Bir kült kulüp düşünün. Simgeleşmiş bir forma, harika bir
taraftar grubu, şampiyonluklar, aşk, sevgi, bağlılık böyle uzar gider bu
özellikler. Peki ya vasat bir kült kulüp düşünebilir misiniz? Zor ama bu
yazıdaki oksimoron da bu işte.
Deutscher Meister… Yani Borussia Dortmund. Fosforlu sarı
formasıyla küçüklükten beri gönlümde taht kuran takımlardan sanırım birisi -Benimki
de biraz futbol meşrepliği sanırım. Denizci misali her limanda bir sevgili olur
ya, benim de her ülkede bir bağım bulunuyor işte.- . Her şey bir yana sırf
güney kale arkası tribünlerini izlemek bile fazlasıyla tatmin edici olmakta.
Kulüplerine bağlılıkları gerçekten muazzam. Şu günlerde yaşadıkları tatmin
duygusunu uzun süredir yaşayamıyorlardı. İki yıl üst üste BundesLiga
şampiyonluğu özledikleri şeylerdendi. Oysa ki bu yıl onlar için pek de
beklentinin yüksek olduğu bir yıl değildi. Özellikle Nuri Şahin’in Real Madrid’e
gidişi biraz da önceki yılın zafer sarhoşluğu her zamanki gibi taraftara “Şampiyon
olmasanız da biz buradayız.” dedirtiyordu. Kolay değil tabii onca sıkıntının
ardından bu noktalara gelmek. Taraftardaki eldekiyle yetinme durumu aslında çok
da mağrur bir duruş olarak göze batıyor. Daha önce sonuncusu 2002 yılında
alınan şampiyonluk da dahil altı şampiyonluğu bulunan kulüp o yıl UEFA Kupası’nda
finalde Feyenoord’a kaybedince işler biraz sarpa sarmaya başlıyordu –Fenerbahçe’nin
efsane yabancılarından Hooijdonk’un da bir golü vardı.- . Asıl hikayemiz de
buradan itibaren başlıyor işte.
Hikaye dediğime bakmayın. Biraz da “Anka Kuşu Efsanesi”
tadında masalımsı bir futbol realitesi. 2002 ile biten sezon Dortmund yeni bir
sayfa açtı. Frankfurt Borsası’na giren kulüp bu bağlamda o dönemin ilk ve tek
kulübü oldu. Kısacası sportif başarısını biraz da mali alana taşımışlardı.
Hisse senedi satımı da gerçekleştiriliyordu. Bunun neticesinde biraz da maymun
iştahı ve değer arttırma amacıyla büyük yatırımlar yapıldı. Önemli isimler
transfer edildi. Sonun başlangıcı da biraz bu nokta oldu. Ertesi yıl değil
Şampiyonlar Ligi’ne katılma vizesi, kümede kalmayı zar zor başardılar. CEO Hans
Joachim Watzke’den kötü açıklamalar geliyordu. Durumun iyi olmadığı ve mali
sıkıntılar yaşanacağını bildiren açıklamalar kısacası. Beterin beteri var
derler ya şu anki Beşiktaş’tan bile beter duruma geleceklerdi. Krizden kurtulmak için bizdeki temlik olayını
abartıp, Westfalenstadion’u bir emlak şirketine devretmişler. İflasın eşiğinden
son anda bu hamle ile kurtulurlar. Övdüğüm taraftarı da bu durumda boş durmaz
tabii. Bir kampanya düzenlerler ve özel şirketler ile kamu kuruluşlarını da bir
araya getirip, güzel bir sinerji oluştururlar. İçlerindeki ruh da onlara ekstra
motivasyon verir pek tabii. Yine de durumlar iç açıcı değildir. Öyle ki en
büyük rakiplerinden olan Bayern München onlara yardım teklif eder. Teklifi
kabul etmek zorunda kalırlar zira ikinci bir teklif bir seks shop zincirinden
gelmiştir. Bayern’den gelen bu yardım eli onları tekrardan iflasın eşiğinden
döndürür ve bir kırılma noktası haline gelir.
Bir süre daha düşe kalka devam edip ufak da olsa bir
istikrar yakalarlar. 2006 yılında ise bu istikrarın karşılığını bir bankadan
aldıkları yüksek düzeydeki kredi ile taçlandırırlar. İlk yaptıkları şey
mabedlerinin çoğunluk hissesini almak olur –Daha sonra tamamını alırlar.- .
Geri kalan parayı da sicillerini temizlemede kullanırlar. Tüm bu olumlu
gelişmelere rağmen futbolda işler pek iyi gitmez. Oyuncu satımına devam
ederler. Giden oyuncuların getirileri de ancak Borussia Dortmund Academi’sinin
yeniden düzenlenmesinde kullanılabilir. Taraftar tarafından ikinci bir kampanya
daha düzenlenir ve futbol dışı gelirler çok yüksek boyutlara ulaşır. Öyle ki
Avrupa’nın bazı büyük kulüplerini bile geride bırakırlar. Bütçeye direkt olarak
etki eden bu durum işlerin biraz daha düzelmesini sağlar. Artan bütçe borçlara
giderken Akademi çıkışlı futbolcular takıma monte edilmeye başlanır. Takımın
başına da hem teknik direktörlüğü ile hem de insanlığı ile üst düzeyde olan
Jürgen Klopp getirilir. En somut örneği bizler için Nuri’dir sanırım.
Hummels,Götze,Grosskreutz gibi hem taraftar hem de milli takım düzeyinde
oynayan adamların gelişi onlar için ilaç niteliğindeydi. Dışarıdan bir milyon Euro
üzerinde oyuncu transfer edilmedi ki transfer edilen isimlerin hepsi bu takımda
kendi markalarını yarattılar. Nereden geldiğini şu an bile hatırlayamadığım
Kagawa’nın ManU’nun radarında olduğunu düşününce ne kadar muazzam bir iş
yaptıklarını somut bir düzleme indirebiliriz. Bu muazzam iş de ezeli rakipleri
Bayern’in önünde iki yıl üst üste şampiyonluğu almayı getirdi. Bayern'in de son üç yılda ikinci kez Şampiyonlar Ligi oynayacak kalibrede bir ekip olduğunu belirtmekte fayda var. Mükemmel bir
teknik direktör, mükemmel oyuncular, mükemmel taraftar… Kesinlikle bu onların
ödülüydü.
Sportif başarının yanı sıra 25.000 kişilik güney kale
arkasının bilet fiyatlarıyla bir kez bile oynanamaması bu kulübün taraftarına
ne kadar sahip çıktığının göstergesidir. Taraftarın yaptıkları da aşikar.
Karşılıklı sadakat şüphesiz ki mükemmel sıcaklıkta aile ortamı yaratıyor. En
önemlisi de bu işte. Buna bir de dışarıdan gelen kişiler de ayak uydurunca “Şampiyonluk kimin umrunda…” diye başlayan
beste ister istemez akıllara geliyor. Benim yazacağım şu son iki kelime aslında
her şeyin ne kadar imrendirici olduğunu da göstermekte: HELAL OLSUN!
NOT:Jürgen Klopp’ün şu videosuna rastladım. Aile ortamından
kastım da budur işte.
NOT2:Alt yapının küçümsenmesi ve Barcelona’da yaratılan
ütopya algısı insanları bu düzenin uygulanamayacağı fikrine saplıyor. Dortmund
bu iş için biçilmiş kaftan. Hele ki önümüzde böylesine benzer durumda bulunan
bir Beşiktaş da varken insan neden olmasın diyemiyor?
Ufuk Tolga Aldırmaz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder