Uzun bir bekleyiş sonunda Şampiyonlar Ligi prömiyerini geçtiğimiz salı günü yaptı. Giriş müziği, top toplayıcıların dalgalandırdığı o simgesel top ve sair uzun süren o açlığı dindiremese de güzel bir başlangıcı müjdeledi. Temsilcimiz açısından kötü bir hafta olmasına rağmen gayet dolu dolu maçlar yaşandı. Grup grup inceleyelim.
A Grubu
Manchester United - Bayer Leverkusen:
ManU'nun hala yeni sayabileceğimiz -hoş Sir'den sonra, üzerinden beş yıl geçse de yeni diyebiliriz- teknik direktörü David Moyes, Wayne Rooney ve yeni transfer Marouane Fellaini'yi ilk on birde sahaya sürdü. Klasik Manchester United başlangıçlarından birine de imza atıldı. Baskılı, rakibe nefes aldırmayan, istenilen elde edilene kadar hegemonya kurulan oyun rakibe dikte ettirildi. Alman ekibinde temsilcimiz Ömer Toprak ve Türk asıllı Emre Can da ilk on birdeki yerini almıştı. Bunalmış biçimde seyreden oyuna dayanamayan Leverkusen 22. dakikada Wayne Rooney'den golü yiyecekti. 1-0... Manchester United'a ayak uyduramayan Leverkusen dakikalar ilerledikçe pozisyonları kalesinde görmeye devam etti. Rooney'nin bencilliğe varan tercihleri olmasa maç daha ilk yarıdan kopmuş olabilirdi. İkinci yarıya 1-0'lık skor ile başlanırken özellikle Ömer'den üst üste hatalar geldi. Şansını Rooney'nin şanssız girişimlerine borçluydu. Derken konuk ekip 54. dakikada ceza sahası dışından Simon Rolfes'in enfes vuruşu ile golü bulacaktı: 1-1... Gol sevinci uzun sürmeyen Leverkusen bu kez van Persie'den harika bir gol yiyordu:2-1... Oyun durağan biçimde seyrederken Rooney tekrar sahneye çıktı ve birinci sınıf bir bitiriş ile skoru 3-1'e getirdi. Bu dakikadan sonra konsantrasyon eksikliği göze çarpan Leverkusenli oyuncular üst üste hatalar yapmaya devam etti. 79'da bu kez Rooney'nin asisti ile Antonio Valencia skoru 4-1'e getirecekti. Fişi çeken ManU bitse de gitsek havasına girmişken Emre Can'ın korneri sonucu karambolden Ömer Toprak nihai skoru belirleyecekti: 4-2... Stefan Kiessling yerine oyuna giren Türk asıllı İsviçreli Eren Derdiyok ise vasat bir performans sergiledi.
Real Sociedad - Shakhtar Donetsk:
Yıllar sonra Şampiyonlar Ligi arenasına dönen Real Sociedad ve geçen yıla damga vuran ekiplerden Shakhtar Donetsk... Maçın vaad ettikleri güzel şeylerdi. Sociedad maça hızlı başladı. Öyle ki kurdukları baskı sonucu art arda önce Carlos Vela sonra da Ruben Pardo ile pozisyonları harcadılar. Bu dakikadan sonra yaşanılan pozisyon neticesinde hakemin penaltıyı es geçmesi onlara iyice ket vuracaktı. Sociedad yüklendikçe yükleniyor, Shakhtar ise başta kaleci Pyatov olmak üzere direniyordu. İlk yarı golsüz beraberlikle geçilirken, Sociedad ikinci yarıya da hızlı başlayacaktı. Gol bir türlü gelmek bilmeyince klasik bir Mircea Lucescu takımı organizasyonunda Alex Teixeira 65. dakikada golü bulacaktı. Neredeyse ilk kez tam organize gelip golü buluyorlardı. Yenilen golden sonra artık şanssızlığı aşan pozisyonları harcayan Sociedad 87'de yine Alex Teixeira'dan golü yedi. Sociedad şanssız bir başlangıç yapmış oldu.
B Grubu
Galatasaray - Real Madrid:
Temsilcimiz beklenenden iyi başladığı mücadelede ilk yarım saat Real Madrid'e nefes aldırmadı. Ardından savunmadaki pozisyon hataları silsilesi neticesinde gelen Isco'nun golü Galatasaray'ın çözülmesine neden olacaktı. Üstüne Pepe'nin gaddarca yaptığı müdahale neticesinde sakatlanan Didier Drogba'nın ikinci yarı oyundan alınması, moralleri iyice bozacaktı. İkinci golün gelişi ile birlikte iyice dağılan Galatasaray disiplini elden bıraktı. Real Madrid'in gole aç bir şekilde oynaması tarihi hezimeti getiren baş unsur olacaktı. 1-6...
Kopenhag - Juventus:
Kopenhag da evinde tıpkı Galatasaray'ın Real Madrid'e yaptığı gibi Juventus'a karşılı baskılı başladı. Bu baskı birkaç pozisyonu da beraberinde getirdi lakin gol gelmeyecekti. Ardından duran top organizasyonunda Nicolai Jorgensen ile golü buldular. Bu dakikadan sonra savunmada bekleyişe geçen Kopenhag topu Juventus'a verip kelimenin tam anlamıyla edilgen konuma geçti. Juventus özellikle kornerlerden bulduğu pozisyonlarda 32'lik kaleci Johan Wiland'a takılacaktı. İkinci yarıda baskıyı daha da sertleştiren Juventus sol çaprazdan Peluso'nun kestiği alçak top neticesinde Fabio Quaglierella ile golü bulup eşitliği sağlıyordu. Beraberlikten sonra da baskıyı sürdüren Juve, Wiland'ın kalesinde gittikçe devleşmesi neticesinde Danimarka'da iki puanı bırakıyordu.
C Grubu
Benfica - Anderlecht:
Estadio Luz'da Benfica mücadeleye uzaktan bir şutu sektiren Proto "sayesinde" Filip Djuricic'in de attığı gol ile adeta 1-0 önde başlıyordu. Baskıyı azaltmayan Portekiz ekibi pozisyon üstüne pozisyon bularak adeta rakibini dövüyordu. Teknik direktör Jorge Jesus ile problemler yaşadığı için takımdan gideceği konuşulan Oscar Cardozo'nun da üstün performansı dikkat çekti. Otuzuncu dakikada yine bir korner sonucu oluşan karambol neticesinde kaptan Luisao golü bulacaktı: 2-0... İkinci yarı da aynı şekilde devam etti. Anderlecht birkaç cılız pozisyon haricinde hiçbir varlık gösteremedi. Benfica rahat bir galibiyet sonucu üç puanı hanesine yazdırdı.
Olympiakos - Paris Saint-Germain:
Karaiskakis Stadı'nda oynanan karşılaşma, Olympiakos'un iyi oyunu ile başladı. Önce Weiss sonra da Fuster ile direkleri döven Olympiakos'un bu pozisyonları arayacağı belliydi. Nitekim 19. dakikada Cavani Paris Saint-Germain adına tabelayı değiştirdi. Bu golden tam aldı dakika sonra, Vladimir Weiss bir dönem Football Manager oyununda "wonderkid" oluşunun hakkını verir cinsten Paris'in milyonluk stoperleri Thiago Silva ve Marquinhos'u oyun sınırları içinde yok ederek beraberliği sağlıyordu. İkinci yarının hemen başında oyuna giren Ezequiel Lavezzi, önce 68 sonra 73'te neredeyse bire bir benzer biçimde Thiago Motta'ya kornerden yaptığı ortalar ile golleri attıracaktı. Bu iki golün getirdiği zihinsel düşüş Ibrahimovic'in penaltısını da getirecekti. Kaleci Jimenez önce penaltıyı çıkardı sonra pozisyonun devamında yine Ibrahimovic'e gol şansı tanımadı. 82'de çıkan bu penaltı 86'da bu kez Marquinhos'dan yine korner sonucu gelen bir gole dönüşecekti. Paris Saint-Germain böylelikle rahat bir üç puanı kazanıyordu.
D Grubu
Bayern Münih - CSKA Moskova:
Bayern, bildiğiniz Bayern. 6., 18., 48. ve 58. dakikalarda kaçan yüzde yüzlük dört net pozisyon... Buna karşın skor 3-0. Dördüncü dakikada David Alaba'nın muhteşem frikik golü geldi. Fırtına gibi başlayan Bayern, Mandzukic ile dünyaları kaçırdı. Mandzukic buna karşın 36'da duran top organizasyonunda affetmeyecekti. Frikikte müthiş bir vuruş yapan Alaba bu kez Arjen Robben'e 67'de müthiş bir asist yapacaktı. Golleri bir tarafa koyalım, Philipp Lahm yine göbekte oynadı. Ben size onu söyleyeyim.
Viktoria Plzen - Manchester City:
Pavel Vrba'nın öğrencileri haddini bilerek maça başladı. Sezon başında en büyük kozları olan Vladimir Darida'yı da kaybettikten sonra iyice vasatlaşan takımın Manchester ekibine karşı direnmesi çok zor olacaktı. İlk yarı kalelerinde pozisyon görmelerine rağmen fena bir oyun sergilemediler. Edilgen yapıda geçirdikleri oyun her şeye rağmen "Acaba?" sorusunu da sordurtmuyor değildi. İkinci yarı başlarken Manchester City'li oyuncular Viktoria Plzen'li oyuncuların bu gücü kendilerinde bulmalarına izin vermeyip 10 dakikada buldukları üç gol ile fişi çektiler. 10 dakikalık vites artışı Viktoria Plzen'i çözecekti. Geniş alanda topla buluşan Sergio Agüero topu Edin Dzeko'ya çıkarıp asistini yaptı. Ardından Yaya Toure haftanın golüne imza atacaktı. Son olaran Sergio Agüero perdeyi açmakta yardımcı olmuştu fakat bu kez kapatmasını bilecekti: 0-3...
E Grubu
Schalke 04 - Steaua Bükreş:
Cüneyt Çakır'ın yönettiği maçta Schalke bütün silahları ile sahadaydı. Draxler, Boateng ve Farfan üçlüsü ileride efektif olurken özellikle sağ kanattan Uchida bindirmeleri ile muazzam bir futbolun yaratıcısı haline gelecekti. İlk yarıda bulunan sağlı sollu ataklar bir türlü bitirilemeyip golsüz beraberlik ile devreye girildi. İkinci yarıya da aynı hızla başlayan Schalke golü garip biçimde Uchida'nın ortası ile -evet ortası ile- bulunca Steaua çözüldü. Ön üçlünün ortaklaşa oyunu neticesinde Boateng'in ayağından gelen gol skoru 2-0'a taşıdı. Son darbeyi de Draxler vurdu: 3-0... Maça damga vuran olay ise Boateng ve Uchida'nın performansları olacaktı.
Chelsea - Basel:
Stamford Bridge'de oynanan karşılaşmaya Mourinho yeni transferler Eto'o ve Willian'ı sahaya sürerek başlıyordu. Baskılı biçimde oynayan Chelsea, Basel'i yarı sahasına gömecekti. Basel savunmada iyi beklese de 44. dakikada gelecek olan Oscar'ın golüne engel olamayacaktı. Oscar ikinci yarıda da muazzam bir performans gösterdi fakat ikinci golü bir türlü yaratamadı. Roller değişecekti. Basel'in Mısırlısı Salah sahne alacaktı. 70. dakikada gelen organize atak sonucunda muhteşem bitirişi yapan Salah bu dakikadan sonra oyunda çok daha efektif olacaktı. Sonradan oyuna giren Beşiktaş'ın eski futbolcularından Matias Delgado'nun kullandığı korner sonucunda Streller'in kafası ile skoru oluşturan gol de gelecekti: 1-2... İkinci günün sürpriz sonucu olarak göze çarptı.
F Grubu:
Marsilya - Arsenal:
Mesut Özil'in liderliğinde sahaya çıkan Arsenal hiç beklemediği biçimde bağımlı oynayacaktı. Elie Baup'un Marsilyası da Mathieu Valbuena önderliğinde savunmada işleri kusursuz yapıyordu. Sıkıntıları bunu pozisyona çevirip tabela yapmak olacaktı. Dakikalar ilerledikçe gelmeyen Marsilya golü Veledrome'da problem çıkaracak gibi gözüküyordu ki nitekim Jeremy Morel'in saçma sapan bir hatası neticesinde gelen Theo Walcott'ın ve ardından Ramsey'nin golleri ile skor 2-0'a geldi. Marsilya baskıya karşın golü ancak 90+'da Jordan Ayew'un penaltısı ile bulabilecekti: 1-2...
Napoli - Borussia Dortmund:
San Paolo'da muazzam bir kitlenin önünde oynayan Napoli, düşler sahnesinde gibiydi. İyi oynanan oyun Borussia Dortmund'u da sıkıntıya sevk ediyordu. Nitekim büyük golcüleri Higuain'in kafa golü skoru 1-0'a taşıdı. Jürgen Kloop'un bu golden sonra çıldırışı ve saha dışına yollanması ise unutulmayacak olaylardan biri olarak hafızalara kazınacaktı. İkinci yarının ortalarında yine Higuain'in resmen aklı ile Weidenfeller'i attırması neticesinde Dortmund'un "kalesi" de düşmüş olacaktı. 67'de Insigne ile gelen frikik golü de geceye damgasını vuran olaylardan biri olacaktı. 10 kişi mücadeleyi devam ettiren Dortmund yılmadı. Zuniga'nın 86'da kendi kalesine attığı gol işi bitirecekti. Skor 2-1'di.
G Grubu
Atletico Madrid - Zenit:
Atleti evinde her zamanki gibi hükümran tavrını sürdürdü. Rus ekibini oynadığı oyun ile neredeyse sahadan silen Madrid ekibi özellikle uzaktan şutlar ve duran toplar ile etkisini hissettirdi. Zenit'te ayakta kalabilen tek isim ise Hulk olacaktı. Gol de ilk yarının sonuna sıkıştı Atletico Madrid adına 39. dakikada Miranda kornerden gelen topu ağlara yollayacaktı. İkinci yarıya daha düzenli başlayan Zenit, Hulk'un yoktan var ettiği topla 58'de eşitliği yakalayacaktı. Atletico ipleri Zenit'in eline almasına izin vermeyecek ve Arda ile skoru 2-1'e 63. dakikada taşıyacaktı. Arda, iyi performansını golle süsleyecekti. Nihai skor da genç Leo Baptistao'nun 80. dakikadaki güzel golü ile belirlendi: 3-1...
Austria Wien - Porto:
Tecrübesiz Wien, gedikli Porto'yu Ernst Happel'de ağırladı. Sanırım profil olarak epey düşük olan mücadale seyir zevki açısından da bir hayli kötü olacaktı. Porto ilk dakikadan itibaren aldığı kontrolü 90. dakikaya dek bırakmadı. 56'da Lucho Gonzalez'in golü ile maçın skoru da belirlenecekti, 0-1...
H Grubu
AC Milan - Celtic:
San Siro'daki mücadele dengeli biçimde başladı. Dakikalar geçtikçe mücadele beklendiğinden daha zevkli bir hal alacaktı. Konuk Celtic, açıkçası "karakter koyup" maça asılıyordu. İlk yarı hem pozisyon hem de topa sahip olma açısından Milan adına üstün geçse de ikinci yarı da işler tersine döndü. Celtic baskıyı kurdu. İronik biçimde gol 82'de ve 86'da Milan adına gelecekti. Izaguirre kendi kalesine ve Muntari'nin deattığı goller skoru tayin etti. Tabela'da 2-0 yazıyordu.
Barcelona - Ajax:
Peşin peşin yazayım, detay bir inceleme okumak istiyorsanız Oğuzhan Oğuz'un maç hakkında yazdığı muhteşem yazıya bir göz atmanızı rica edeceğim. Özet olarak, Franck De Boer'un farklı bir kadro ile çıkması, Victor Valdes'in Sigthorsson'un penaltısını çıkarması ve Leo Messi'nin hat-trick'i dikkatileri çeken unsurlar olacaktı. Ajax'ın sert oyunu karşısında hafif bir sallantıya giren Barcelona, dakikalar ilerledikçe rayına oturacak olan bir vagon edası taşıyordu. Nitekim frikikten 22. dakikada gelen Leo Messi'nin golü ile Barcelona öne geçti. İkinci yarının başında yine Messi'den klas bir gol gelecekti. 69'da Neymar'ın asisti ile golü bulan isim bu kez Pique oldu. 75'te Messi perdeyi açtığı gibi de kapayacaktı.
Haftanın 11'i:
24 Eylül 2013 Salı
19 Eylül 2013 Perşembe
Komutan Mesut ve Kurmayı
Stade Veledrome'daki mücadele Marsilya'nın son dönemdeki akıl dolu hamleleri ve Arsenal'ın da yapmış olduğu Mesut Özil transferi ile çok daha dikkat çekici hale geliyordu. Şampiyonlar Ligi'nin en heyecan verici grubundaki bu mücadele, ilerisi için son derece büyük bir önem arz edecekti.
Saha içi dizilişleri aşağıdaki görseldeki gibi olan takımlar aslında bir iki değişim haricinde ideal diyebileceğimiz kadroları ile sahaya çıktılar. Açıkçası maç beklendiği gibi başladı. Tempolu oyun, savunmayı düşünen ve buna paralel olarak kompakt biçimde bekleyen, hızlı hareket etme çabasındaki ekipler... İki takım da ayakları yere basan oyunu ile zaten bilinirken maçın bu şekilde seyretmemesi ihtimal dahilinde değildi. Buna karşın dakikalar ilerledikçe Marsilya işini daha da sıkı yapmaya başladı. Özellikle Mathieu Valbuena ile birlikte Bacary Sagna'nın savunduğu kanata yapılan baskı fazlasıyla işledi. Kilit nokta kompakt bekleyişin yanında alanı iyi daraltıp pas kanallarını pasifize etmekti. Bunu iyi becerdiler. Savunmadaki duruşları ile birlikte Arsenal iyice devre dışı kalıyordu. Buna karşın Gunners'ın yapabildiği tek hamle -ki o hamle işlerine gelebilecek en iyi opsiyondu- rakip sol bek Jeremy Morel'in üzerine oynayıp, Theo Walcott ile top kaçırmaktı. Bunu birkaç kez iyi biçimde deneme fırsatı buldular. Özellikle kanatta oynayan Jack Wilshere'ın içe kat edip onun önüne attığı toplar bunun en güzel örneği olacaktı. Bir şekilde bu atakları savuşturan Marsilya için en büyük sıkıntı bir türlü tabelaya oynayamıyor oluşlarıydı. Valbuena'nın efektif oyununa ayak uydurması gereken birincil adam Dimitri Payet ve ikincil adam Andre Ayew iken bu ikilinin yeterli sorumluluğu alamaması neticesinde devreye giren orta ikiliden Gianelli Imbula da bir yere kadar etki edebildi. İlk yarı golsüz beraberlikle geçilirken Marsilya'nın alttaki ikinci şablondaki dizilişi disiplin ile uygulaması özet niteliğinde olacaktı. Orta alanda özellikle Mesut'a soluk aldırmayan Imbula-Romao ikilisi ile Payet-Fanni ikilisinin önünde başarı ile duran Gibbs ilk yarıda maçın kaderine etki eden isimler olacaklardı.
Saha içi dizilişleri aşağıdaki görseldeki gibi olan takımlar aslında bir iki değişim haricinde ideal diyebileceğimiz kadroları ile sahaya çıktılar. Açıkçası maç beklendiği gibi başladı. Tempolu oyun, savunmayı düşünen ve buna paralel olarak kompakt biçimde bekleyen, hızlı hareket etme çabasındaki ekipler... İki takım da ayakları yere basan oyunu ile zaten bilinirken maçın bu şekilde seyretmemesi ihtimal dahilinde değildi. Buna karşın dakikalar ilerledikçe Marsilya işini daha da sıkı yapmaya başladı. Özellikle Mathieu Valbuena ile birlikte Bacary Sagna'nın savunduğu kanata yapılan baskı fazlasıyla işledi. Kilit nokta kompakt bekleyişin yanında alanı iyi daraltıp pas kanallarını pasifize etmekti. Bunu iyi becerdiler. Savunmadaki duruşları ile birlikte Arsenal iyice devre dışı kalıyordu. Buna karşın Gunners'ın yapabildiği tek hamle -ki o hamle işlerine gelebilecek en iyi opsiyondu- rakip sol bek Jeremy Morel'in üzerine oynayıp, Theo Walcott ile top kaçırmaktı. Bunu birkaç kez iyi biçimde deneme fırsatı buldular. Özellikle kanatta oynayan Jack Wilshere'ın içe kat edip onun önüne attığı toplar bunun en güzel örneği olacaktı. Bir şekilde bu atakları savuşturan Marsilya için en büyük sıkıntı bir türlü tabelaya oynayamıyor oluşlarıydı. Valbuena'nın efektif oyununa ayak uydurması gereken birincil adam Dimitri Payet ve ikincil adam Andre Ayew iken bu ikilinin yeterli sorumluluğu alamaması neticesinde devreye giren orta ikiliden Gianelli Imbula da bir yere kadar etki edebildi. İlk yarı golsüz beraberlikle geçilirken Marsilya'nın alttaki ikinci şablondaki dizilişi disiplin ile uygulaması özet niteliğinde olacaktı. Orta alanda özellikle Mesut'a soluk aldırmayan Imbula-Romao ikilisi ile Payet-Fanni ikilisinin önünde başarı ile duran Gibbs ilk yarıda maçın kaderine etki eden isimler olacaklardı.
İkinci yarı daha tempolu ve pozisyon anlamında iki taraf adına da daha olumlu biçimde başladı. Mesut'un insiyatif alması ile Arsenal orta sahası toparladı. Topu ayağında ilk yarıya oranla daha rahat biçimde tutan Arsenal Mesut'un başlattığı akınlar ile pozsiyonlar bulup Mandanda'ya takıldı. Bu sırada ilk yarının aksine kanatlara deplase olan Gignac -yine Sagna'nın kanadı- Ayew'a alan yaratmış oldu. Bu alanı birkaç kez kullanabilen Ayew gerekli vuruşları yapamadı ve Marsilya'nın var olan üstün oyunu tabelaya yansıyamadı. Dakikalar geçtikçe boşluklar bulmaya başlayan Arsenal, geliyorum diye bağıran Morel'in hatası neticesinde Walcott golü buldu.
1-0'dan Sonraki Oyun
Marsilya doğal bocalama evresini kolay atlatıp eski disiplinine geri döndü. Mümkün olduğunca alanı daraltıp Elie Baup'un başlangıç planına sadık kalmaya çalıştılar. Bu kez engel baş göstermeye başlayan fiziki düşüş olacaktı. Nitekim Baup hamleyi Payet'i çıkarıp kardeş Ayew'u alarak yaptı. Bu hamle yetmeyince Florian Thauvin Imbula yerine oyun sahasına girip Marsilya'yı Romao'nun ortada tek kalacağı sisteme iteleyecekti. Ardından Arsene Wenger'den gelen Walcott-Nacho hamlesi oyunu tutma planının da bir parçası olacaktı. Wilshere da bu hamle sonucu ters kanada geçti. Marsilya gerekli etkiyi yaratamayacak ve 84. dakikada gelecek olan Ramsey'in golüne engel olamayacaktı. Flamini-Miyaichi ve Valbuena-Khalifa hamlelerinden sonra gelecek olan Jordan Ayew'un penaltı golü neticesinde nihai sonuç oluşacaktı: 1-2...
Perspektif
Maç içinde gerekli efektif oyunu oynayamamasına rağmen Mesut'un Gunners'a mental olarak bir eşik atlattığını görmezden gelmek pek mümkün olmayacak. Özellikle skor avantajı ele geçirildikten sonra sahada koskocaman bir futbol aklının var olduğunu her hareketi ile bağırdı. Arkadaşlarının saygısını şimdiden kazandığını da görebildik. Bunun yanı sıra transferi Mesut kadar sansasyonel etki yaratmaması doğal olan fakat saha içindeki "ağabey" rolünü üstlenen Flamini ise tam anlamıyla Mesut'un kurmayı rolünde. Bu ikili ile muazzam bir perspektif kazanan Arsenal, birçok kesimi yanıltacak gibi görünüyor.
Ufuk Tolga Aldırmaz
18 Eylül 2013 Çarşamba
Gelecekten Geliyorlar
UEFA Youth League'i uzun uzun açıklamaya niyetim yok. Sevgili Oğuzhan Oğuz, "Geleceğin Şampiyonlar Ligi" başlığında uzun uzadıya doyurucu biçimde bilgiler vererek açıkladığı turnuva başlıyor. Ben de onun açtığı yolda kademesine girmeden edemedim. Sağ olsun Oğuz'un da fikir bazında katkıları ile UEFA Youth League'in yıldız adaylarından ufak çapta bir liste hazırladım. Ondan geriye sayacağız.
10. Sefa İşçi:
23 Mart 1996 doğumlu Sefa İşçi Türk kökenli bir Belçika vatandaşı. Futbol yaşantısına başladığı Gent'ten 2012'de Anderlecht'e transfer olarak çıkışını yaşadı. Stoper olarak görev alan Sefa, U15 seviyesinden itibaren Belçika Milli Takımı'nın alt yaş kategorilerinde defalarca görev aldı. Zaman zaman orta sahada savunmaya kırık olarak da görev alan Sefa, kendini geliştirmeye çok bir isim. Kuvvetle muhtemel son döneme damga vuran Belçika alt yapısı eğitimi almış Sefa için Türk Milli Takımı'nın da bir girişimi olacaktır. İlk etapta ayağına olan hakimiyeti ve boy avantajını kullanan tipik yumuşak stoperleri andıran Sefa'nın gelişimi sürecektir. En büyük avantajı ise soğukkanlılığı. İlerleyen dönemde açıkçası kişisel tercihleri hangi noktaya geleceğini de gösterecektir.
9. Sandro Ramirez:
Alt yaş kategorileri işin içine girince hele ki alt yapı organizasyonlarında Barcelona'yı anmadığınızda bir şeyler eksik kalır. Sandro Ramirez de Barcelona'dan. 9 Temmuz 1995 doğumlu Ramirez İspanya Las Palmas doğumlu. 14 yaşında girdiği La Masia'dan yükselişi de bu yaz başı oldu. İspanya İkinci Ligi'nde yarışan Barcelona B takımının bir parçası haline geldi. İspanya Milli Takımı'nın alt yaş kategorilerinde özellikle dikkat çeken Ramirez santrafor olarak görev yapmakta. Bir süper star haline gelir mi bilinmez ama Avrupa fubolunda kendine yer edinmek için gerekli olan özgeçmişe sahip. Fark yaratacak potansiyellerden biri daha.
8. Ruben Loftus-Cheek:
Chelsea alt yapısının son mahsüllerinden biri olan Loftus-Cheek, 23 Ocak 1996 doğumlu. İngiliz 96 jenerasyonun en önemli parçalarından biri olarak görülen Loftus-Cheek orta sahanın göbeğinde tekniği ile fark yaratıyor. "İleride Chelsea'nin vazgeçilmezlerinden olacak." gözüyle bakılmasına onun gelişimine ket vurur mu bilinmez ama oyun anlamında olgunluk kazanması gerektiği su götürmeyen cinsten. Jose Mourinho'nun elinde işlenmemesi için hiçbir sebep göremiyorum. Gözler onun üzerinde.
7. Queensy Menig:
Alt yapısı ile her zaman için dikkatleri üzerine toplamış olan bir diğer kulüp Ajax'ta top koşturan Queensy Menig, 19 Ağustos 1995 Amsterdam doğumlu. Forvet hattının her bölgesinde oynayan Menig'i net olarak tarif etmek istiyorsak sanırım santrafor kelimesini kullanmalıyız. 12 yaşında girdiği De Toekomst'a adımını atan Menig hızı ve yaratıcılığı ile ön plana çıkıyor. Modern oyunda yer alan santrafor görevini üstlenen her isimde olması gereken melekelere azar azar da olsa sahip konumda. Hocaları gelişimini devam ettirdiği takdirde o büyük sıçramayı yapacağı fikrinde birleşmiş durumda. Heyecan verici potansiyeli gözlemlenmeyi hak ediyor.
6. Chuba Akpom:
Sandro Ramirez'de dile getirdiğim gibi nasıl ki Barcelona'yı bu tip organizasyonlarda anmadan geçemiyorsak Arsenal'ı da o biçimde geçemeyiz. 9 Ekim 1995 Londra doğumlu Chuba Akpom yaşına rağmen sahip olduğu fizik ile direkt olarak dikkatleri çekiyor. İngiliz pasaportuna sahip olan ve santrafor olarak mücadele eden Akpom için İngilizler "Jack Whilshere'dan sonra Arsenal alt yapısındaki en heyecan verici İngiliz yetenek." görüşünde uzlaşmış vaziyette. Profesyonel sözleşmeye imzasını atan Akpom, Oliver Giroud'nun sakatlandığı son Sunderland maçı ile ilk kez Arsenal formasını da giymiş oldu. Fiziğinin yanı sıra top tekniği, bitiriciliği ve üstün hızı ile de varlığını sürdüreceğini belli ediyor.
5. Adnan Januzaj:
5 Şubat 1995 Brüksel doğumlu olan Januzaj, Kosova asıllı Belçika vatandaşı bir isim. On yaşında girdiği Anderlecht alt yapısında dikkatleri üzerine çeker. Manchester Unitedlı gözlemcilerin dikkatini çeker ve 2005 yılında giriş yaptığı Anderlecht'ten 2011 yılında Manchester United'a geçiş yapar. Sir Alex Ferguson'un göz bebeklerinden biri haline gelen Januzaj, Ferguson tarafından "Fazlasıyla dengeli, ne yaptığını bilen ve akıllı bir oyuncu." olarak tarif edilir. Geçtiğimiz sezon Ferguson ona West Bromwich Albion'a karşı forma şansı da verir. Bu sezon başında da kampa katılır. forvet hattının kanatlarında özellikle de sol tarafta oynayabilen Januzaj Belçika Milli Takımı'nın da alt yaş kategorilerinde formasını giydi.
4. Nathan Ake:
18 Şubat 1995 doğumlu Nathan Ake Chelse alt yapısına 2011 yılında Feyenoord'dan eklendi. Stoper ve orta sahada savunmaya kırık biçimde oynayabilen Ake lider ruhu ve saha içindeki sorumluluk bilinci ile farkını ortaya koyuyor. Özellikle top tekniği, pas oyununa yatkınlığı, tatlı sert oyunu dikkat çeken ilk özellikleri. İlk resmi maçına Rafa Benitez döneminde çıkan Ake, sürekli olarak geniş kadronun bir elemanı olarak kendine takım içinde yer bulmaya başladı bile. Saçları ve biraz da yüz hatları neticesinde efsane futbolcu Ruud Gullit'e benzetilmekte. Futbolculuk döneminin son zamanlarında Chelsea'de top koşturan Gullit gibi bir süper star haline gelebilir mi bilinmez ama yetenekleri onu her zaman üst sıralarda tutacaktır diyebiliriz.
3. Youri Tielemans:
Henüz sadece beş yaşında bir çocuk iken Anderlecht'te kariyerine başlayan Tielemans 7 Mayıs 1997 doğumlu. Tielemans da tıpkı yukarıda bahsettiğim Sefa İşçi gibi U15 seviyesinde Belçika Milli Takımı'nın formasını sırtına geçirmiş vaziyette. Bu sezon içinde muazzam bir çıkış yaparak A takım kadrosuna ve ardından da sonradan da olsa oyuna girmeyi başardı. Orta sahanın göbeğinde ve savunmaya kırık olarak da oynayabilen Tielemans tıpkı Zelalem gibi heyecan verici bir top tekniğine sahip. Yine oyun görüşü açısından yaşıtlarının belki de ağabeylerinin bile çok önünde. Soğukkanlılığı ile gelen oyun olgunluğu ise yaşını da düşününce insanı hayret ettiren cinsten.Yakın zamandaki Romelu Lukaku örenğini de düşününce transfer yapabileceğini kestirmek zor olmayacaktır. Adından fazlaca söz ettirecek isimlerden biri daha.
2. Adrien Rabiot:
Adrien Rabiot, Paris Saint-Germain'in alt yapı mahsüllerinden birisi. Her ne kadar daha önce farklı akademilerde eğitim görmüş ve hatta bir dönem Manchester City ile kontrat imzalamış olsa da kaderi Paris'e onu sürükleyecekti. City'de İngilizler'in "homesick" dediği hatta Jesus Navas'ta da var olan yabancı bir diyara adapte olamama sorunu onu da vurmuş ve Paris ekibinin yolunu tutmuş. Rabiot geçtiğimiz sezon Toulouse'a kiralandıktan sonra bu sezon PSG'nin kadrosunda kendine yer bulabildi. Geçtiğimiz yaz yaş grubunda Avrupa Şampiyonası Finali'nde Sırbistan'a karşı kaybeden takımın açık ara lideri ve bayrak oyuncusuydu. Orta sahanın merkezinde yer alan Rabiot'un topa hükmettiğini ve son dönem İtalyan yeteneklerinden biri olan Marco Veratti ile aşık atmaya başladığını söylemek sanırım yeterli olacaktır. Onu bu platformda görmek güzel olacak.
1. Gedion Zelalem:
Arsenal'ın eski oyuncularından Danny Karbassiyoon tarafından Birleşik Devletler'de keşfedilen Gedion Zelalem 26 Ocak 1997 Berlin doğumlu, Etiyopya asıllı bir isim. Arsenal'ın içinde bulunduğumuz sezon öncesinde yapmış olduğu Asya Turu'nda dikkatleri üzerine çekti. "Yeni Fabregas" olarak lanse edilen Zelalem tahmin edebileceğiniz gibi orta sahanın göbeğinde oynuyor. Henüz 16 yaşında olmasına rağmen belirli bir "olgunluğa" sahip olduğunu söylemeliyim. Oyun görüşü ve oyun alanına hakimiyeti yaşına göre muazzam seviyede. Topa olan hakimiyeti de yine heyecan verici cinsten. Sanırım göze çarpan tek eksikliği de fizik. Buna rağmen önü son derece açık. Alman Milli Takımı'nda oynayacak olduğunu da düşünürsek first-class bir oyuncu olmaması için hiçbir sebep yok diyebiliriz.
Mental Sorunlar
Muhteşem bir atmosfer oluşturan seyircisini ardına alan Galatasaray, Fatih Terim'in klasikleşen o önde baskısı ile maça başladı. Özellikle kanatlarda daraltılan oyun pozitif etki yapıyor ve Real Madrid atak olgunlaştıramadan maç içerisinde siniyordu. Dakika geçtikçe şiddeti arttırılan ön baskının bu kadar etkili olma sebebi orta alanda Luka Modric ve Sami Khedira ile birlikte Real Madrid'in bir türlü o biriken gazı alamayıp, yumuşak kalmasıydı. Bu baski sebebi ile yaptıkları pas ve tercih hatalarına karşılık olarak şok presler ile Jose Mourinho günlerine nazire yapan cinsten direkt hücumlar ile rakip kaleye gitmeyi düşündüler. Galatasaray baskının sonucunu 16. dakikada Felipe Melo ile başlayan pozisyonlar silsilesi ile alacaktı. Savunmada da dikkatli ve konsantre oynayan Galatasaray hatları mümkün olduğu derecede sık tutuyor ve aşağıdaki görselde göreceğiniz ikinci görseldeki gibi kompakt biçimde bekliyordu. Hatları birbirine bu denli iyi biçimde bağlayan unsur ise Felipe Melo oluyordu(Yenilen ilk gole kadar oynadığı oyun gerçek anlamda muazzamdı).
Yaklaşık 20-25 dakika Real Madrid'e pozisyon vermeyip oyun üstünlüğünü ele alan Galatasaray adına golü geleceğini görmek aslında zor değildi. Orta alanda kazanılan toplar Engin Baytar'ın taktiksel olarak orta sahanın merkezinde bulunması neticesinde bir türlü olumlu kullanılamıyordu. Olumlu kullanılan diğer toplar sonucu gelen tüm pozisyonlar da cömertçe harcanıyordu. Buna karşın Real Madrid diyagonal pas silahını kullanıp mevcut baskıyı aşmaya başladığı andan itibaren işler değişti. Aynı zamanda ileride ciddi biçimde hareketlilik sağlayan ve Angel Di Maria'nın adeta matkap görevini yapıp bulunduğu bölgede delik açışı kader değiştiren cinstendi. Nitekim 33'te Emmanuel Eboue'nin Isco'yu kontrol edememesi neticesinde gol kalede görülüyordu. Maç sonunda Fatih Terim'in de "kırılma anı" olarak göstereceği bu gol oyundaki dengeleri değiştirecekti. Real Madrid bu dakikadan sonra topu ayağına iyice almaya başladı. Galatasaray'ın gol sonrası bocalama durumu ise beklenenden uzun sürecekti. Didier Drogba'nın da Pepe tarafından amiyane tabirle nakavt edilmesi sonucu işler iyice sarpa saracaktı.
İkinci yarının başında gerçekleştirilen Drogba-Nordin Amrabat değişikliği saha içi dizilişi de değiştirecekti. Maç tempolu başladı. Cristiano Ronaldo ve Burak Yılmaz'ın art arda gelen pozisyonları gol kokusu içeriyordu. 54. dakikada da malum bireysel hata ile Karim Benzema'nın golü geldi. Sinyaller hiç iyi değildi. Bu dakikadan sonra Galatasaray edilgen konuma geçecekti. Topu sürekli olarak ayağında tutmaya başlayan Real Madrid, Galatasaray savunmasının ardına atacağı toplarla gol bulmayı deneyecekti. Üst üste birkaç kez bunu denemelerinin ardından Cristiano Ronaldo ile farkı üçe çıkardılar. Golün ardından Isco'nun yerine oyuna giren Gareth Bale ise Carlo Ancelotti'den adeta bir "Durmayacağım" mesajıydı. Ardından sağ çaprazdan Bale'ın kullandığı duran topu gole çeviren Ronaldo skoru 4-0'a taşıdı ki 10 dakikada üç gol yiyen Galatasaray'ın halet-i ruhiyesinin ne kadar kötü olduğunun da bir göstergesi olacaktı. Ardından Modric yerine Illarramendi'yi oyuna aldı Ancelotti. Bu dakikadan sonra üçüncü golden önce Engin yerine oyuna girecek olan Bruma Galatasaray adına ısıran tek oyuncu olacaktı. Kuvvetle muhtemel yeni gelmenin yaratmış olduğu o istek etkilidir lakin bu kadar isimin arasında salmaması ve sürekli arayış içinde olması önemlidir. Bruma'nın çabaları gol için yeterli olmadı. Real Madrid ise durmak bilmeden saldırıya devam ediyordu. Sürekli olarak hızlı ataklar ile arayış içindeydiler. Eboue'nin bulunduğu sağ kanadı müthiş kullanacak olan Ronaldo, Benzema'ya ikinci golünü attıracaktı. Hemen ardından Galatasaray, sağ kanattan geliştirdiği atak sonucunda Burak yerine sonradan oyuna giren Umut ile golü bulup skoru 5-1'e getirdi. Uzatma dakikalarından Ronaldo'nun yine sağ kanattan bu kez bireysel çabalarıyla getirdiği gol neticesinde maç nihai skoruna ulaşacaktı: 6-1...
Real Madrid'e yenilmenin ayıplanmayacağı aşikar. Galatasaray'ın problemi yine Fatih Terim'in maç sonu açıklamalarında da altını çizdiği gibi, gerekli reaksiyonların gösterilememesiydi. 30 dakika boyunca rakibi ısıran takımın yenilen ilk golden sonra düşük profilli takımlar gibi dağılmasının tek bir izahı vardır o da mental sorun. Bu sorunlar nasıl aşılacak bilinmez ama bu mağlubiyetin büyük bir yara oluşturduğu da su götürmeyen cinsten.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Yaklaşık 20-25 dakika Real Madrid'e pozisyon vermeyip oyun üstünlüğünü ele alan Galatasaray adına golü geleceğini görmek aslında zor değildi. Orta alanda kazanılan toplar Engin Baytar'ın taktiksel olarak orta sahanın merkezinde bulunması neticesinde bir türlü olumlu kullanılamıyordu. Olumlu kullanılan diğer toplar sonucu gelen tüm pozisyonlar da cömertçe harcanıyordu. Buna karşın Real Madrid diyagonal pas silahını kullanıp mevcut baskıyı aşmaya başladığı andan itibaren işler değişti. Aynı zamanda ileride ciddi biçimde hareketlilik sağlayan ve Angel Di Maria'nın adeta matkap görevini yapıp bulunduğu bölgede delik açışı kader değiştiren cinstendi. Nitekim 33'te Emmanuel Eboue'nin Isco'yu kontrol edememesi neticesinde gol kalede görülüyordu. Maç sonunda Fatih Terim'in de "kırılma anı" olarak göstereceği bu gol oyundaki dengeleri değiştirecekti. Real Madrid bu dakikadan sonra topu ayağına iyice almaya başladı. Galatasaray'ın gol sonrası bocalama durumu ise beklenenden uzun sürecekti. Didier Drogba'nın da Pepe tarafından amiyane tabirle nakavt edilmesi sonucu işler iyice sarpa saracaktı.
İkinci yarının başında gerçekleştirilen Drogba-Nordin Amrabat değişikliği saha içi dizilişi de değiştirecekti. Maç tempolu başladı. Cristiano Ronaldo ve Burak Yılmaz'ın art arda gelen pozisyonları gol kokusu içeriyordu. 54. dakikada da malum bireysel hata ile Karim Benzema'nın golü geldi. Sinyaller hiç iyi değildi. Bu dakikadan sonra Galatasaray edilgen konuma geçecekti. Topu sürekli olarak ayağında tutmaya başlayan Real Madrid, Galatasaray savunmasının ardına atacağı toplarla gol bulmayı deneyecekti. Üst üste birkaç kez bunu denemelerinin ardından Cristiano Ronaldo ile farkı üçe çıkardılar. Golün ardından Isco'nun yerine oyuna giren Gareth Bale ise Carlo Ancelotti'den adeta bir "Durmayacağım" mesajıydı. Ardından sağ çaprazdan Bale'ın kullandığı duran topu gole çeviren Ronaldo skoru 4-0'a taşıdı ki 10 dakikada üç gol yiyen Galatasaray'ın halet-i ruhiyesinin ne kadar kötü olduğunun da bir göstergesi olacaktı. Ardından Modric yerine Illarramendi'yi oyuna aldı Ancelotti. Bu dakikadan sonra üçüncü golden önce Engin yerine oyuna girecek olan Bruma Galatasaray adına ısıran tek oyuncu olacaktı. Kuvvetle muhtemel yeni gelmenin yaratmış olduğu o istek etkilidir lakin bu kadar isimin arasında salmaması ve sürekli arayış içinde olması önemlidir. Bruma'nın çabaları gol için yeterli olmadı. Real Madrid ise durmak bilmeden saldırıya devam ediyordu. Sürekli olarak hızlı ataklar ile arayış içindeydiler. Eboue'nin bulunduğu sağ kanadı müthiş kullanacak olan Ronaldo, Benzema'ya ikinci golünü attıracaktı. Hemen ardından Galatasaray, sağ kanattan geliştirdiği atak sonucunda Burak yerine sonradan oyuna giren Umut ile golü bulup skoru 5-1'e getirdi. Uzatma dakikalarından Ronaldo'nun yine sağ kanattan bu kez bireysel çabalarıyla getirdiği gol neticesinde maç nihai skoruna ulaşacaktı: 6-1...
Real Madrid'e yenilmenin ayıplanmayacağı aşikar. Galatasaray'ın problemi yine Fatih Terim'in maç sonu açıklamalarında da altını çizdiği gibi, gerekli reaksiyonların gösterilememesiydi. 30 dakika boyunca rakibi ısıran takımın yenilen ilk golden sonra düşük profilli takımlar gibi dağılmasının tek bir izahı vardır o da mental sorun. Bu sorunlar nasıl aşılacak bilinmez ama bu mağlubiyetin büyük bir yara oluşturduğu da su götürmeyen cinsten.
Ufuk Tolga Aldırmaz
16 Eylül 2013 Pazartesi
Yürü Bildiğin Yoldan
Bursaspor orta sahasının en önemli dişlisi Fernando Belluschi'nin yokluğu da tıpkı Veli'ninki gibi bu kez Bursaspor cephesini düşündürtüyordu. Açıkçası Pablo Batalla'nın ana besin kaynağı olan Belluschi de o bölgede olmayınca vasat seviyede bir orta ikili sahada gördük. Şamil ve Yasin Beşiktaş orta sahasının esnekliğine ve oyun zekasına karşı koyabilecek dirençte isimler değildi. Bunun yanı sıra Batalla'ya gerekli desteğin verilmemesi de sıkıntıların esasında ana kaynağı olacaktı. Maça iyi başlayan Bursaspor'un Beşiktaş'ı sertlikle durdurma çabası özellikle Oğuzhan'ın oyun planları doğrultusunda sola tarafa doğru eğilmesi ve o bölgede topla oynanması neticesinde kırılacaktı. Bilic'in isteği savunma arkasına atılacak olan toplar ve rakip sağ beki Şener'in bıraktığı boş alanlara dolgu yapılmasıydı. Gökhan Töre'nin o bölgedeki Olcay'a attığı top ise bu konuda büyük bir emsal teşkil ediyordu. Gelen gol Bursaspor'un baskısını kırıp gardını da düşürdü. Ardından durun toplarda efsaneleşen Fernandes-Sivok ikilisinden gelen gol Beşiktaş'ı iyice rahatlatıyordu. İkinci yarıya girilirken Bursaspor'un Beşiktaş'a bir yanıt verememesi ve geride geniş boşluklar bırakması Beşiktaş'ın üst üste pozisyonlar bulmasını sağladı. Açıkçası çok aceleci ve bazen laubaliliğe kaçacak nitelikte işlerin yapılması üçüncü golün gelmesini geciktirdi. Bu durum ileride sıkıntı yaratabilecek cinsten bir olgu olarak göze çarpıyor. Üçüncü golün gelmesi ile birlikte fişi çeken Beşiktaş, Oğuzhan'ı kaybedecekti ki böyle bir galibiyette can sıkabilecek tek durum da ancak böyle bir şey olabilirdi.
Dörtte dört ile taraflı tarafsız kimsenin beklemediği biçimde lige damga vurarak başlayan Beşiktaş, gün geçtikçe takım olma olgusunu geliştirip oyun kalitesinin üzerine koyuyor. Oyuncular teknik ekibin elinde her geçen gün üzerlerine bir şeyler ekliyor. Sürekli bir devinim söz konusu. Oyun bilinci git gide sağlamlaşıyor. Öyle ki 80. dakikada skor 3-0 iken rakip savunmaya dört kişi ile basıp topun kıymetini bilen bir takım hüvviyetine bürünülüyor. Devre arası yayıncı kuruluş tarafından verilen o koşu mesafesi istatistiğinde Fernandes lider çıkabiliyor ki bunun anlamı eğer okuyacak olursak Fernandes'in top almak için ne kadar alan değiştirdiğidir. Fernandes özelinde bahsettiğim bu durumu bir de takımın geneline yaydığınızı düşünün, işte bu geceki Beşiktaş ortaya çıkacak.
Puan kayıpları gelecektir. Gelmemesini beklemek ütopik olur. Beşiktaş şu an doğru zamanlarda doğru puanları kazanıyor. Bu çizgisini devam ettirdiği takdirde beklenen şeyler daha da somutlaşacaktır. Önder Özen ve Slaven Bilic'in kısa zamanda takımı bu hale evirmesi ise övgüyü hak eden cinsten. Bir de övgüyü hak eden başka biri var. Borussia Dortmund'dan ayrılıp gelen Edin Terzic'in özellikle rakip analizinde yaptığı katkıyı es geçmemek gerek. Bilic'in yaptığı o "sosyalist takım" vurgusu hem saha içi hem de kulübe anlamında iyice somutlaşıyor. Altını çizdiğim gibi, Beşiktaş bildiği yolda yürüyor. O bildiği yolda "ölümden" öte bir şey yok zira Beşiktaş'ın kaybedecek hiçbir şeyi yok.
12 Eylül 2013 Perşembe
Geleceğe Dönüş
Beşiktaş, şu günlerde aman aman zamanlar geçirmiyor olsa da "Feda" kisvesi altında geçirdiği zorlu sezonun ardından yarınlarına her anlamda daha umutlu bakıyor. Bir yıl önce hemen hemen aynı dönemde başlayan lige girilen mentalite ile şu günlerdeki mentalite arasındaki farkı anlatmak için gece ve gündüzü karşılaştırmak bile yeterli olmayabilir. Yönetimden tutun da takımdaki futbolculara, basketbol şubesinden tutun da hentbol şubesine kadar her alanda çok daha farklı noktalara gidildiği görüldü. Tabii ki ana branş futboldaki değişim çok daha belirgin olacaktı.
Bir Tamer Kıran projesi olarak Futbol Genel Direktörlüğü'ne getirilen Önder Özen ve onun iş bilir tavrı hakkında daha önce de "Devrim mi Şanlı Mağlubiyet mi?" başlığında birkaç kelam etmiştim. Genel hatları ile oluşturduğu görev şablonu ve yaptığı görev tanımlamaları neticesinde çok daha profesyonel bir yapılanmanın temelleri atılacaktı. Önder Özen göreve ilk geldiği günden itibaren bunu vaad edip, günü ve özellikle de geleceği düşündüğünün altını çizecekti. Nitekim bir şekilde bu yapılanma başladı. Adımlar atıldıkça ve bu adımların doğru olduğu Önder Özen tarafından bir şekilde açıklanınca taraftarın desteği de çığ gibi büyüyordu.
Başta Slaven Bilic olmak üzere A takıma birçok yeni hamle yapılacaktı. Bunun mesajları da açık biçimde verilmişti. Nitekim 13.800.000 Euro harcanarak kadroya Tolga Zengin, Günay Güvenç, Serdar Kurtuluş, Pedro Franco, Ramon Motta, Atiba Hutchinson, Sezer Öztürk, Ömer Şişmanoğlu, Gökhan Töre, Kerim Frei ve Michael Eneramo katıldı. Neredeyse rakiplerden Fenerbahçe'nin yaptığı sadece Emmanuel Emenike transferi ve Galatasaray'ın da sadece Bruma transferinin maliyetleri kadar bir bütçe doğrultusunda Beşiktaş 11 ismi kadrosuna katacaktı.
Bir önceki sezon ilk yarının beklenmedik derecede iyi bir noktada tamamlanması ve ikinci yarıda yaşanılan düşüş neticesinde teknik direktör Samet Aybaba'nın doğruları ile yanlışları bir tarafa en önemli sebebin kadro derinliğinin yeterli düzeyde olmaması; bunun yanı sıra alternatifler arasında uçurumlar bulunması en büyük sebeplerden olacaktı. Bunu tolere etmek için mecburi biçimde niceliği arttırmak, niceliği arttırırken de niteliğe etki etmek gerekecekti. Nitekim yukarıda saydığım oyuncuların transferi her ne kadar taraftarın belirli bir kısmını tatmin etmeye yetmese de ciddi, kendi içinde risk barındıran, rasyonel yatırımlar olacaktı. Bu transferler içinde elbette birkaç istisna var (özellikle başkanın ben aldım demeye getirdiği Sezer Öztürk) fakat genel hatları itibari ile anlaşılabilir isimlerden örülü bir liste özelliği taşıyor. Sanırım örneğe tam da şu an başvurmalıyız.
2012-2013 sezonunun ikinci yarısında oynanan ve İnönü Stadı'ndaki son derbi niteliğini de taşıyan Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşmasında sonuç bildiğiniz gibi 3-2 Beşiktaş lehineydi. Rica ediyorum kimse kızmasın ama biraz da şans ve tesadüf eseri kazanıldığını idrak etmenin zor olmadığı karşılaşmada Beşiktaş'ın ilk 11'i alttaki görselde mevcut. Yedekler ise Cenk Gönen, Julien Escude, Emre Özkan, Mehmet Akgün, Oğuzhan Özyakup, Necip Uysal ve Sinan Kurumuş'tu. Dentinho, Hugo Almeida gibi sakat isimlerin de mevcudiyetini atlamamalıyız. Belli başlı kilit dişlileri saymazsak ilk on sekizin ne kadar zayıf olduğu su götürmez cinsten. Hemen altındaki görsel ise Beşiktaş'ın içinde bulunduğumuz sezondaki son karşılaşması olan ve 2-0'lık lehte biten Gaziantepspor karşılaşmasındaki ilk 11'i. Yedekler ise Cenk Gönen, İbrahim Toraman, Ersan Gülüm, Necip Uysal, Muhammed Demirci, Dentinho ve Mustafa Pektemek. Yabancı sınırlaması ve sakatlıkları da düşündüğümüzde dışarıda kalan belirli oyuncu grubu ise bir önceki sezona göre parmak ısırtan cinsten. Ek olarak bir önceki sezon kadroda bulunmaları halinde ilk on biri rahatlıkla zorlayabilecek kıymette isimler olarak göze çarpıyor: Pedro Franco, Sezer Öztürk, Ömer Şişmanoğlu, Filip Holosko, Michael Eneramo... Bu isimlere katılan Ramon'un direkt olarak sol beke ve Kerim Frei'ın da yedek kulübesi, belki de ilk 11'e monte edileceğini düşündüğümüzde hem nitelik hem de nicelik bakımından kadroda nasıl bir genişleme olduğunu daha net idrak etmekteyiz.
Kiralık olan Gökhan Töre'nin de bonservisini almak için çalışmalara başlanacağını da düşündüğümüzde ilerleyen yıllar açısından Beşiktaş, son derece önemli bir yerli jenerasyonuna sahip olacak. Özellikle Oğuzhan Özyakup, Muhammed Demirci, Gökhan Töre ve Kerim Frei dörtlüsü Slaven Bilic'in elinde futbol olgunluklarını kazandıkları takdirde belirli bir döneme damga vurabilecek kapasitede çekirdek oyuncu grubu olacaktır. Önder Özen'in Atletik Performans Departmanı ve Milan Lab benzeri bir oluşumun peşinden koşması ile birlikte saha dışı bütün ortam oluşturulmuş olacak. Gökhan Töre'nin kafasına sihirli değneği dokundurmuşçasına bir etki yaratan Bilic'in ise bunu devam ettirmemesi için hiçbir sebep yok. Gurbetçi diye nitelendirebileceğimiz futbolcu grubundan "yayılmacı" politikalar neticesinde bu bahsettiğimiz çekirdek gruba eklemeler olacaktır. Önder Özen'in açıklamaları ve fikirleri de açıkçası bunu işaret edecektir.
Yukarıda bahsini geçirdiğim geleceğe yatırım "proje oyuncular" dışında Beşiktaş'ta, karar alıcıların politikalarına has uygulamalara verilen tepkimeler de yine rasyonel biçimde yönetilen bir kulüp edasını taşımakta. Sürpriz olmazsa (ki olmamalı da) 5+0+3 kuralına uygun bir politika geliştiren ve iki kiralık(Dentinho, Ramon) bir de Mayıs ayında sözleşmesi sona erecek (Julien Escude) oyuncuyu kadrosunda bulunduran Beşiktaş bu aklı başında hamleler ile de bir tebriği hak etmekte.
Velhasıl kelam rakiplerin kadro mühendisliği konusunda rezilleri oynadığı ve yabancı oyuncu sözleşmeleri gereğince belli yükümlülükleri zorla yerine getirebildiği ortamda Beşiktaş son derece başarılı bir "proje takımıdır". Bütçe (objektif biçimde) ve kadro kalitesi (subjektif biçimde) bakımında rakiplerine oranla daha geride olmasına karşın yaptıkları harcamalar ve lig standardının çok üzerinde dengeli bir kadroya sahip olmaları onlar için son derece sevindirici. Yatırım yapılırken geleceğin ağırlıkla düşünülmesi ve bu yatırımları mevcut performansı ile işleyebileceğini gösteren Bilic'in varlığı ise artı hanesine yazılan bir diğer unsur olmakta. Önder Özen önderliğinde, Slaven Bilic komutasında Beşiktaş için gelecek son derece aydınlık. Yapılmakta olan Vodafone Arena'ya bu mentalite ile geçilmesi durumunda dem vurduğum o devrimin gerçekleşmemesi için hiçbir sebep yok.. Beşiktaş, geçmişindeki o şaşalı kolej takımı havasını geleceğine de taşıyacak gibi görünüyor.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Kerim Frei
19 Kasım 1993'de Avusturya'nın Feldkirch şehrinde doğan Kerim Frei, Türk asıllı İsviçreli bir baba ve Faslı bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Ufak çapta bir Birleşmiş Milletler niteliğindeki ailede, Kerim babasının yönlendirmesi neticesinde beş yaşında FC Au-Heerburgg takımında futbol hayatına başlayacaktır. Futbol için ilk öğrenimini burada gören Kerim iki yıl sonra İsviçre'nin önemli kulüplerinden olan St.Gallen'in alt yapısına geçecektir. 2006 yılına dek burada tabiri caizse şekle giren Kerim'in yolu ülkenin en büyük kulüplerinden olan Grasshopper'a düşer. Bir dönem AS Romalı yetkililerin dikkatini çekmesine rağmen İtalyan kulübüne katılamayacaktır. Bunun neticesinde Fulham alt yapısına transfer olur. Dikkatleri üzerine bildiğiniz gibi burada çekecektir. Alt yaş kategorileri ve yedek takımda oynadıktan sonra ilk kez resmi formayı Faroe Adaları'nın Runavik takımına karşı giyer. İngiltere Lig Kupası'nda Chelsea ile oynanan mücadelede oynadığı etkili oyun kısa kariyerindeki en önemli enstantaneler olarak hatırlanır. 2008'de alt yaş kategorilerinde başlayan İsviçre Milli Takımı serüveni Andorra ile deplasmanda oynadığımız milli maç neticesinde biter ve artık nüfus kağıdında Kerim Koyunlu yazar. Türk Milli Takımı'nı tercih etmesi İsviçre cephesinde ufak çapta bir sinir harbine neden oldu da diyebiliriz. Kariyeri boyunca çıktığı 84 maçta 13 gol sekiz asistlik performans sergileyen Kerim için istatistikler üzerinden yorum yapmak pek de mümkün gözükmüyor.
İlk etapta "overrated" olarak nitelendirdiğim Kerim Frei için naçizane fikirlerim değişmiş değil. Bu şekilde düşünmemin en büyük sebebi Türk Futbolu'nun oyuncu yetiştirme konusunda yaşadığı sıkıntılar neticesinde gurbetçi diye tabir edebileceğimiz alt yapı eğitimlerini yurt dışında gören oyunculara olduğundan fazla anlam yüklenmesidir. Kerim'in göstermiş olduğu performanslar bir kenara milli takıma getiriliş şeklinin yangından mal kaçırırcasına olduğu malumunuz. Bunun yanı sıra oynadığı üst düzey maç sayısının az olmasına rağmen belirli çevrelerce oyuncuya sahip olduğundan daha fazla anlamlar yüklenmesinin hem kendi gelişimi hem de beklentiye giren izleyici açısından pek de rasyonel bir yaklaşım olduğuna inanmamaktayım. Tüm bu düşüncelerim bir kenara Kerim'in belirli bir potansiyel taşıdığı ve işlenilmesi halinde önemli bir noktaya gelebilecek bir değer olduğuna da katılmıyor değilim deyip detaya girelim.
Fırsat buldukça forvet arkasında rahat olduğunu dillendiren Kerim'in oyun stili kanatlara daha uygun. Sağ ayaklı olmasının vermiş olduğu avantajlar ile sol kanatta çok daha etkili bir oyuncu haline büründüğü su götürmeyen cinsten. Aynı zamanda forvet hattı için versatil bir oyuncu olduğu da aşikar. Basiti oynamayı sevmesi ve gerektiği zaman -bir Olcay Şahan olmasa da- pozisyonu zorlaması bu açıdan dengeli bir oyuncu olduğunun emaresi. Buna karşın birebirlerde çok da iyi bir rakip ekarte etme özelliğine sahip olmadığını söyleyebiliriz. Topla hızlı hareket etmesi avantaj hanesinde fakat daha da büyük bir avantajı var -ki zaman zaman bunu uygulamasa da- topu hızlı biçimde hareket ettirmesi. İlk etapta pırpır diye tabir edilen Gökhan Töregiller'den diye de genişletebileceğimiz oyuncu grubuna dahil gibi gözüküyor. Buna karşın az önce dile getirdiğim özellikler sayesinde hiçbir zaman Gökhan Töre'de olduğu gibi Slaven Bilic'in baş parmağını şakağına götürmesine sebep olmayacaktır. Kerim'in önemi de işte bu noktada ortaya çıkıyor. Olcay Şahan ve Gökhan Töre gibi kaos futbolunu layıkıyla(!) yerine getirebilecek iki parçanız mevcutken farklı oyun yapısına uygun dişlileri de kadronuzda bulundurmak zorundasınızdır. Kerim set oyunundaki becerileri ile farkı yaratacaktır. Takım oyununa bu saydığım ikiliden kağıt üzerinde daha yatkın hücum repertuarına sahip olması önemli. Gerek kilidi çözülemeyen karşılaşmalarda gerekse de daha geniş alanlarda oynarken Kerim kullanılabilecek bir oyuncudur. Beşiktaş'ın son dönemdeki en büyük sıkıntısı hücum hattındaki akışkanlık ve hız iken bu transferin daha fazla anlam ifade edebilmesi de mümkün gözüküyor.
Beşiktaş'ın bu transferde istekli tavrının nedeni geleceğe yatırım alt başlığından da öte yerli kanat ve belirli pozisyonlar için kadroda elastike özelliklere sahip bir oyuncu bulundurma isteği olduğu büyük fotoğrafa bakıldığında net biçimde anlaşılıyor. Filip Holosko'nun sakatlığı, Dentinho'nun varlığı ile yokluğunun bir olması ve Olcay Şahan-Gökhan Töre ikilisinin yukarıda dem vurduğum yönleri neticesinde böyle bir eklentiye ihtiyaç vardı. Kerim iyi oynamayabilir hatta yokları oynayabilir ama kağıt üzerinde hamle olarak önem arz edecektir. Kaldı ki her fırsatta dile getirdiğim, Slaven Bilic'in Gökhan Töre'nin kafasına değdirdiği o sihirli değneğin bir de Kerim üzerindeki etkisini göreceğiz. Bu örnek Kerim için büyük umut veriyor fakat beklemek şart. Hem Kerim'in hem de Gökhan'ın futbol olgunluğunu kazanması zaman alacaktır. Özellikle Kerim açısından bakarsak daha da fazla zaman alabilir fakat varılan noktanın umut edilenden çok daha ötede olma ihtimali de mevcut. Buna karşın şu yerli piyasasında iyi gözüyle baktığımız Kerim için beklentileri en alt seviyede tutmanın da fayda sağlayabileceğini de söylemek gerekir.
Ufuk Tolga Aldırmaz
6 Eylül 2013 Cuma
Pozzo Hanedanlığı
İtalya'nın küçük kentlerinden olan Udine, futbol takımına sadık olan taraftarlarıyla da tanınır. Öyle ki çoğu zaman stat dolmaz ama Udinese'nin boş tribünlere oynadığını da göremezsiniz. Yıllardır süregelen bu durum taraftarın her manada kulübüne sadık kalmasını da beraberinde getirir. Oyuncular gelir, gider gık çıkmaz. Bir sezon üçüncü, birinde beşinci, diğerinde sekizinci olurlar yine de takımlarına sadıktırlar. Nitekim bu dingin haleti ruhiye kulübe de sirayet etmiş ve yönetimsel açıdan istikrarlı bir Udinese senelerdir varlığını sürdürmüştür.
21 Mayıs 1941 Udine doğumlu Giampaolo Pozzo önemli bir iş adamıdır. Yatırım yapmak için futbol seçtiğinde doğduğu şehrin takımından başkasına yönelmesi pek mümkün değildir. Nitekim Temmuz 1986'da kulübü satın alır. Kulüp borç batağındadır. Üstüne üstlük bir de şikeden ceza yemiştir. Yıllar geçtikçe düzen oturur. Bu kez Pozzo'nun zamanın Lazio başkanı ile telefon konuşması polisler tarafından soruşturma sebebi olarak gösterilir. Bu kez Pozzo bizzat kendisi yüzünden kulübüne ceza aldırtmış olur. Bu durum Pozzo'yu daha da çok kamçılar. İstediği şey başarı olacaktır. Alberto Zaccheronili takım ile Serie A üçüncülüğüne kadar yükselecektir. Bir sonraki sezon gelen yedincilik de aslında istikrarsızlığın büyük bir göstergesi olacaktır. Tesadüfi başarı dalgalarına tutulmalarına karşın Pozzo işin böyle yürümeyeceğini şirketlerinden de bilmektedir. Profesyoneller ile anlaşır. O profesyoneller bugünkü Udinese'nin temel prensiplerini oluşturur. Ardından programlanış başlar. Amaç basittir: Kar elde ederken başarılı olmak. Amaç göreceli biçimde de olsa gerçekleşecektir. İlk büyük satış zamanın kuru ile 12 buçuk milyon Euro'luk Oliver Bierhoff ile olur. Yavaş yavaş sistem oturur. Ardından Parma'ya 28 milyon Euro'ya yollanan Marcio Amoroso gelir. İki sezon sonra Stefano Fiore 25 milyon Euro'ya Lazio'ya, altı sezon sonra David Pizarro 12 milyona Inter'e ve Marek Jankulovski'de 8.5 milyona Milan'a transfer olur. Bunlar tabii ki büyük meblağlar karşılığı olan transferler. Sıkı durun esas kazanç geliyor, 1998-1999 sezonundan beri Udinese'nin aldığı ve sattığı futbolcuları dengelediğinizde kulüp yaklaşık olarak 215 milyon Euro kar elde etmiş durumda. Sadece oyuncu satımı ile Beşiktaş'ın güncel borcunun yarısından çoğunu ödeyebilecek bir banka hesabına sahip olduklarını söylersek abartmış olmayız. Hakikaten büyük rakamlar.
Udinese yukarıda belirttiğim karı elde ederken sırtını gözlem ağına dayadığını hepimiz biliyoruz. Geçtiğimiz hazirana dek kulüpte Sportif Direktör olarak görev almış olan Fabrizio Larini ile yapılan bir röportajda bu ağ ilgili gelen soruya verdiği cevaptan detayları alıyoruz. Yirmi adet gözlemcisi bulunan kulüp, bu gözlemcileri dünya üzerine yaymış durumda. Bunlardan beşi İtalya'da çalışıyorken beşi de Avrupa genelindeki düşük profilli ligleri takip ediyor. Biri Brezilya, biri Arjantin ve çevresi, bir diğeri ise Şili ve çevresindeki ülkelerden sorumlu. Biri de özellikle Gana olmak üzere Afrika'nın belli başlı ülkelerinde cirit atıyor. Diğer gözlemciler ise genellikle raporları olumlu gelen oyuncular üzerinde karar kılıcı rolünü oynuyor. Kimi oyuncular için aylar harcandığını kimileri içinse bir iki maçta karar verildiğini belirten Larini, oyuncuların kiralanması konusunda da etkili bir isim. Bu konuda herhangi bir araştırmam yok lakin Udinese'nin sözleşmeli yüzü geçik oyuncusu olduğunu ve bunların yaklaşık yetmişinin de başka kulüplerde kiralık olarak top koşturduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Türkçe'ye "bul-kullan-sat" şeklinde sokabileceğimiz sistemin işlemesindeki en önemli organlardan biri de 2008'de Pozzo ailesinin hisselerinin büyük çoğunu aldığı La Liga'da mücadele eden Granada. Granada'nın La Liga'ya yükselişi şüphesiz ki onlar adına büyük bir olay oldu. Bugün Granada'nın güncel kadrosunda altı Udinese menşeli oyuncu barındırdığını da hemen belirtmeliyim. Granada'nın ardından İngiltere Championship ekiplerinden FC Watford'u da satın alan Pozzo ailesi resmi anlamda futbol dünyasındaki öyle zannediyorum ki ilk çok uluslu şirketi oluşturdu. Geçtiğimiz sezon Premier League'e çıkışı kıl payı diye tabir edebileceğimiz şekilde kaçıran Watford'un güncel kadrosunda da 12 Udinese ve Granada geçmişi bulunan oyuncu mevcut. Bu bağlamda Watford'un da Premier League'e çıkışı şiddetle istedikleri bir olay.
İleride ne olur, zaman ne getirir bilinmez fakat iyi senaryoyu oluşturacak olursak; Watford Premier League'e kalifiye olur. Belli bir süre ardından Granada yavaş yavaş Avrupa kupalarına gidecek seviyeye gelir. Udinese ise ilk dördü her sezon zorlar ve belki de -hakikaten en iyi ihtimalle- bir şampiyonluk gelir. Kötüyü çizecek olursak Watford ve Granada yerinde sayar, Udinese kar elde eden bir orta sıra takımından öteye gidemez. Hep birlikte Pozzo ailesinin bu kulüpleri nereye götüreceğine şahit olacağız. Para akışını daha verimli kullanabilirlerse başarının gelmesi pek de zor bir iş gibi de durmuyor diyebiliriz.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Etiketler:
Championship,
Giampaolo Pozzo,
Granada,
La Liga,
Serie A,
Udinese,
Watford
2 Eylül 2013 Pazartesi
Sosyalist Beşiktaş
Uzun yıllar sonunda Beşiktaş bu akşam Gaziantepspor'a karşı ligde üçte üç yapabilme ihtimaliyle sahadaki yerini alacaktı. Gaziantepspor ise kısır kadrosu ve devirdaim şeklinde süre gelen sıkıntılar ile Beşiktaş ile karşı karşıya gelecekti.
Maçtan yaklaşık iki saat önce açıklanan Beşiktaş ilk on birinde dikkat çekici olan şey Atiba Hutchinson'un sol beke geçmesi ve bunun neticesinde Veli Kavlak ile tek savunmaya kırık orta saha oyunculu düzene geçilmesiydi. Tam olarak 4-1-4-1 diye nitelendirebileceğimiz bir düzen ile çıkan Beşiktaş'taki son değişiklik Tromsö maçında etkili oyunu ile formayı alan Oğuzhan Özyakup'tu. Gaziantepspor ise Daryvdas Sernas ve Turgut Doğan Şahin gibi iki önemli silahını kenarda oturtarak aslında emniyet sübabını sahada oluşturmaya çalıştı.
Maç başladığı andan itibaren Beşiktaş artık klasikleşen biçimde topu ayağına alıp, sakin düzende tempoyu kontrol etme çabasındaydı. Belirli bir süre boyunca bu tek savunmaya kırık oyuncu ile başlangıcı yadırgayan takım Oğuzhan'ın varlığına rağmen topu rakip birinci bölgede tutmakta zorlandı. Gaziantepspor ise orta sahada sert basma çabası ile birlikte kazanılan topları direkt olarak Cenk Tosun'un önüne atıp pozisyon yakalama amacındaydı. Beşiktaş'ta Tomas Sivok-Julien Escude stoper ikilisini de düşününce bu durumu teoride mantıklıydı. Beşiktaş'ın bu tabiri caizse "bocalama" döneminde bunu birkaç kez deneyip, verimi alamamaları oyundaki dengeleri de değiştirecekti. Beşiktaş topu ayağına alıp tempoyu bir tık arttırdığı anda zaten Hugo Almeida'nın birinci sınıf santrafor golü de gelecekti. Golde Hutchinson'un boş koşusu ve rakip savunmanın dengesini bozuşu, Slaven Bilic özelinde yönetime "Bunları yapan sol bek alın!" mesajı niteliğindeydi. Golden sonra rahatlayıp Gaziantepspor'un orta alandaki baskısını pasla kırmaya başlayan Beşiktaş, Gökhan Töre'nin mental anlamda gelişimini de gösteren bir penaltı kazandı. Gökhan ayağına gelen topu boş koşu yapan Manuel Fernandes'in önüne hiç bekletmeden atarken o bölgedeki rakiplerini işlevsiz bırakıp Gilles Binya'nın Fernandes'e kontrolsüz biçimde müdahelesine de sağlayacaktı. Almeida'nın penaltı golü ile gelen 2-0'lık skor takımın rahatlamasını sağlıyordu.
İkinci yarıya Sernas'ı oyuna atarak başlayan Gaziantepspor, Beşiktaş'ı doğal olarak zayıf olan bölgesinden vurmaya çalışacaktı. Sağ kenarda çabalayan Sernas birkaç pozisyona ön ayak olmasına rağmen başta Cenk ve sonradan oyuna dahil olacak Muhammed Demir'in savsaklaması neticesinde tabela yapılmasına vesile olamıyordu. Beşiktaş ise üstüne gelen rakibine karşı özellikle Oğuzhan ve Fernandes ile hızlı hareket etme çabasındaydı. Açıkçası defalarca pozisyon bulunmasına rağmen rakip santraforlarda olduğu gibi anlamsız hareketler fişi çekecek golün gelmesini engelleyecekti. Turgut Doğan Şahin'in de oyun sahasına girişi ile birlikte Gaziantepspor son hamlesini yaparken Bilic'ten gelecek olan Muhammed Demirci hamlesi de takıma net mesajdı: "Topu ayağınızda tutun.". Mesaj doğru algılandı ve Beşiktaş topun kıymetini de daha iyi bildi. Gökhan, Oğuzhan, Muhammed başta olmak üzere Beşiktaş, geçen sezona göz kırparcasına yaptığı paslar ve rahat hareketler neticesinde maçı koparmayı bildi.
Beşiktaş oyunu tutmayı öğrenirken gelişiyordu. Zaman geçtikçe bu konuda da üzerine koyacak olan takım aslında en net mesajı da ligin üçüncü haftasında "Biz takım olduk." diye bağırırcasına verecekti. Sanıyorum bundaki en büyük etken "Sosyalist" teknik direktör Bilic'in adalet dağıtması oldu. Adalet duygusu ile hareket eden oyuncular Bilic'in dünyevi görüşünü de sahaya yansıtan cinsten bir yoğunluk ile yardımlaşıyordu. Ekstra olarak, taktik disipline bağlı kalarak oyun içi kaymaları iyi yaptığı görülen Beşiktaş'ın oyun anlamında şu an için eksik görülen noktası öyle zannediyorum ki geçiş oyunlarını hala oturtamamış olması ki takım savunmasını düşünecek olursak bunun da zamanla gelişeceğini söyleyebiliriz. Sol bek eksikliği aşikar. Artık söylemeye bile gerek duymuyorum. Bunun yanında Almeida'nın sakatlığı, süreye bağlı olarak Beşiktaş'ın başına iş açabilir. Sistem açısından ne kadar değerli olduğunu oyunda kaldığı her dakika ispatlamaya devam ediyor. Bir sonraki maç haftasında Bursaspor deplasmanına gidecek olan Beşiktaş onun yokluğunu hissedecektir. Michael Eneramo'nun sırası geldi. Beşiktaş'ın ligi hangi noktada bitirebileceğini de sanırım bu deplasman ve içeride oynanacak olan Galatasaray maçı ile tespit edebileceğiz. Şiddet içermeyen bir merakla bekliyorum.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)