’den en az birinin de hücuma katılması sonucu tam tamına 1 pasda Eskişehirspor ortasahayı geçiyordu. Bu üst üste ataklar yenmesini ve zaten sıkıntılı olan savunmanın tabiri caiz ise çökmesine sebebiyet veriyordu. Bunun sonucunda da basit hatalar kaçınılmaz olup özellikle göbekten gelen toplar süzgeçten geçer gibi elemine olup Eskişehirlileri kaleci ile baş başa bırakıyordu.

Diego’nun vuruşuna yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Ne Egemen’in ne de Cenk’in bu golde hiçbir suçu yoktu. Tamamen şans golü idi. Burada söylenecek söz şu: Eskişehir bu dakikada gol bulmasa ilk golü atan taraf olamaz mıydı? Kesinlikle olabilirdi. Dediğim gibi Beşiktaş zaten yokları oynuyordu. Nitekim ilk yarıda iki taraf da denk güçlerin çarpışması gibiydi.

Kesinlikle değinmek gerekir. Eskişehirsporlu Dede’nin Quaresma’yı kitlemesi maçın kilit noktalarındandı. Quaresma sol tarafa geçmek dışında maçta hiçbir aktivitede bulunamadı.Dede gerçekten çok iyi bir transfer. Eskişehirspor yönetimi bu konu ve Camara’nın transferi konusunda ayrıca tebrik ediyorum.  Ancak Quaresma’nın bu kadar etkisiz olmasının saha dışı bir nedeni olduğuna da inanıyorum. Quaresma en azından bir trivela veya bir rabonayı denemeliydi. En kötü gününde bunları yapan bir adam çünkü.
Camara’yı övdük ancak 45.dakikada gelen golde saçma sapan bir yerde çalıma girişmesi golü de kalelerinde bulmalarına sebep oldu. İsmail adeta orta kesmedi, Almeida’ya bir pas verdi. Değinmek istiyorum şu 3 aylık sürede kendini geliştiren iki futbolcu olmuş. Bunlardan biri bahsettiğimiz İsmail diğeri de Necip. Bu iki genç adama güvenim sonsuz. Hatalarıyla sevaplarıyla ikisini de kabullenmek boynumuzun borcudur.

İkinci yarı başladığında Drogbavari -abartı tabi-presleriyle Beşiktaş’ın atağa çıkmasına olumsuz etki yaratan Mehmet Yıldız’ın adeta pili bitmişti. Bunun üzerine Beşiktaş daha etkili göründü nedeni ise fazla pas yapmaya başlamasıydı. Oyundaki gelişim diye yormak fazla Pollyannacılık olur. Mehmet Yıldız’ın çıkış ile Mustafa Pektemek’in girişleri birbirine yakındı. Biri ne kadar olumlu etki etti ise diğeri o kadar olumsuz etki etti.
Pektemek’in girişi ile resmen 4-2-3-1’e döndü Kartal. Pektemek sol açık, Simao forvet arkası olmuştu. Necip’in bu anlarda daha çok tap kaptığını görmek de güzeldi gerçek mevkisini görmek açısından.
Bu dakikadalardan sonra Eskişehirspor’un gelişleri bariz bir gol kokusu getiriyordu. Nitekim Batuhan’dan da jeneriklik bir gol geldi. Gerçekten güzel goldü.

Carvalhal’ın bu dakikadan sonra Necip’i çıkarması da ayrı bir hüsrandı. O dakikalardan sonra en etkili ismini çıkarması bende olumsuz bir intiba yarattı.

Sonuç ne diyorsunuzdur. Sonuç yok. Sil baştan başlamak gerek bazen. Taktik ilk adım olur. Omurgayı eski düzene getirmek gerek. Şampiyon kadroya bakalım. Rüştü-Toraman-Sivok-Ernst-Cisse-Bobo. İskelet buydu. Zararın neresinden dönersek kardır. Hem de daha kaliteli oyuncular varken… deneyin ve etkiyi görün. Kilit nokta: Taktik-Omurga… 

9 Eylül 2011 Cuma

Asrın Teknik Direktörü

Bugün asrın teknik adamını konu ediniyoruz yani Rinus Michels’i. Tam adı Marinus Jacobus Hendricus Michels’dir. 9 Şubat 1928 Amsterdam doğumludur kendileri. Kısaca Hollandalı bir futbolcu ve teknik direktör. Onu daha da basite indirgeyemeyiz. Zira bir futbolcu ve teknik direktör demek bile yeterince “hakaret” işlevi görmekte.


Michels, Amsterdam Olimpiyat Stadı’nın yakınlarında dünyaya geldi. Onun adı ile anılması gereken güzel mekanlardan biri. Bir stad… Stadyumdan çıkan gol sesleri ile büyüdü dersek yanılmış olmayız.  Dokuzunca yaş gününde babasından gelen bir çift futbol ayakkabısı ve bir adet Ajax forması onun hayatındaki en önemli hediyeler olsa gerek. O formayı üstüne geçirip ayakkabıları giydiği anda adeta küçük bir futbolcu gibi kesiliyordu Michels. Hayatını/hayatımızı değiştiren ilk adımları o ayakkabıyla birlikte atıyordu. Futbolcu olma yolunda hızla ilerliyordu küçük Michelsi Babasının zorla denebilecek olan iteklemeleri ile Ajax altyapısına girer-En büyük etken babasının arkadaşı olan Joop Köhler’in Ajax’da scout olarak çalışması.-. 1940 yılında genç takımda oynamaya başladı ama o sene II. Dünya Savaşı başladı. 1944'te savaşın da etkisiyle ortaya çıkan "Açlık Kışı" yüzünden kariyerine ara verdi. Lille transfer teklifi yaptı ama orduya seçilen Rinus, Lille'e gidemedi.Acaba gitse bu akımlar ortaya çıkıp futbol şu anki konumunda olabilir miydi? İyi ki gitmemiş diyelim o zaman. Rinus, 9 Haziran 1946’da Ajax A takım formasını 8-3’lük Ado Den Haag galibiyetiyle sırtına geçirir ve tam beş gol atar. Tam da ona yaraşır şaşaalı başlangıcı yapmıştır. Rinus bir daha profesyonal kariyeri boyunca hiçbir takımda forma giymez. 1958’de bıraktığı futbol hayatında Ajax forması ile 264 maça çıkar ve 122 golün altına imzayı atar. Takdir edilmesi gereken bir performans gerçekten.



Milli takım kariyeri de 8 Haziran 1950’de İsveç ile oynanan karşılaşma ile başlar. Milli takım formasıyla sadece 5(yazıyla beş) maça çıkar. Hollanda bu 5 maçı da kaybeder! Kaybetmeyi de bilen bir isimdir yani. Belki de ilerisi için onun kişiliğinde çok önemli bir uktedir futbolculuk dönemindeki milli takım. Kim bilir?

Futbolu bıraktıktan sonra sağır ve dilsizler için beden eğitimi öğretmenliği yapmaya başladı. Onun futbola dönmemesi tam bir facia olurdu. O da teknik direktörlük kurslarına katıldı. Teknik direktör olarak futbol dünyasına tekrar adımını attı. JOS Amsterdam ve AFC Amsterdam gibi takımların başına geçti. Bu takımları duymadığınıza eminim. Şahsen ben de ilk defa duyuyorum. İlk defa duyduğumuz üzere amatör küme takımları bu Amsterdam ekipleri. 1965’de Ajax küme düşmemeye oynuyordu. Ajax’ın çocuğu Vic Buckingham’ın yerine teknik direktörlük koltuğuna oturuyordu. O sene kıl payı 16 takımlı kümeyi 13. Bitirerek ligde kaldılar.Ertesi sezon yani 1965-66’dan itibaren üst üste üç kez  şampiyon oldular. 68-69 sezonunda şampiyonluğu Feyenoord'a kaptırdılar. Aynı sezon Ajax ilk Şampiyon Kulüpler Kupası finalini oynadı. Finalde İtalyan devi Milan ile karşılaşan Ajax, maçta 4-1 gibi farklı bir skorla kaybetti. İtalyanlar’da o zaman Catenaccio anlayışı hakimdi. Bu konuyu da ilerleyen günlerde işleyeceğiz. Ertesi sezon tekrar şampiyonluğu ellerine geçirdiler ve Yunan temsilcisi Panathinakos’u yenerek Şampiyon Kulüpler Kupası’nı aldılar.

1971’de Barça’ya yolu düşer efsane ismin. O yıllarda Barcelona çok etkin olamaz ve Real-Atletico Madrid ikilisinin gerisinde kalır. Nitekim ilk iki sezon Michels de bu konuda etkin olamaz ve üçüncü sezon Cruyff ve Neeskens’in takıma katılması ile şampiyonluğu elde ederler. Cruyff’un Barca’daki etkisini bir önceki yazımda incelemiştik. İsterseniz bakabilirsiniz. Orada Aziz’dir üstadımız. Etkisi çok fazladır.

Sezon sonunda efsanemiz 74 Dünya Kupası için Hollanda milli takımının başına geçer. Hollanda takımı eleme grubunu Çek antrenör Frantisek Fadrhonc yönetiminde zar zor geçmiştir. Bunun üzerine Michels takımın başına getirilir ve Fadrhonc ise yardımcılığa çekilir. Cruyff gibi ünlü ve önemli oyuncularla çalışır Michels. Eski öğrencilerini ve Feyenoord’un efsanelerini bir araya getirip harmanlar. Hazırlık periyodu kötü geçer ancak bu turnuvaya etki etmez. Beklendiği üzere birçok takımı eleyerek namağlup şekilde finale kadar gelirler. Finalde rakip Helmut Schön’ün Batı Almanyası’dır. Batı Almanya’ya 2-1 mağlup olurlar.Kupayı evlerine götüremeseler de çok önemli bir dönemeçten geçerler. Artık onlar gönüllerde adeta taht kurarlar. Ancak bu Michels’i etkilemez. 102 gün süren bu görevden Michels ayrılır ve 1976 yılında tekrar Barcelona’nın başına geçer.

Artık uzun süre tutunmaz gittiği yerlerde. 1977-78 sezonunda Barça'ya İspanya Kral Kupası'nı kazandırdıktan sonra, bir yıllığına Los Angeles Aztecs'in teknik direktörlüğünü üstlendi.Hatta yanında Cruyff’u da götürdü. Ertesi yıl tekrar Avrupa'ya dönerek 1. FC Köln takımının başına geçti. Köln’de pek başarılı sayılmaz üstadımız. Sadece Almanya Kupası’nı kazanabilmiştir.

Köln’ü bıraktıktan sonra Michels tekrar Hollanda’nın başına geçer.Federasyon ile sorun yaşayıp 85’de görevi bırakır. Görevi bıraktıktan sonra 86’da tekrar milli takımın başına geçer. Takımı 88 Avrupa Şampiyonasına sokar. Burada finale çıkıp kupayı alırlar. Hollanda’nın uluslararası arenadaki tek başarısı budur. Bu şampiyonayı kazanırken yarı finalde 74 finalinde kaybettikleri Batı Almanya’yı da yendiklerini hatırlatalım.Şampiyonadan sonra tekrar Almanya’ya bu kez Bayern Leverkusen’e yolu düştü. Başarısız oldu. 90 yılında tekrar milli takımın başına geçti ve 92 Avrupa Şampiyonası’nda yarı finale kadar çıkmaya başardılar.  Plajdan gelip şampiyonluğa yürüyen takım olan Danimarka’ya elendiler. Nitekim yine milli takımda başarılı oldu. Hollanda milli takımının başında 51 maça çıktı. 


92 Şampiyonası’ndan sonra da kesin olarak teknik direktörlük kariyerine son noktayı koydu. Elde edilebilecek ne varsa elde etti. Bu kadar üst düzey teknik direktör olmasını neye borçluydu peki? Ya yaptığı devrim?

Yaptığı devrim daha sonra İngilizler tarafından Total Futbol olarak ifade edilecek olan futbol düşünce sistemini başarıyla uygulayan ve sistematize eden ilk teknik direktör olmasıydı. Bugün ki futbola etki eden Cruyff’un hocasıdır kendisi. Cruyff onun vefatından sonra şu sözleri söylemiştir nitekim: "Hem futbolculuk hem de antrenörlük dönemimde kimse beni onun kadar etkilemedi. Ondan hiç kimseden öğrenemeyeceğim kadar çok şey öğrendim. Liderliğine hayrandım. Onu hep özleyeceğim." İkisi de büyük adamlardı. Benzetme yapacak olursak felsefede Sokrates-Platon ilişkisi futbolda Michels-Cruyff ilişkisine benzer. Michels ve Cruyff da birer filozoftu bunu aklınızdan çıkarmayınız !


Total futbol nedir diye soranlarınızın olduğunu zannetmiyorum ancak çok basitçe bunu en mükemmel biçimde uygulayan takım Barcelona’dır diyebiliriz. Oynadıkları 3-4-3’e benzer bir sistem olmuştur zira. Ben buna artık Neo-Total Futbol diyorum. 4-3-3 bilerek demedim. Bunu da ilerleyen zamanlarda –yeteri kadar veri elde ettiğim zaman- işleyeceğiz.

Rinus der ki “ Üst düzey futbol savaş gibidir. Zayıf olan kaybeder.” Bu fizik gücünü ve ciddi anlamda teknik-taktik gücünü ifade eder. Önemli bir sözdür. Bu işin zorluğunu da şöyle dile getirir : "Yetenekli ve sert oyuncular arasındaki dengeyi tutturmak, defans ve atak yapımını şekillendirmek; Yeni bir takım yaratmak içinde bir sanat barındırır." Sanat ve sanatçıya değer vermeyen ülkem –şaşırmıyorum- Michels’e de değer pek vermez.

Rinus Michels’e 1999 yılında futbol dünyasının bana göre en prestijli ödülü verilmiştir: Asrın Teknik Direktörü… Bunu hak etti mi? Kesinlikle. Ona teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bilirim. Futbolu futbol yapanlardan birisidir kendisi. Yeteri kadar ülkemizde ilgi göremese de onun yeri çok ayrıdır. Ruhu şad olsun zira kendisini 2005 yılında kaybetmiştik. Her şey için teşekkürler Rinus. Bizler futbol dilencileri olarak başta sen olmak üzere üstadlardan çok şey öğrendik. Büyüksün GENERAL!

Başarılar:
-Hollanda ile 1 kez Avrupa Kupası Şampiyonluğu (1988)
-Hollanda ile 1 kez Dünya Kupası Finali (1974)
-Ajax ile 1 kez Şampiyon Kulüpler Kupası Şampiyonluğu (1970-71)
-Ajax ile 1 kez Şampiyon Kulüpler Kupası Finali (1968-69)
-Ajax ile 4 kez Hollanda Ligi Şampiyonluğu (1965-66, 1966-67, 1967-1968, 1969-70)
-Ajax ile 3 kez Hollanda Kupası (1966-67, 1969-70, 1970-71)
-Barcelona ile 1 kez İspanya Ligi Şampiyonluğu (1973-74)
-Barcelona ile 1 kez İspanya Kral Kupası (1977-78)
-Köln ile 1 kez Almanya Kupası (1982-83)
-FIFA tarafından "Yüzyılın Teknik Direktörü" Ödülü (1999)
-Hollanda Futbol Federasyon tarafından "Yüzyılın Teknik Direktörü" Ödülü (1999)
-Hollanda Krallığı tarafından "Şovalye" ünvanı (1974)
-UEFA Tarafından "Yaşam Boyu Başarı" ödülü (2002)
-Hollanda Futbol Federasyon tarafından "Son 50 Yılın En İyi Futbol Adamı" (2004)

NOT: Çok sevdiğim Ali Ece abimiz Neeskens röportajı sırasında şöyle bir benzetme yapmış çok hoşuma gitti paylaşayım dedim:  “Nasıl ki Dostoyevski bütün Rus yazarlar için “Biz Gogol’un paltosundan çıktık.” demişse Cruyff, Hiddink, Neeskens, Rijkaard hatta Guardiola da “Rinus Michels’in paltosundan çıkmıştır.” diyebiliriz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...