28 Aralık 2011 Çarşamba

İleride En İyileri Yine Bunlar

Bu gördüğünüz ikiliyi tanımıyorum. Muhtemelen La Masia'ya adım atacak nice Culeslerden sadece ikisi. Ancak bir gerçek var ki sanırım bunu hepimiz biliyoruz. Onlar ileride aşağıda göreceğiniz adam gibi olacak ama biraz eksik ama biraz fazla. Kalıcı olan ne olacak biliyor musunuz? Gelenek, güven, yetenek, ailevi ortam, renklere karşı aşk ve en nihayetinde BAŞARI...
Bu kadar göz önünde olan bir şeyi en azından özentilik yapıp uygulamak zor mudur? Menajerlere verilecek milyonlarca eurodan daha az harcanacak bir para olduğundan olsa gerek zor gelir, bilirim.

27 Aralık 2011 Salı

Rossoneri Efsanesini Yaratan Adam

1 Nisan 1946 doğumlu olan Arrigo Sacchi devrimci nitelikteki teknik direktörlerden birisidir. Diğerlerinden farklı olmasının birçok sebebi vardır tabii...

Hayatını babasının ayakkabıcı dükkanında ona yardım ederek sürdürür. Aynı zamanda amatör olarak da Fusignano’da top koşturur. Haliyle babasına yardımcılık bir süre sonra tatmin kapasitesinin yanına bile uğrayamaz. Çok sevdiği futbolun, onu içine çektiğini hisseder. Bir şekilde içinde olmak ister. Tabii işi zordur. Futbolculuk için yaşı biraz geçtir. 1977 yılında yine amatör bir kulüp olan AC Bellaria Igea Marina’ya transfer olur. Yaşı ve yeteneklerinin kısıtlılığı sebebiyle burada da profesyonelliğe adım atamaz. O da yine çok sevdiği futbolun sinema değimiyle kamera arkasına geçmek ister. Teknik direktör olmaya karar verir. Tabii günümüzün şartlarında bile futbolun içinden gelmeyenlerin yer edinmesinin zor olduğu bir dünyada o zamanı düşünürsek ne denli güç bir durumla karşı karşıya olduğunu kestirebiliriz.

Hırsın getirmiş olduğu azimle birlikte bir şekilde kendini yaşadığı yerdeki yerel kulüplerin kapısından içeri atar. İlk başlarda altyapı antrenörlüğü yapacaktır. 1977 yılında Cesena genç takımını çalıştırmaya başladı.  82’de İspanya Futbol Federasyonu’nun açtığı kursu tamamlayıp profesyonel antrenör oldu. Gerekli bilgi birikimi sağladıktan sonra 1985 yılında Parma’nın başına geçer ve takımı Serie C şampiyonu yaparak Serie B’ye yükseltir. Daha ilk sezonu için süper bir başarıdır. İkinci sezonunda da takımı yükselme potasında tutar, takım olarak o yılki en büyük başarıları İtalyan Kupası’nda  AC Milan’ı eleyerek çeyrek finale çıkmaları olur.



Aslında biraz da Akdenizli kanı sayesinde Berlusconi her zaman fevri hareketler yapar. Bu hareketlere zamanında birini daha katmış. Birinci lig tecrübesi olmayan bir adama AC Milan’ı temsil etmiş. O adam da Arrigo Sacchi işte. Gerçi Milan şu an ki Milan değil. Göreceksiniz efendim.

Bu emanet ediliş hem Sacchi hem Berlusconi hem de Milan için bir dönüm noktası olur. Catenaccio’yu bilmeseniz bile en azından bir kez duymuşsunuzdur. İtalyanların “sıkıcı”, defansif oyun tarzı catenaccio olarak nam salar. “Asma Kilit” de derler bu sisteme. Yerleşmiş olan bu sisteme karcı takımını deyimi yerindeyse Portakal oyuncuları sayesinde Total Futbol’a zorlamıştır Sacchi. Hep ileriye giden hep hücum düşünen hep golü aklında bulunduran bir takım yaratmaya çalışmıştır ve başarmıştır da. İşte bu yüzden “devrimci” sıfatını yapıştırdım isminin önüne. “Her zaman takımlarımı güzel futbol oynaması ve zevk vermesi üzerine kurdum.” Der. Doğrudur da.

Daha ilk sezonunda(87-88) AC Milan’ı Seria A şampiyonu yaptı. Son şampiyonluğundan bu yana 9 yıl geçmişti. Önemli bir başarıydı yani. İtalyan Kupası sahibi Sampdoria’yı ilk kez düzenlenen İtalyan Süper Kupası’nda mağlup edip bu kupayı müzesine götüren ilk takımın hocası olmayı da başardı.  Ertesi yıl ligi üçüncü bitirdiler ancak Şampiyon Kulüpler Kupası’nda işler yolunda gidiyordu. Finalde Steaua Bükreş’i  yenerek kupanın sahibi oldular. Milan bu kupayı üçüncü kez müzesine götürüyordu. Kupa Galipleri Kupası şampiyonu Barcelona ile Süper Kupa maçına çıktılar. Bu kupayı ilk kez müzesine götüren Milan’ın teknik direktörü olarak o da tarihe geçiyordu. İntercontinental Kupası’nda da Atletico Nacional’ı eleyerek bu kupayı da alıyorlardı. Neredeyse bütün kupaların sahibi oluyorlardı.

88-89 sezonunda Maradonalı Napoli’nin arkasında ligi ikinci bitiriyorlardı.Şampiyon Kulüpler Kupası’nda da bu sefer Benfica’yı yenip kupayı müzeye götürüyorlardı. Süper Kupa’da ise Sampdoria’yı eleyerek Süper Kupayı da ikinci kez üst üste müzesine götürüyordu Sacchili Milan. İntercontinental Kupası’nı da Olimpia’yı mağlup edip kupayı alıyordu. Başarılar tekrarlanıyordu.

Ertesi yıl kazanılan tek bir kupa bile yoktu. Üstelik Berlusconi’nin manevi oğlu saydığı Van Basten ile sürtüşmüştü de. Van Basten yönetime “Ya o ya ben!” demişti. Bir adam hiç mi değişmez diyesim geliyor. Kısacası Sacchi’ye yol görünüyordu. Hatta ilerleyen tarihlerde o günlere dair röportajlarında da bu konudan bahseder. Antrenmanları ağır olan Sacchi’ye şu soru gelir ve karşılığındaki cevap da şudur: 

“Futbolun devrimcisi konumundasınız ama sizin idman metodunuzu oyuncularınız bir kabus olarak görüyor. 1990 yılında bu işinizden olmanıza bile sebep olmuştu.Bu konu hakkında ne diyeceksiniz?
-Siz hiç itiraz olmadan gerçekleşen bir devrim gördünüz mü?...”

Milan’dan ayrıldıktan sonra İtalya Milli Takımı’nın başına geçti.  Başarısız geçen bir ön eleme ve bir turnuva sonrası o görevde kalması neredeyse imkansızdı. 94 Dünya Kupası’nda Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltı ile ikinci oldukları turnuvada da o vardı gerçi. Atlamamak gerekir.

96-97 sezonu içinde Milan’ın üçüncü teknik direktörü olarak takımın başına getirildi ancak ligi on birinci bitirmelerinin ardından görevden istifa etti.

1998 yılında yurt dışına çıkıp Atletico Madrid’i çalıştırdı. Başarısız geçen bir lig vardı yine. Kral Kupası’nda bir final ve Parma’ya elendikleri UEFA Kupası’nı da değinmeden geçmemek lazım.

2000-2001 sezonunda Parma’nın başına geçti ancak sağlık sebepleri ile görevinden istifa etti. 2004 yılına kadar sportif direktörlüğünü yaptı ancak daha sonra 2005 yılında istifa edeceği Real Madrid’in sportif direktörlüğüne oturdu. Burada da Robinho’nun Real’den Manchester City’e rekor ücret karşılığı transferinden sonra nokta atışı sözlerini sarf eder: “Robinho ruhunu para için satmış. Hiçkimse Real’i bırakıp City’e gitmez.”

Yorumculukla geçirdiği bir sürenin ardından 2010 yılında genç futbolcu akademileri koordinatörü olarak İtalyan Federasyonu’nda görev aldı.  Ve halen devam ediyor.

Kendinden sonraki nesilleri de hep etkilemiştir. Misalen Rafe Benitez’in bir cümlesi vardır: “Görüşlerim Sacchi’nin Milan’ına yakın.Agresif ve ofansif oynayan bir takım istiyorum.”Ayrıca bilindiği üzere efsanemiz futbol dışından gelen “devrimci teknik direktör”dür. Basından buna gelen vurgu sonrası gelen cevap da kendisi gibi efsane haline gelir: “Jokey olmanız için at olmanıza gerek yoktur.” Tanıdık geldi değil mi? Ah be Jose ah be ne ilkti ne de son olacak bu “esinleniş”in…


Başarılar:

Milan ile 2 kez Şampiyon Kulüpler Kupası (1988-89, 1989-90)

Milan ile 2 kez Süper Kupa (1988-89, 1989-90)

Milan ile 2 kez Kıtalararası Kupa (1988-89, 1989-90)

Milan ile 1 kez İtalya Ligi Şampiyonluğu (1987-88)

Milan ile 1 kez İtalya Süper Kupası (1988-89)

Atletico Madrid ile 1 kez İspanya Kral Kupası (1998-99)

Atletico Madrid ile 1 kez UEFA yarı-finali (1998-99)

İtalya Milli Takımı ile 1 kez Dünya Kupası Finali (1994)

Times Dergisine göre Gelmiş Geçmiş En İyi 11. Teknik Direktör (2007)

İtalya'da Yılın Antrenörü Ödülü (1988-89)

Ufuk Tolga Aldırmaz


24 Aralık 2011 Cumartesi

Son Düdük...İkinci Yarı Daha Güçlü

İlk yarı bitti. Malumunuz 25 maç oynadı Beşiktaş. Ligde üçüncü sırada, UEFA Avrupa Ligi’ni de grubundan lider olarak bitirdi. Braga ile Şubat ayında iki zorlu mücadeleye çıkacak. Ağustos ayında başlayan ve Eylül ayında ligin de katılmasıyla birlikte yoğun bir mücadeleye girişti Kartal. Zorlu bir mücadele de oldu bu. Malumunuz Tayfur Hoca’nın tutuklanması sonrasında yaşanan mecburi bir teknik direktör değişimi de var. İşte bu noktadan başlamalıyız…

Carlos Carvalhal

Geldiği ilk günden itibaren kafalarda bir sürü soru işareti belirmesine neden oldu. Gerek kariyeri gerekse Mendes ile olan ilişkisi insanlarda bir sıkıntı yaratıyordu. Daha ilk basın toplantısından Türkiye’nin güzel bir ülke olduğunu, Türk insanlarını çok sevdiğini, burayı daha önceden tanıdığını, Beşiktaş’ın da ne kadar büyük bir takım olduğunu söyleyip insanlarda olumlu bir düşünce bırakıyordu. Sempatik bir adam diye bakıyordum ben de. Yüzü gülüyordu çünkü. Sempatikliğinden ziyade takıma ne katacağı önemliydi tabii ki.

İlerleyen günlerde farklı bir röportajda da takımının sisteminin 4-3-3 olacağını çok net bir şekilde dile getiriyordu. Çok çekinceliydim bu konuda da. 4-3-3 oynayabilmenin ne demek olduğunu az çok herkes biliyor. Uzun uzadıya açıklamak yersiz. Beşiktaş’ın elinde bunu uygulayabilecek orta saha yapısının bulunduğunu düşünmüyordum. Özellikle de Guti ve Fernandes’den şüpheliydim. İkisi de kırılgan bir görüntü çiziyorlardı. Günler geçip hazırlık maçları ve eleme turlarındaki ciddi maçlar sonunda Carvalhal de bazı şeyleri görmüş olsa gerek Guti’yi bir anda takımdan kesti. Kesişten sonraki olay malum. Guti ülkesine geri döndü. Akıbeti hala belli değil. Bu vedanın hem olumlu hem de olumsuz yönleri var tabii ancak bu nokta Carvalhal açısından bir duruş örneğidir. Onu istemiyorum dedi ve gönderdi. Aynı şekilde ilerleyen haftalarda benzeri bir durumu Fernandes’e de yaptı ancak Fernandes’i çok güzel bir şekilde takıma monte ederek kazandı. Nitekim yine hanesine bir tik yazdırdı. Bu tip durumlar sonucunda takımına ve taraftara dizilişi ezberletti. Bununla da kalmadı. Son iki yılda Beşiktaş’ın teknik direktörlerinin yapamadığı bir şeyi de yaptı: Kadro İstikrarı…

Arada rotasyonu unutarak futbolcularına ağır yükleri bindiriyor ancak bu istikrar sayesinde başta savunma hattı oturdu daha sonra ise şu günlerde rahatlıkla dile getirebildiğimiz şey gerçekleşti. Takım olgusu… Carvalhal’in yaptığı en önemli iş de bu. Beşiktaş artık bir takım.

Tüm bu yazdıklarım onun hatalarının olmadığını göstermez. Bana göre çok büyük işler yaptı. Belki de bu potansiyeli onda görmediğimiz için yaptıkları bize çok fazla geliyor.Kilit nokta da bu sanırım. Ne bekledik? Ne aldık? Sezon başından beri özellikle kadro seçimlerinde daha iyi olsaydı şu an ligde de lider olmak iş değildi ya da Kayserispor maçında taraftarın önüne attığı Guti gibi bir değer… Hiç hoş değildi.

Transferler

Yeni transferleri tek tek saymayacağım. Değineceğim iki durum var lakin. Birincisi Bebe’nin sakatlığı. Bebe potansiyeli olan bir oyuncu idi. Rotasyonda çok gerekli bir parçaydı. Bundan ziyade Carvalhal’in kafasında oluşturduğu taktik düzene uyacak adamların da başında geliyordu. Yazık oldu.

Bir diğer değineceğim nokta ise Egemen… Gladyatörümüz inanılmaz bir grafik çiziyor. Allah nazarlardan saklasın diyelim.

Pektemek de iyi bir grafik yakaladı tıpkı Veli gibi. Edu’nun da son haftalardaki performansı iyiye işaret mi? Hep birlikte göreceğiz.

Almanlar

Bursaspor deplasmanında Quaresma’nın atılması ve sonra dönen oyun kırılma anıdır. Özellikle Sivok’un maç sonu basın açıklaması hem takıma hem Carvalhal’e ders olmuştur. Sivok: “Oyuna sonradan giren Veli ve Holosko gibi savaşan arkadaşlarım sayesinde kazandık.” Çok net bir açıklama.

Buradan yola çıkarak soruyorum hiç dikkatinizi çekti mi bilemiyorum ama Beşiktaş Quaresma-Simao ikilisinden birinin olmadığı maçlarda daha rahat oynuyor ve daha rahat sonuca ulaşıyor… 


Beğenilenler

Egemen-Sivok, Ernst-Hilbert ikililerinin yeri ayrıdır ancak Tsubasavari saç tipi ve mücadelesi ile Veli’nin performansına; Pektemek’in kritik golleri ve umut veren oyununa değinmeden edemeyeceğim. Fernandes ve Quaresma da ilk yarının sonlarına doğru kendilerini buldular.

Hayal Kırıklıkları

Maalesef Simao. Bu sezon takıma hiçbir şey kazandırmadı dersek yeridir. Aynı zamanda Necip de kötü performansını sahaya yansıtınca ona karşı beslediğimiz umutları da kırmaya başladı.

Ayrıca Guti…


***

Bu başlıklara eklemek istediğim bir şey de büyük ve önem arz edilen maçlarda oynanan iyi futbol aynı zamanda da iki kırılma maçında (Gençlerbirliği-Samsun) gösterilen vasat performans ve kaybedilen puanlar. Bunlara ek olarak da Avrupa mücadelelerinden sonra kaybedilen puanlara bir çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorum.

***
Gelelim Spor Toto Süper Lig’e… Bu kısmı fazla uzatmak istemiyorum. Belli başlı dikkat çeken olaylara değinsek kafi.

Hep hakemlerin kötülüğünden dem vurulur. Ligimizi kaldıramadığından söz edilir ama bu mottoyu yıkan iki hakemimiz var: Fırat Aydınus ve Cüneyt Çakır… Fırat Aydınız ilk yarı boyunca açık ara ligin en iyi hakemiydi. Buna ek olarak Cüneyt Çakır vasat performansına rağmen büyük bir organizasyona katılacak. Hakemlerimiz açısından çok önemli bir dönem kısacası.

Takımlara göz atacak olursak beni yanılgıya düşüren takım Trabzonspor oldu. Bu kötü performansı açıkçası beklemiyordum. Özellikle Egemen’in gidişi onları çok kötü etkilemiş gibi gözüküyor. Takım savunmaları çok kötü durumda. Beklediğimin üstünde performans sergileyen takımlar ise Galatasaray ve Eskişehirspor. Galatasaray’ın iyi bir kadrosu olduğunu düşünmekle beraber yeni oluşturulmuş bu takımın ilk yarıyı lider bitirmesi açıkçası beklediğimden fazla idi. Eskişehirspor’un da tıpkı Beşiktaş gibi ani bir teknik direktör değişimine uğramış olmasına rağmen böyle olumlu futbol oynaması ve ilk yarıyı da iyi denilebilecek bir noktada bitirmeleri çok önemli. Skibbe’nin gidişinden sonra nasıl bir oyun ortaya koyacaklar merak konusu. Skibbe’nin ikinci gidişi ise çok güzel oldu diyebilirim. Tekrar geri gelecektir.

Ligimize gün geçtikçe daha kaliteli yabancılar geliyor. İyi yöndeyiz diyebilirim bu konuda. Özellikle Anadolu ekipleri gözlem yaparak iyi oyuncular buluyorlar. Tabii bunun aksini yapanlar da mevcut. İyimser bakmayı tercih ediyorum.Göze batan yabancılara değinecek olursak Ujfalusi, Dede, Doka, Ben Yahia, Amrabat, Webo, N’Diaye ve Holmen sayılabilir. Hepsi takımında çok önemli işler yapıyor. Yerlilere gelecek olursak Burak Yılmaz’ı ayrı bir kenara koyup devam etmeliyiz. Selçuk İnan, Aykut Demir, Alper Potuk, Soner Aydoğdu,Semih Kaya ve Tolga Zengin isimleri önemli işler yaptılar diyebilirim. Benim en büyük hayal kırıklığım ise Alex oldu. Çok kötü bir ilk yarı geçirdi.

Teknik direktörde ise Fatih Terim ve Michael Skibbe başa oynar ancak Kemal Özdeş’in yeri ayrıdır.

Bu ligde daha çok şey değişecektir ve köprünün altından çok sular akacaktır. Özellikle Play-Off sistemi çok ilginç bir lig sonunu beraberinde getirecek. İlk üç aynen katılacaktır ama dördüncü isim kim olacak çok merak ediyorum. Düşmenin en büyük adayı ise malumunuz Ankaragücü…

Bakalım transfer döneminde ne gibi değişikler olacak ve neler göreceğiz. Kalın sağlıcakla…

Ufuk Tolga Aldırmaz

22 Aralık 2011 Perşembe

Virtüözvari Dokunuşlar

Değişik işler olmaya başladı. Özellikle de yaşanan sakatlıklar sonrası. Garip olan Edu gibi bir adamın yoktan var olması idi. Açıkçası son üç maçta gösterdiği performans beni tatmin etmese de hoşuma gitti dersem yalan söylemiş olmam…

Bu tip maçların ne olacağı bellidir. Geçen hafta yaşanan beklenmedik Samsunspor performansı gibi performanslar haricinde tabii… Bir çok etmen bir araya gelip sizi puan kaybına zorlamadığı takdirde bu akşamki gibi vasatınızda bile olsa tek kale oynanan bir maç yaşarsınız. Kilit nokta ilk 20 dakikadır o dakikalarda gol gelmezse şayet rakibin direnci her dakika artar. Taraftar baskısı, yaşanan stres üst üste binerse maç daha da kötü bir noktaya biter. Bu noktaya gelmeden önce de devreye kilit oyuncular girmelidir. Beşiktaş’ın hücumdaki kilit oyuncuları bugün sakatlık sebebi ile yoktular. Bildiğiniz üzere tabii. Onun yerine Fernandes adeta bir virtüözün gitarın tellerine dokunuşu gibi narin ve adrese teslim paslarla takımın hücumunu yönlendirme çabasında idi. Özellikle de beklerin hücuma katılması Beşiktaş’ı rahatlatan unsurdu. Hilbert iki kere çıkıp iki gollük pas atıyorsa sizin o maç gol atmama ihtimaliniz yoktur. Keza gol de ters kanattan Fernandes’in virtüözvari pası ile hareketlenen İsmail’in mükemmel ortasına kafayı “geçiren” Almeida ile geldi…

İlk yarının ardından Beşiktaş sineye çekiliyordu. İki haftalık tatile futbolcular erken giriyordu. Biraz direnç gösterebilecek bir takım olsa belki çok daha farklı olabilirdi. Nitekim Emenike Demir Çelik Spor özür dilerim Karabükspor hiçbir zorlayıcı atakta bulunamadı dersem yeridir. Burada dem vurduğum nokta Emenike’nin gerçekten Karabük’ü tek başına taşıyan oyuncu olmasıydı… Cernat gibi beğendiğim bir oyuncu dahi etkili değilmiş. Gerçekten Emenike tek başına bir takımmış…

Korkarım çok sevdiğim Karabükspor Ankaragücü’nün ardından lige veda edecek ikinci takım olacak.Transfer döneminde gelecek oyuncuların ekstra katkısı olmazsa BAL yolu gözüküyor. Üstelik oyuncularda istek dahi kalmamış. En kötüsü de bu.

Bu maç ile Beşiktaş’ı yargılamak yanlış olur. Almeida’nın gol atması ve Carvalhal’in gol sevinci benim için en önemli durumlardı. İnşallah oyuncular iyi bir şekilde geri döner de çok daha iyi bir Beşiktaş izleriz.

Unutmadan bu takıma transfer şart. Kim ne derse desin eksikler çok. Özellikle bekler ve yaratıcı orta saha sıkıntısı çekilmekte. He bir de alternatif bir hücum kanat oyuncusu alınırsa hayır demem. Sakatlıklar da benim için yeni transfer kategorisindedir. Kalın sağlıcakla…

14 Aralık 2011 Çarşamba

Derisi Yüzüldü

Çok ilginç bir takım ile karşılaştı Beşiktaş. Bildiğiniz gibi İngiltere’nin en eski kulüplerinden biri Stoke City. Herhalde bu şiarlarından olsa gerek(!) 1800’lerin futbolunu oynamaya devam ediyorlar. Onları ilginç diye nitelendirmemin nedeni böyle oynamaları değil; modern futbolun onları her zaman alt edemiyor olması. Brittania Stadyum’una giren çıkamıyor dersem hata olmaz. Oynadıkları oyun hep sabit olduğundan ve fazla yetenek gerektirmediğinden bugünkü gibi yedek ağırlıklı çıkmaları “fazla” bir şey değiştirmiyor. Tabii bir Alex koysanız bu takıma uçurur orası ayrı(!).

Beşiktaş ise yetenekli ayaklarının ikisinden yoksun, Holosko gibi bugün “beceriksiz” ve formsuz bir santrafor ile mücadeleye çıkıyordu. Bunların hepsi çok önemli faktörler. Özellikle İsmail’in ilk hatası ile gelen ve Rüştü’nün harika çıkardığı topa kadar Beşiktaş’ın üstünlüğü bulamamasının iki sebebi var. O iki sebep de Holosko ve Almeida.Sıkıntı bu dakikalarda  Kiev’in de iki farkla önde olmasıyla çok daha büyüyordu. İşin garibi daha ikinci pozisyonlarında golü buldular ve golden sonra daha baskılı oynamaya başladılar. Çok garipler hakikaten.  İlk yarı bitene kadar bocalama sürecine girildi ve Stoke City de daha etkin oldu maçta. Doğal olarak tabii.

İkinci yarı ile Holosko’ya Carlos Hoca da dayanamıyor ve Pektemek’i oyuna alıyordu. Akılcı bir değişiklikti. Hele de gol elzem olunca… Değişiklik kendini ilk dakikadan itibaren göstermeye başladı. Pektemek’in kaleyi düşünmesi, dribblingleri, top saklaması yine etki ediyordu. Aynı zamanda Fernandes’in daha da fazla sorumluluk alması işi daha da güzel kılıyordu. Nitekim dikine oynamanın sonucunda penaltı kazanıp golü de atıyordu Fernandes ile Kartal. Golden daha değerli olan belki de Upson’ın atılması oldu. Stoke iyice gömüldü ve mahkum oynamaya başladı. Spiker Güntekin Onay’ın da dediği gibi sol beklerini stopere çekmeleri sonucunda sol bekte zaaflar oluşmaya başladı. Burayı da Hilbert’in dinamizmi ile delmeye çalışıyordu Beşiktaş. Maalesef gol bu yolla gelmedi. Gol Fernandes’in kullandığı ve Pektemek’in çok güzel kafa vuruşu ile Beşiktaş’ın hanesine yazılıyordu. Maalesef demem golün organize olmayıp yine duran topa bağlı gelmesinden kaynaklanıyor.  Bu dakikadan sonra zaten oyunu elinde tutan Kartal daha da fazla topa sahip oluyordu. Hele ki Edu’nun gelen füzesi… Diyecek tek kelime bulamıyorum ancak hala Beşiktaş’ın kalibresinde olmadığını düşünüyorum. Elinden geleni vermeye çalıştığından şüphem yok. Gol attıktan sonraki yüzünde oluşan ifade beni golden daha çok tatmin etti. 

Neticede güzel 3 puan, güzelce alınmış bir grup liderliği var. Umarım kurada da şanslı oluruz ve dişimize göre bir rakip çekeriz. Bu sene başka daha güzel şeyler göreceğiz gibi ancak önemli olan devre arasına kadar ortada olan bütün puanları toplamak ve önümüzü daha da net görmek.

Unutmadan. Seviyorum seni Carlos Hoca. Hatalarına rağmen…

Ufuk Tolga Aldırmaz

11 Aralık 2011 Pazar

Krediden Sildik

Her iki tarafta klasikleşen bir onbir ile sahaya diziliyordu. Özellikle Beşiktaş sakatlıklar sebebiyle doğal olarak rotasyona gitmişti.

İBB bildiğiniz gibi her zaman orta sahasını kalabalık tutan, yeri geldiği zaman önde basan, savunma yapmayı bilen bir takım. Senelerdir Beşiktaş’a ters gelen ne varsa onlardaydı yani. Bu sene de aynı şekilde oynamalarına karşın karşılarında buldukları Beşiktaş da hemen hemen aynı şekilde oynuyordu. Tek fark onlardan daha kaliteli oyunculara sahipti Kartal. Kafadaki tek soru işareti Quaresma’nın yokluğunun nasıl etki edeceği idi.

İki taraf da maça önde basarak, orta sahada top tutup hızlı bir şekilde topu ön bölge ile buluşturmaya çalıştı. Beşiktaş bunu genelde Veli ve Necip’i kullanarak yaparken, İBB ise Doka’yı kullanıyordu ki önceden de Carvalhal “faul önlemi” almıştı ona karşı. Tipik yıldırma taktiği… Burada İBB adına normal ortaya konulurken Beşiktaş adına özellikle Necip için bir ilk gerçekleşiyordu. Kopuk oyununa rağmen Almeida’ya attığı pas gibi şık hareketleri de vardı ancak eski Necip’i arıyoruz. Almeida’nın kaçırdığı bu gol mü desem yoksa Hasagic’in kurtardığı top mu bilemedim ama bu pozisyon kesinlikle dönüm noktası oldu. Bu dakikadan itibaren Beşiktaş özellikle Fernandes’in tipik duran topları ile etkili ataklar içinde bulunuyordu. Bu sefer golü bulamadılar tabii. Cenk’in çıkardığı harika topları da unutmamak gerek tabii. Dengede geçen bir maç idi ilk yarı adına…

İkinci yarı Beşiktaş hemen topa sahip olarak başladı. İBB’li oyuncuların yerde kıvranmaları her zamanki gibi maçı geriyordu. Belki de tribünlerin bu gerginliği yıllardır kazanamama baskısı oluşturuyordu. Bilemeyiz. Dakikalar geçtikçe iki taraf da yorgunluğunu sahaya yansıtıyordu. Burada bizim ele almamız gereken tabii ki Beşiktaş’ın yorgunluğu çünkü Carvalhal’in deyimi ile “2.5 günde 1 maç oynayan” bir takım Beşiktaş. Fikstür kesinlikle Avrupa’da oynayan takımlara göre düşünülmemiş. Çok bariz. Bu maçın stresi ve zorluğu bir yana yorgunluğun baş göstermesi bu iki durumdan daha vahim oluyordu. Nitekim Beşiktaş formda olmasından ötürüdür es kaza da olsa zorlaya zorlaya duran toptan golü buldu. Yorgunluk dememin kesinlikle sebebi şu: Golden sonra oyuncuların kendini geriye atması… İster istemez futbolcular yaslanmaya başlıyor ve kalelerinde pozisyon görüyorlar. Bu durum da maalesef kendini Tevfik’in golü olarak Cenk’in kalesinde bize gösteriyordu…

Her şeyi bir kenara bırakacak olursak Beşiktaş takımının böyle bir maçta puan kaybetme kredisi vardı. Onu kullandı. 3 günde bir maç oynayan bir takımdan her maç aynı seviyede performans beklemek küfür gibi bir şey olur. O yüzden bu puan kaybını fazla irdelememek lazım lakin tek bir şey hariç… O da Almeida. Carvalhal’in deneme-yanılmalarından birisi olarak bu tercihi nitelendiriyorum. Carvalhal hatasından ders alarak ilerleyen bir teknik direktör. Takım için en yararlı olacak kişi kim ise onu takıma bir şekilde sokar. Sanırım kendisi de farkına varmıştır ki Almeida’nın form seviyesine yakalayana kadar farklı tercihler kendini göstermelidir.

Carvalhal demişken… Maç başlamadan aldığı o çiçek yüzünde inanılmaz bir tatmin ifadesi yaratmıştı. O bu takıma elinden ne geliyorsa veriyor ve bu tip şeyleri de hak ediyor diye düşünüyorum. O çiçeği veren taraftara da teşekkürlerimi yolluyorum…

Ufuk Tolga Aldırmaz

Ne Demiştik? Barça,Barça,Barça!

Mourinho kibirine yenik düştü yine.

Barcelona’yı durdurmanın hatta yenmenin yolunu buldu diye düşünüyorduk oysaki.

Vazgeçti.

En büyüğüm dedi.

Yanılıyordu.

Hesaba katmadığı şeyler vardı.

Emek gibi, çalışkanlık gibi, ruh gibi, kazanma arzusu gibi, birbirine bir takım olgusundan daha farklı bir şekilde bağlanmış futbolcular gibi…

Bu doğaüstü futbolcu topluluğu vasatın da altındaydı bugün.

Tek yaptıkları şey inanmaktı.

Başardılar da. Yarısından çoğunu aldılar.

Sahadan sadece istediklerini alarak ayrılmıyordu bu takım.

Bizim de bazı şeyleri gözümüze sokuyordu.

Dünyanın en büyük teknik direktörü kavramını mesela.

Dünyanın en büyük futbolcusu kavramını mesela.

Tarihin en iyi takımı kavramını mesela.

Mesela futbolun sadece bir oyundan fazla olduğunun ete kemiğe bürünmüş halini gösteriyorlardı.

Bize de düşen tek şey kalıyordu tabi.

Santiago Barnebau’da Barcelona taraftarının bağırdığını haykırarak söylemek:

BARÇA! BARÇA! BARÇA!..


9 Aralık 2011 Cuma

"El-Clasico: Futbol Orgazmı" Vol2

Ağır bir Barcelona taraftarıyım. Bunda bir çok etken var tabii ancak bir Cule olmamın en büyük etkeni küçüklüğümden beri futbolu bana sevdiren ve İnönü’de farklı yendiğimiz en büyük kulüp olmasından kaynaklanıyor. Çok basit iki neden değil mi? Detaya inecek olursak La Masia gerçeği yatıyor. Öz Kaynak düzenini kullanan takımların varlığı her zaman beni tatmin eder. Tıpkı bir dönem kendi takımımda olduğu gibi…  

Barcelona’nın bu günlere gelmesinin altında kesinlikle tesadüf yatmaz. Her bir şeyin altında “Emek” vardır ve bu başarıda kulübün masöründen tutun da La Masia’daki aşçının dahi payı görmemezlikten gelinemez.

Ne bir siyasi kimlik ne de başka bir etken olarak algılayın bunu. Dünyadaki en büyük değer emektir ve tarihin en iyi takımının bu denli büyük bir emekle oluşması başta hayat olmak üzere futbolun algılanmasında başat etken olmalıdır. Visca Barça!

Gelelim asıl konumuza… El-Clasico. Geçen yıl o El-Clasicolar zincirinde bu efsane karşılaşma için kullandığım bir terim var. O da: Futbol Orgazmı… Hem Barça hem de Real takımı inanılmaz takımlar. Tarihi anlamda değil. Günümüzün muhtemelen en iyi futbol oynayan iki futbol takımı. Birisi gelen başarılar üzerine kibirlenmeyip kendine “Nasıl daha iyi olabiliriz?” sorusunu soran; diğeri ise “Nasıl en iyinin yerini alabiliriz?” diye rüyasında bile futbol oynayan bir teknik direktör ve futbolculara sahip bir takım. Daha ne istenebilir ki?

Son yıllardaki El-Clasicolar Barça-RMadrid değil, Barça ile RMadrid+Mou arasında geçiyor. Bunun en büyük nedeni ise Mou’yu yaratan kulübün Barça olmasıdır. Öyle ki Mou zamanında Barça’ya “Daima yürekten bağlıyım!” demiştir. Ancak cennetten kovulan şeytan misali kendisini yaratan kuruma bir anda düşman kesilivermiş ve en büyük amacı da onları bulundukları “en iyi” tahtından itmektir.  Bu ihanetin bedelini de Camp Nou’da hiç kazanamayarak ödüyor. Neredeyse Tanrı’dan çok Barcelona’dan korkuyor (!). Her ne kadar Barcelona’ya karşı şansı gülmese de onun bir futbol dehası olduğunu unutmamalıyız. Kasparov’un en sonunda yenildiği bilgisayar vardı ya. Heh. İşte o Mourinho. Evet benimki de böyle bir şey işte. Hem seviyorum bu adamı hem de nefret ediyorum.

Taktik dehası demişken geçen seneye atıfta bulunmalıyım. Neredeyse geçen sezon 10’a yakın El-Clasico oynamalarından ötürü Mou farklı şeyler denemek zorunda kaldı. Misalen Pepe’yi ön liberoda bir canavar şeklinde salık bir biçimde oynatması veya Ronaldo da dahil öndeki dört oyuncusuna pres yaptırtması gibi. Bu deneme yanılmalar ile bazı şeyleri de yakaladı. En azından Barcelona’nın oyununu kilitleyebilme yönünde adımlar atılmaya başlanmıştı. Pepe’nin hırsı ve azmi korkutucu bir güç haline geliyor, öndeki dörtlünün presi ise Barcelona’nın o bilindik Tiki-Taka’sını bozuyor ve uzun paslarla oyunu çevirme mecburiyetine itiyordu. Baskı ile Barça’yı yıldırma çabası tam anlamıyla bu. Bunu yaparken göze çarpan en büyük problem oyuncuların kendi mevkiilerini boşaltmak uğruna gözü dönmüşçesine baskıyı uygulama çabaları. Bu da –çok fazla olmasa da- Barcelona’nın ekmeğine yağ sürüyor ve tam da istediği oyun planına dönülmesini sağlıyor. Messi, Villa, Pedro hatta forvete Cesc’in uygun boşlukları bulup tehlikeli ataklar yapmasını tetikliyor. Ben RMadrid’in bunları yaparken ekstradan başka işleri de yapacağını düşünüyorum. Mou bu sefer bunlar ile yetinmeyecektir. Benim bile dikkatimi çeken bu etkenleri Mou’nun görmediğini düşünmek afatlık olur.

Barça tarafına geçecek olursak bu seferki oyun farklı. Bu kesin. Uzun süre sonra ilk defa Barça Madrid ekibinin gerisinde maça çıkacak. Hem de 6 puanlık bir fark bu. Bu farkın nasıl oluştuğuna değinmek istemiyorum başka bir yazının konusu olsun. Kazanmak zorunluluğu mecburen topu önde tutma gereksinimini beraberinde getiriyor. Burada da sıkıntı doğacak çünkü Mou’nun takımlarının geleneksel karakterinde üç pas ile 10 saniyede golü bulmak var. Önde kaptırılacak toplar –hele ki 6 saniyede geri kazanma oyunu tutmazsa- çok büyük sıkıntılar teşkil edecektir. Burada da dünyanın bir diğer mükemmel taktisyenlerinden biri devreye giriyor. Pep, böyle durumlarda takımını geriye çekip rakibinin sinir katsayısını arttırmayı hedefliyor. Elindeki kadronun en kötü gününde dahi olsa karşı takımın üzerine kabus gibi çökebilecek kapasitede olduğunu biliyor. Tabii ki bunu yapmak çok kolay olmayacaktır. Kolay olmayacaktır derken de hiç kimsenin aklından çıkmaması gereken bir şey var: Bu takım tarihin en iyisi! Bu bile onlara güvenmek için yeterli.

Bakın ünlü kimlikler bu konu hakkında ne diyor:

Juan Carlos Navarro(Barcelona Basketbol takım kaptanı-Capita-): “Çünkü ilk sorunda bu muhteşem takımdan şüphe duyamayız. Onlar bizi gururlandırdı ve bunu yapmayı sürdürecekler.”

Ricard Torquemada(Katalan Gazeteci): “Çünkü daha oynanacak çok maç var. Barça puanlar kaybetti ama kimliğini koruyor. Sonuna kadar savaşacaklar, her turnuvada. Barça düştüğü yerden kalkmasını bilir, onlar hiçbir zaman bir yanlış sonrası donup kalmadı.”

Jordi Baste(Katalan Gazeteci): “Onlara güvenmemek utanç verici olurdu. Bu takım her şeyi kazandı. 6 puan geriden gelip Madrid'i geçecekler, başaracaklar.”

Xavier Bosch(Katalan Gazeteci): “Çünkü, eğer tarihin en iyi takımına, en rekabetçi ve en iyi teknik adamına güvenmezsek Barça taraftarı olarak -cule- çağrılmayı hak etmiyoruz demektir.”

Johann Cruyff(Barça efsanesini yaratan adam): “Çünkü bir hafta önce Milan'ı evinde yenen bir takıma güvensizlik sergileyemezsiniz. Bir maç kaybetmek, her şeyin sonu değil, Barça'nın tipik ortamı bu olmasına rağmen ve lig zaferleri Aralık'ta kazanılmaz, Mayıs'ta kazanılır.”

Jamie Carragher(Liverpool ikinci kaptanı): “Barcelona insanların oyun hakkındaki düşüncelerini değiştirdi. Biz, hepimiz onlar gibi oynamak istiyoruz ama yapamayız.”

Carlo Ancelotti(Milan’ın efsanesi): “Pek çok Barça oyuncusu Blaugranayı giydiğinde kendini özel hissediyor çünkü orada yetiştiler. Onları kuvvetli kılan bu ve onların futbol felsefesi şu an en iyisi.”

Onlara katılmamak elde değil gerçekten. Her zaman dediğim gibi yine söylüyorum. Visca Catalunya! Visca Barcelona!

8 Aralık 2011 Perşembe

Ligin En Golcü Takımı

Manisa’da pozitif futbol oynanabilmesi için her şey elverişliydi. Takımlar kaliteli, tribünler bir final maçı havasında yarı yarıya dolu, zemin güzel, hava ideal… Tek iş sahadakilerin göstereceği performansa bağlıydı yani.

Carlos Carvalhal gün geçtikçe takımını oturtuyor ve oynayacağı maç için geçtiği her maçtan ders çıkartıp ona göre bir kadro sürüyor. Sezon başında kullanmadığı Hilbert ve Ernst’i takıma oturtması gibi bugün de formsuz Almeida’yı takımdan kesip yerine Pektemek’i yerleştiriyordu. Aynı zamanda kadro istikrarını sağlayıp, taktiksel disiplini oturtuyor. Bunları bir kenara koyacak olursak Carlos Hoca Beşiktaş iyi futbolcular topluluğunu bir “takım” haline getirmeye başlıyordu.

Carlos Hoca’yı övdükten sonra Manisaspor teknik direktörü Kemal Özdeş’i övmezsem rahat edemem. Kemal Hoca gerçekten kendi içinde çok iyi bir takım yaratmış. Eldeki malzemeyi nasıl değerlendireceğini iyi hesap etmiş. Kalburüstü bazı oyuncuları dışında sınırlı yetenekleri olan oyuncu topluluğunu o da takım haline getirmiş üstelik modern futbolun gereklerini de sahaya yansıttırmaya çalışmış. Özellikle defans kurgusunu iyi hazırlayıp, oyunu daraltma anlamında çok iyiler. Kişilik olarak da mükemmel bir adama benziyor. Futbolumuzun böyle adamlara ihtiyacı var.

Maç başladığı andan itibaren tipik Beşiktaş özelliği olan topu ayağımızda tutalım, ayağa kısa paslar ile hücuma çıkalım anlayışı devam ediyordu. İlk periyotta bunu uygulama çabasındaydılar. Doğal olarak zorlandılar. Karşılarındaki ekip dirençli bir ekip idi. Defans hattında topu rahatça dolaştırmak konusunda sıkıntı çekmezken oyunu yayma konusunda eksiklikler baş gösterdi. İlk yirmi dakikanın ardından ise sazı Quaresma ve Fernandes ikilisi eline aldı ve Beşiktaş ön bölgede topu tutmaya başladı. Manisaspor da sürekli “yıldırma” politakalarının sonucu olarak faul yapma eğilimindeydi. Burada sanırım futbolcuların hesap edemediği şey Beşiktaş’ın duran topları çok iyi kullanmasıydı. Özellikle ceza sahası ve çevresinde çok fazla duran top imkanı verdiler Kartal’a. Nitekim Quaresma da güzel bir free-kick golüyle takımını öne geçirdi.

Topu ileride tutabilmenin rahatlığı Pektemek ile ortaya çıkıyordu. Pektemek “hedef adam”lığın tüm gerekenlerini yapıyordu. Top saklıyor, servis ediyor, kafayla indiriyor, dribbling vs. her şeyi yapıyordu. Yaptığı iyi işlerin üst üste gelmesinin sonucu olsa gerek hala hafızanızdadır, beklenmedik bir şekilde topu sürdü ve mükemmel bir vuruş yaptı. Adeta golü yarattı. Mustafa da yavaş yavaş büyük takımda oynama fikrine alışıyor olsa gerek. Takıma ilk katıldığı zamanlarda bunları yapmaya pek yeltenmiyordu. Gençlerbirliği forması giyerken buna benzer gollerini görmüştük. Beşiktaş’ta da aynı şeyleri görmek gelecek açısından çok ümit verici.

İlk yarı adına söylenebilecek tek sözüm kaldı. Belki de en önemlisi. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama Quaresma, Pektemek ve Veli’nin ileride her şok-presi sonucunda bir atağı getirdi. Önemli bir dip not bu kanımca.

İkinci yarı itibari ile Manisaspor ön alanda pres uygulamaya başladı. Quaresma’nın çıkışı ve Holosko’nun girişi ile Beşiktaş adına iyi de bir taktik idi bu. İşleyecek gibi göründü de başta. Manisaspor’un baskısı Fernandes’in Sivok’un kafasına attığı top ile kırıldı sanmıştık. Yine Rıza Çalımbay değimiyle yediğimiz bir “basit gol” bizi rahat ettirmeden maç izlemeye itti. Garip olan nokta da maalesef bu. Ne yapıp ediyoruz ve o topu kalemize sokuyoruz. Aynı şekilde 2-0 öndeyken bile maalesef oyunu soğutmayı beceremiyoruz. Daha doğrusu heyecanımıza yenik düşüyoruz. Bu iki hastalığı en kısa sürede atlatmalıyız. Yoksa kötü sonuçlar doğurabilir.

Manisaspor golü bulduktan sonra oyunu Beşiktaş’ın yarı sahasına yıkmaya çalıştı. Yapamadılar. Topu ayaklarında tutmayı çok iyi becerdiler ama. Bunda Beşiktaş’ın hızlı atağı düşünmesi ve maçı erken koparma isteği de vardı tabi. Beklenen gol de Holosko’nun kafa çalımı ile top sürmesi ve Fernandes’e “Al kardeşim bu senin hakkın!” demesiyle geldi. Artık Manisaspor da oyundan düşüyordu ve maçın skoru da bu gol ile belli oluyordu.

Ligde bu kadar az gol yiyen bir takıma 4 gol birden güle oynaya atmak çok sevindirici. Umarım Quaresma çabuk iyileşir. İyi yoldayız. İnşallah daha da iyi olacağız. Hafta sonu keyifli bir maçın ardından görüşmek üzere …

Ufuk Tolga Aldırmaz

5 Aralık 2011 Pazartesi

Tatlı Üçlük

Seyircimizin derbide yaptığı hareketler nedeniyle maç Antalya Mardan Stadı’nda idi. Bu stadın neden seçildiğini anlamış değilim. Açıkçası hem zemin olarak hem de tribünler olarak gerçekten vasatın altında bir stad. Şehir güzel diye bu stad seçildiyse burada bir yanlışlık var demektir.

Saha dışını bir kenara bırakacak olursak Beşiktaş sakatlık ve cezalıları dışında standart kadrosunu oturtmaya devam ediyor. Özellikle Quaresma ve Simao’nun yokluğunda Beşiktaş’ın ne yapacağını herkes merak ediyordu. Orduspor ise yine ideal kadrosuna yakın bir kadroyla çıkıyordu. Orduspor’un kötü bir kadrosu var demek onlara haksızlık olur. Culio, Gosso, Garcia gibi iyi yabancıların yanına bir de Hakan Özmert gibi yetenekli Türkleri eklemiş Metin Hoca. Gayet de güzel yapmış. İlerisi için çok şey beklediğimiz teknik direktörlerden biri odur.

Maç başladığı andan itibaren topu ayağında tutmaya çalışan ve bunu sahaya yansıtan ekip Beşiktaş; oyunu kilitlemeye çalışan takım ise Orduspor idi. Orduspor işi öyle abarttı ki top çevirmeyi bile unutacak konuma geldi. İlk organize top çevirmelerini ve ayağa paslarını yanılmıyorsam yirminci dakikada yaptılar. Bu dakikalarda topa sahip olma yüzdesi %76’ya %24 gibi bir parametredeydi. Beşiktaş da bu kadar kapanan rakibine karşı es kaza yakaladığı uzaktan şut pozisyonları ve 1-2 cılız kanat organizasyonu ile rakibini aşma çabasındaydı. Yetenekli ayakların varlığı gerçekten çok hissedildi. Bir de üstüne Orduspor’un yaptığı pres eklenince orta saha oyuncuları sürekli yer değiştirmelerine rağmen boş alanı zor bulup ikinci ve üçüncü bölgeye topu taşıyamıyordu. Fernandes ve Ernst dikine pasları uygulayamazken Necip de fazlaca top kapmasına rağmen oyunu etkileyecek pasları bir türlü ileri bölgeye aktaramıyordu. Derken Veli’nin biraz da şans golü geldi. Bu ilaç gibiydi gerçekten. İlk yarı 1-0’lık Beşiktaş üstünlüğü ile bitiyordu.

İkinci yarı başladığında Orduspor daha fazla boş alan bırakırken Beşiktaş da Almeida’nın özellikle sol kanada deplase olmasıyla ileri bölgeye daha fazla top taşıyıp iyi de pozisyonlar buldular. Necip’in yerine Toraman’ı bırakmasından sonra Beşiktaş’ın özellikle orta sahasında gösterdiği kondüsyon düşüklüğü çok etki gösteriyordu. Cenk’in de her zaman yapmaya başladığı laçka hataların biri sonucu yine gol geldi ve skor dengeye oturdu. Neyse ki duran top “tokatçısı” Fernandes Ernst’e güzel bir asist yapıp Beşiktaş’ın tekrar öne geçmesini sağlıyordu. Bu sezon anlamadığım bir durum var. O durum da Beşiktaş’ın her öne geçtiği maçın ardından hemen sırtını kaleye yaslaması. Bu durum cidden çok ilginç. Özellikle Carvalhal istiyor sanırım. Şu son iki maçı saymazsak iyi de yapıyoruz dersem yanılmam.

Kötü diye nitelendirebileceğimiz bir futbola rağmen güzel bir üç puan aldık ve üçüncü sıraya yerleştik. Şimdi hafta içi derbisinin sonucunu ve Manisaspor maçını bekleyeceğiz. Sıkıntı bana göre Manisaspor maçının şu ana kadar oynadığımız en zor maç olacak olması. O maçtan da üç puanı çıkarırsak ışığı çok net görebiliriz. En azından şimdilik. Keyifli bir galibiyetten sonra görüşmek üzere…

Ufuk Tolga Aldırmaz

Onları Hiç Böyle Görmemek Dileğiyle

Başlık kısa olsun diye kendi dileğimi eklemek istemedim. Buradan ekleyelim bari. Onları bir tek Beşiktaş'a karşı böyle dumur olmuş bir şekilde görebilmek dileğiyle...

(İnter'e elendikten sonraki halleri)


(RMadrid'e karşı Copa Del Rey'i kaybettiklerinde)

NOT:Resimleri devrimderki.blogspot.com'dan aldım.Emeğe saygı göstermek gerek.Güzel çalışma olmuş.



2 Aralık 2011 Cuma

Futbolun Emekçisi:Roberto Hilbert

Hayatta insanları harekete geçirecek bazı şeyler veya olaylar vardır.Bu şeyler ve olaylar insana itici bir güç oluşturur. Burada bahsettiğim şeyler ve olaylar Bloomfield’de Roberto Hilbert idi. İnanılmaz bir özveri ve çalışkanlıkile oynadı.Gerçekten futbol anlamında kapasitesinin sınırlı olmasına rağmen hırsı, isteği ile dengeliyor. Takıma katkısı gerçekten bu yönde inanılmaz. Öyle ki kendimi bir an sahada beş Hilbert varmış gibi hissettim. Orta yapan Hilbert, ters kademeye giren Hilbert, şut atan Hilbert,kaleden top çıkaran Hilbert… Adeta sahadaki arkadaşlarını utandırdı. Tabiri caizse gaza getirdi! Sanki üstlerine ölü toprağı atılmışçasına uyuyan takımını silkeledi. Evet Hilbert’e övgü girizgahından çıkıp maça dönelim. Neden bu girişi yaptım derseniz Hilbert’in böylesine takımı benimsemesi ve çabalaması beni gerçekten etkiliyor. Ernst ile birlikte sahadaki “Beşiktaş” gibiler.

Evet, açıkçası beşinci sınıf bir takıma karşı Beşiktaş’ın oyuna bu kadar pasif ve durağan başlaması beni şaşırttı dersem abartmış olurum. Maç seçen oyuncu güruhu yine iş başındaydı. Nasıl olsa biz bunları yeneriz havasında olmaları maalesef ki kendini çok net gösteriyordu. Daha önce yaşadığımız şeylerin tekrir etmesine neden oldu nitekim. Neyse ki Hilbert gibi “aklı başında” futbolcular sayesinde oyunda kalmayı başardılar. Akınlar yapmaya başlandı. Elde bulunan Fernandes gibi top üstadları ile doğru zamanda doğru topları doğru kişilerle buluşturulmaya başlanılması Quaresma’nın muhteşem volesini beraberinde getirdi. Gol zamanlama açısından da mükemmel bir goldü.

İkinci yarıya önde başlayan Kartal yine Fernandes’in adeta topu tokatlarcasına yaptığı ortada Toraman’ın kafasıyla ikinci golü buldu. Artık rahatça bir galibiyet alınır diye umut ediyordu herkes. İleri çıkan Tel-Aviv ve cömertçe kontra atakları harcayan Kartal… Sarı Fırtına’nın yorumlarını hatırlayın lütfen. “2-0’ı yakalamışsın, tüm avantaj elinde. Topu ayağında tut be kardeşim!” İşte Tel-Aviv’in dönüşünü bu yorum çok net açıklıyor. Zaten Türk takımlarının kronik hastalığı olan “öne geçince skoru tutamama” hortlamaya meyilli. Niçin bu kadar ürkek oynandığına akıl sır erdiremiyorum maalesef. Tamamen dikkatsizlik ile yenilen ilk gol ve en temel futbol kurallarından biri olan “şut açısı verdirmeme”yi uygulayamamaktan ötürü gelen ikinci gol…

Gelen beraberlikten sonra kanser dakikaları başlıyordu. Sazı eline alan Quaresma’nın bireysel çabaları ile Almeida’ya hazırlanan pozisyonlar Almeida gayet laubali bir şekilde harcıyordu. Neyse ki bizim Quaresma’mız var… Resmen Beşiktaş’a hayat verdi. Yeteneklerini çok soğukkanlı bir biçimde kullanarak inanılmaz bir gol kaydetti. Yine Metin Tekin’in dediği söz ön plana çıkıyordu burada: “Bu yetenekte bir oyuncun varsa sahada tutacaksın. Ne zaman patlayacağını bilemezsiniz.” 90+2’de de olsa patladı işte. İngiltere’den gelen beraberlik golü ile belki de gruptan çıkılmasını sağlayacak golü kaydetmiş oldu.

Değer bakımından ne kadar güzel bir galibiyetse futbol açısından o kadar kötü bir futbol vardı sahada. Ancak takımın kazanmaya alışması adına bu tip maçlar da çok önemlidir. Kötü oynarken alınan bir galibiyet hele ki bir de Avrupa maçında geliyorsa gerçekten çok önemlidir. Bu takımın daha iyi olacağı aşikar. Umarım çok daha iyi günler göreceğiz. Hafta sonu çok zor bir maç yine bizi bekliyor. Umarım güzel bir galibiyetten sonra satırlarımı okursunuz. Haydi Beşiktaş!

Ufuk Tolga Aldırmaz
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...