28 Kasım 2013 Perşembe
Buram Buram Galibiyet Kokusu
Juventus, İtalya'da Kopenhag'ı ağırladı. B Grubunun son sırasındaki Juventus, yoluna devam edebilmek için galibiyete ihtiyaç duyuyordu. Aksi sonuçlar çetrefilli bir yola girileceğinin habercisi olacaktı. Kopenhag ise Torino'daki karşılaşmadan puan çıkartabilmenin peşindeydi. Maç öncesi puan eşitliği neticesinde üçüncü sırada kendilerine yer buluyorlardı.
Antonio Conte klasikleşmiş 3-5-2'si ile takımını sahaya sürdü. Göze çarpan tercih ise Ogbonna yerine Cacares'in oynuyor oluşuydu. Bonucci libero olarak sahadaki yerini her zamanki gibi alıyordu. Kanatlarda Padoin ve Asamoah oynadı. Orta üçlüde Pirlo'nun yanında Vidal ve Pogba vardı. Burada belki bir nebze Marchisio düşünülebilirdi lakin Pogba'nın geçtiğimiz sezon çıkışı ve içinde bulunduğumuz sezondaki form grafiği bunu sezonun başından beri doğal kılıyordu. Forvetin en ucunda ise hedef santrafor olarak Llorente yer aldı. Bir adım gerisinde daha çok yardımcı santrafor rolü ile yer alan Tevez, Llorente'nin civarında dolaşan tehlikeli adam olacaktı Kopenhag için.
Stale Solbakken ise 4-3-3 ile sahadaki yerini aldı. Kanatlarda Gislason ve Toutouh ileride sahte dokuzvari bir tercih ile Jorgensen yer alacaktı. Vari diyorum çünkü kuvvetle muhtemelen Jorgensen bile Solbakken'in kendisinden ne istediğini çözememiştir. Buna karşın yine de fazlasıyla çalışkandı. Ortada Bolanos, Claudemir ve Delaney yer aldı. Bu bölge için altı çizilecek olan nokta üçlünün sürekli olarak yer değiştirmesi olacak. Sürekli ters eşleşme ile rakip orta üçlüyü kontrol ettiler. Bolanos'un sağ kanat orijinli bir isim olması zaman zaman bu mantığın işlemesini engelledi. Juventus orta sahası rahatlayıp gerekli alanı elde etti. Savunmada ise kanat beklerin çakılı olmasa da ona yakın bir bilinç ile hareket ettiklerini de gördüğümü söylemeliyim.
Kopenhag maçın ilk dakikalarında topa sahip olan taraftı. Bunda kontrollü oyun anlayışı ile sahaya çıkışları etken oldu. Savunmada kısa paslar yapıp direkt atılacak olan toplarla hücum yapmanın peşinde koştular. Juventus ise agresif biçimde topa baskı yaparak buna engel olacaktı. Bilinçli bir şekilde topu onlara verdiklerini gözlemledim dersem yanlış olmayacaktır. Topa sahip olamamaktan çok rakibin neler yapabileceğini tartmak ister gibiydiler. Nitekim on dakika geçildikten sonra topu kontrolleri altına aldılar. Maçın ilk tehlikeli atağı da Pirlo'nun yolladığı uzun top ile ceza sahası içinde buluşan Pogba'nın şutunun Wiland'da kalması ile gelecekti. Pirlo'nun şefliğinde adrese teslim uzun topların genelde iki buluşma noktası oluyordu. İlki Llorente, ikincisi de Asamoah... Kanat organizasyonları yapılmak istendiğinde Asamoah'a yollanan toplar içeride yer alan Llorente ve Pogba'ya özellikle indirilip pozisyon elde edilmeye çalışıldı. Nitekim Pogba kullanıldığı zamanlarda fazlasıyla etkili olundu. Llorente ve geriden gelen Tevez ile eşleşen stoperler Pogba'nın topla buluşmasına engel olamıyordu. Llorente'ye yollanan toplar ise indirilip Tevez ile dağıtılıp pozisyonlar bulunuyordu. 27. dakikada az bir mesafe önde yakalanan Kopenhag savunmasının arkasına atılan topla buluşmaya çabalayan Pogba'nın yanına sokulan Jacobsen garip bir biçimde topla Pogba arasına elini soktu ve resmen penaltıyı çaldırdı. Topun başına geçen Vidal skor tabelasını değiştirdi: 1-0... Bu dakikadan sonra iyice sinen Kopenhag pozisyon üzerine pozisyon yiyordu. Bu pozisyonları baş kahramanı da hep Pogba oldu. İlk yarı bu skorla tamamlanırken Juventus'un galibiyetinin kokusu buram buram gelecekti. İkinci yarıda ise Kopenhag biraz daha rahat biçimde hücum etti. Özellikle Claudemir'in art arda iki uzun tacından elde edilen karamboller, üçüncü kezde golle sonuçlandı. Ceza sahası içinde uzaklaştırılamayan top Olof Mellberg'in vuruşu ile gol oldu. Mellberg eski takımına attığı gol neticesinde sevinmedi fakat iki dakika sonrasında sevindirdi. Llorente'yi sırtı dönük pozisyondayken döndürüp, beline sarılarak yine penaltıyı çaldırttı. Topu başına geçen Vidal 56'da gelen beraberlik golünün ardından 60. dakikada yine Juventus üstünlüğünü getirdi. Golden henüz iki dakika sonra sol kanatta topla buluşan Pogba topu sağ ayağına alıp ortayı arka direğe kesti. Burada güzel bir kafa vuruşu yapan Vidal, kendisinin ve takımının üçüncü golünü atıp maçı da bitirdi. Topu maçın başında olduğu gibi rakibine bırakan Juventus savunma moduna geçti. Tehlikeli herhangi bir atak bulamayan Kopenhag, kalesinde pozisyonlar verdi. Juventus ekstra bir gol bulamayınca üç puanı üç golle hanesine yazdırmış olacaktı.
Altı puana yükselen Juventus, haftaya İstanbul'da temsilcimiz ile gruptan çıkmak için mücadele verecek. Real Madrid'e Santiago Barnebeu'da mağlup olan Galatasaray, Juventus'a karşı kazanması halinde gruptan ikinci olarak çıkacak. Temsilcimizin işi hiç de kolay değil. Son sıradaki Kopenhag ile puan eşitliği olan Galatasaray'ın ikincilik hesabı yaparken sonuncu olması da ihtimaller dahilinde. Eğri oturup doğru konuşacak olursak Juventus bu geceki galibiyeti ile ikinciliği büyük bir ölçüde garantiledi. Bundan sonraki her sonuç sürpriz olacaktır.
27 Kasım 2013 Çarşamba
Ölüm ile Eş değer
Rusya'da oynanan Zenit St. Petersburg - Atletico Madrid karşılaşmasının ardından oynanan G Grubu'nun ikinci karşılaşmasında Porto, Estadio Dragao'da Austria Wien'ı konuk etti. Zenit - Atleti karşılaşmasının 1-1 sonuçlanmasının ardından grupta ikincilik hesabı yaparak sahaya çıkan Porto, Austria Wien karşısında istediği sonucu alamadı ve maç grubun diğer karşılaşmasına nazire yapan cinsten 1-1 sonuçlandı.
Paulo Fonseca eksiksiz biçimde çıktıkları karşılaşmada aşağıdaki gibi takımını dizdi. Klasikleşmiş oyun düzenlerini zayıf rakipleri karşısında devam ettirebildiler. Avrupa'nın elit sayılabilecek iki bekine sahip olmanın avantajını fazlasıyla kullandılar. Özellikle sol bek Alex Sandro'nun oyunu hakikaten fazlasıyla efektifti. Sürekli bindirme ve ortalarla forvetlerini besledi. Danilo da onun kadar olmamasına rağmen son derece etkin biçimde oynadı. Orta üçlüden Portekiz vatandaşlığına yeni geçen Fernando Reges göz dolduran performansını devam ettirdi. Buna karşın Steven Defour ve Lucho Gonzalez onun oyununa ayak uyduramadı dersek doğru olacaktır. Kanat organizasyonlarını bekleri sayesinde etkin kılan Porto, merkezden yeteri kadar etkinlik sağlayamadı. Rakip stoperleri döven ortalar yerine merkezi biraz daha etkin kullanabilseler kuvvetle muhtemel maç rahatlıkla koparılacaktı. Bu durumda etkili olan rakipten ziyade Defour ve Lucho'nun gününde olmamasıdır. Ön alanda santrafor Jackson Martinez bildiğiniz klasını devam ettirdi. Yardımcı forvetlerden Lica gayet olumlu işler yapsa da Josue bu ikiliye ayak uydurmakta zorlandı.
Menad Bjelica rakibi Fonseca kadar rahat biçimde takımını yayamadı. Özellikle Alexander Gorgon ve Florian Mader takım için önemli eksikler olacaktı. Yukarıdaki gibi sahaya dizilen Wien'in en büyük handikapı hücum aksiyonlarında sağ kanadı kullanmayı ön planda tutuyor oluşuydu. Alex Sandro'nun bu kadar etkili olmasının bir diğer sebebi de buydu. Türk asıllı Emir Dilaver ve Avustralyalı James Holland'ın orta alanda rakibin merkezden etkisiz olmasına karşın sık sık aciz duruma düştüğünü gördük. Fizik olarak iyi durmalarına karşın orta seviyede bir temponun hakim olduğu oyunda ağır kalmalarını açıkçası çok garipsedim. Genel itibari ile tecrübesiz ve yeteneksiz olmanın acısını çektiler diyebilirim.
Maç yüksek tempoda başladı. İlk on dakika iki taraf adına da topa sahip olma mücadeleleri ile geçilirken 11. dakikada golü savunmanın kaybettiği topu kazanan Kienast'ın uzaktan şutu ile Helton'u avlamasının neticesinde buldular. Amiyane tabirle golün verdiği gaz, onları oyunda bir süre daha tutacaktı. Fiziksel direnç gösterip Porto'nun rahat bir oyun sergilemesine engel oldular. Bu durum ilk yarım saatlik dilim boyunca sürdü. Lucho Gonzalez'in ara pasında kaleci ile karşı karşıya kalan Defour, Lindner'e takılırken merkezin önemini de bize ispatlayacaktı. Alex Sandro iyiden iyiye topa ısınırken, o kanattan üst üste ortalar gelmeye başladı. Wien stoperleri tarafından savuşturulan tepkiler yine de baskıyı azaltmaya yetmedi. Forvetin kanatları Josue ve Lica sürekli yer değiştirip rakip savunmanın düzenini bozuyordu. Özellikle Lica'nın sağ kanada geçtiği zamanlar orta yolu ile Jackson Martinez'e pozisyonlar oluşturuyordu. Austria Wien edilgen yapıya büründükçe yapabileceği en iyi şey olan kontra ataklara başvurdu. Kazanılan topları genellikle uzun yollayarak etkili olmaya çalıştılar fakat nafile.İlk yarı Austria Wien'in üstünlüğü ile geçildikten sonra Porto vitesi arttıracaktı. Baskıyı iyiden iyiye hissettirdiler. 48. Dakikada korner neticesinde oluşan karambolden Jackson Martinez ile gol çıkarıldı. Golden sonra bir beş dakika kadar bu tempoyu sürdürmelerine rağmen kendileri de sinecekti. İyice düşen tempo Porto adına aralıklı biçimde de olsa pozisyonlar getirdi. Özellikle 82. ve 90. dakikalarda Jackson Martinez'in kaleciye takıldığı pozisyonlar gecenin skorunu tayin edecekti: 1-1...
İki puanda kalıp ikili averaj neticesinde elenen Austria Wien'in teknik direktörü Bjelica son hafta iyi bir sonuç almak için ellerinden geleni yapacaklarını söylemesine rağmen Zenit'ten puan kapmaları zor görünüyor. Zenit'in olası galibiyet ile puanını dokuza çıkaracağını düşünecek olursak, Porto evinde bıraktığı iki puanı çok arayacak gibi görünüyor. Fonseca'nın işi hakikaten çok zor. Vicente Calderon'dan galibiyet koparsalar bile Austria Wien'e bağlı kalmak ölüm ile eş değer.
Paulo Fonseca eksiksiz biçimde çıktıkları karşılaşmada aşağıdaki gibi takımını dizdi. Klasikleşmiş oyun düzenlerini zayıf rakipleri karşısında devam ettirebildiler. Avrupa'nın elit sayılabilecek iki bekine sahip olmanın avantajını fazlasıyla kullandılar. Özellikle sol bek Alex Sandro'nun oyunu hakikaten fazlasıyla efektifti. Sürekli bindirme ve ortalarla forvetlerini besledi. Danilo da onun kadar olmamasına rağmen son derece etkin biçimde oynadı. Orta üçlüden Portekiz vatandaşlığına yeni geçen Fernando Reges göz dolduran performansını devam ettirdi. Buna karşın Steven Defour ve Lucho Gonzalez onun oyununa ayak uyduramadı dersek doğru olacaktır. Kanat organizasyonlarını bekleri sayesinde etkin kılan Porto, merkezden yeteri kadar etkinlik sağlayamadı. Rakip stoperleri döven ortalar yerine merkezi biraz daha etkin kullanabilseler kuvvetle muhtemel maç rahatlıkla koparılacaktı. Bu durumda etkili olan rakipten ziyade Defour ve Lucho'nun gününde olmamasıdır. Ön alanda santrafor Jackson Martinez bildiğiniz klasını devam ettirdi. Yardımcı forvetlerden Lica gayet olumlu işler yapsa da Josue bu ikiliye ayak uydurmakta zorlandı.
Menad Bjelica rakibi Fonseca kadar rahat biçimde takımını yayamadı. Özellikle Alexander Gorgon ve Florian Mader takım için önemli eksikler olacaktı. Yukarıdaki gibi sahaya dizilen Wien'in en büyük handikapı hücum aksiyonlarında sağ kanadı kullanmayı ön planda tutuyor oluşuydu. Alex Sandro'nun bu kadar etkili olmasının bir diğer sebebi de buydu. Türk asıllı Emir Dilaver ve Avustralyalı James Holland'ın orta alanda rakibin merkezden etkisiz olmasına karşın sık sık aciz duruma düştüğünü gördük. Fizik olarak iyi durmalarına karşın orta seviyede bir temponun hakim olduğu oyunda ağır kalmalarını açıkçası çok garipsedim. Genel itibari ile tecrübesiz ve yeteneksiz olmanın acısını çektiler diyebilirim.
Maç yüksek tempoda başladı. İlk on dakika iki taraf adına da topa sahip olma mücadeleleri ile geçilirken 11. dakikada golü savunmanın kaybettiği topu kazanan Kienast'ın uzaktan şutu ile Helton'u avlamasının neticesinde buldular. Amiyane tabirle golün verdiği gaz, onları oyunda bir süre daha tutacaktı. Fiziksel direnç gösterip Porto'nun rahat bir oyun sergilemesine engel oldular. Bu durum ilk yarım saatlik dilim boyunca sürdü. Lucho Gonzalez'in ara pasında kaleci ile karşı karşıya kalan Defour, Lindner'e takılırken merkezin önemini de bize ispatlayacaktı. Alex Sandro iyiden iyiye topa ısınırken, o kanattan üst üste ortalar gelmeye başladı. Wien stoperleri tarafından savuşturulan tepkiler yine de baskıyı azaltmaya yetmedi. Forvetin kanatları Josue ve Lica sürekli yer değiştirip rakip savunmanın düzenini bozuyordu. Özellikle Lica'nın sağ kanada geçtiği zamanlar orta yolu ile Jackson Martinez'e pozisyonlar oluşturuyordu. Austria Wien edilgen yapıya büründükçe yapabileceği en iyi şey olan kontra ataklara başvurdu. Kazanılan topları genellikle uzun yollayarak etkili olmaya çalıştılar fakat nafile.İlk yarı Austria Wien'in üstünlüğü ile geçildikten sonra Porto vitesi arttıracaktı. Baskıyı iyiden iyiye hissettirdiler. 48. Dakikada korner neticesinde oluşan karambolden Jackson Martinez ile gol çıkarıldı. Golden sonra bir beş dakika kadar bu tempoyu sürdürmelerine rağmen kendileri de sinecekti. İyice düşen tempo Porto adına aralıklı biçimde de olsa pozisyonlar getirdi. Özellikle 82. ve 90. dakikalarda Jackson Martinez'in kaleciye takıldığı pozisyonlar gecenin skorunu tayin edecekti: 1-1...
İki puanda kalıp ikili averaj neticesinde elenen Austria Wien'in teknik direktörü Bjelica son hafta iyi bir sonuç almak için ellerinden geleni yapacaklarını söylemesine rağmen Zenit'ten puan kapmaları zor görünüyor. Zenit'in olası galibiyet ile puanını dokuza çıkaracağını düşünecek olursak, Porto evinde bıraktığı iki puanı çok arayacak gibi görünüyor. Fonseca'nın işi hakikaten çok zor. Vicente Calderon'dan galibiyet koparsalar bile Austria Wien'e bağlı kalmak ölüm ile eş değer.
26 Kasım 2013 Salı
Ne Şiş Yansın Ne Kebap
Şampiyonlar Ligi G Grubu'nun dördüncü maçlar sonunda ilk iki sırasını oluşturan takımları Atletico Madrid ve Zenit St. Petersburg, Rusya'da karşı karşıya geldi. St. Petersbug'da oynanan karşılaşma için sonda söyleyeceğimi bu kez başta söylemek istiyorum. Biri Ruslar'a futbolcuya yaptıkları yatırımdan önce tesislere olan yatırımları -özellikle statları- arttırmaları gerektiğini anlatmalı. Zemin ciddi anlamda kar yağışı olmamasına rağmen felaketti.
Luciano Spaletti Danny'nin yokluğu haricinde sahaya tam kadro çıktı. Diego Simeone ise grup liderliğini garantilemenin vermiş olduğu rahatlıkla, Rusya deplasmanında yedek ağırlıklı bir kadro ile sahadaki yerini alacaktı. Zenit, kontrollü bir agresiflik ile maça başladı. Bu agresifliğin karşılığı sertlik değildi. Puan almanın bilincinde olduklarını hissettirdiler. Savunmada yerleşik düzeni bozmama gayreti ile birlikte orta alanın zaman zaman fazlasıyla statik kaldığını gördük. Bu da kompakt bekleyişi karakteristik özellik haline gelmiş olan Atletico Madrid'e karşı zorlanılma anlamını taşıdı. Top üçüncü bölgeye gönderilmekte zorlandı. Kısa ayağa paslar dönüp dolaşıp Atleti'nin ayağında kalıyordu. Atleti de kapılan toplar ile direkt hücumun peşindeydi. Henüz ikinci dakikada Criscito'dan seken topa vuran Gabi, kaleyi tutturamadı. Top üstten oyun alanının dışına gitti. Orta alan mücadelesinden öteye gidilemeyen maçın ilk yarısındaki pozisyonları genelde bu tarz şutlar oluşturdu.14. dakikada Hulk'un şutu da buna örnek oldu. Courtois'den seken topu Alderweireld dışarı yollamayı başardı. Karşılıklı pas hataları ve top kayıpları da dikkat çekecekti. Maçın o ana dek en net pozisyonu da 28. dakikada Cristian Rodriguez'in savunma arkasına sarkışı ile oluştu. Fakat topa ilk dokunuşu iyi yapamayan Rodriguez, Lodigin'e takılacaktı. Bundan iki dakika sonra Juanfran'ın Shatov'u düşürmesi neticesinde duran topu kazanan Zenit Witsel'in kafası ile gole yaklaştı. 44. dakikada Koke'nin yine ceza sahası dışında vuruşunu çıkaran Lodigin, ilk yarıda topa sahip olan son futbolcu olacaktı. Düşük tempoda, zevksiz bir ilk yarı geçirildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
İkinci yarı daha tempolu biçimde başladı. 52. dakikada Atletico Madrid kalesinde yaşanılan karambolden gol çıkaramayan Zenit, kontra ataktan kalesinde tehlikeyi görecekti. Topu soldan içeri girerken taşıyan Adrian, kaleci Lodigin ile karşı karşıya kalıp temiz bir bitiriş ile takımını 1-0 öne geçirecekti. Ölü toprağı taşıyan iki takım da bu gol ile bir silkelendi. Golden henüz bir dakika sonra topu üçüncü bölgede ayağına alan Raul Garcia kalecinin önde olduğunu görüp topun dibine girdi. Top direkten dışarıya çıktı. Harika bir gol şansı tepilmiş oldu. Daha sonra Spaletti oyuna aynı anda iki kez müdahale edip geriye çekilecekti. 63. dakikada Faizulin-Bystrov ve Shirokov-Arshavin değişiklikleri yapıldı. Bu takımın oyun içinde kanatlara ağırlık vermesini sağlayacaktı. Bystrov sağ kanada, Arshavin de sol kanada geçti. Hulk biraz daha serbest bir rol alıp yardımcı forvet rolünü üstlendi. Shatov da sıklıkla Witsel'in yanına kadar sokuldu. Nitekim aranılan gol 75. dakikada gelecekti. Smolnikov'un sağ kenardan ortası Alderweireld'in kafa vuruşu ile Courtois'i "komik" biçimde mağlup edecekti. Skoru tayin eden bu gol maçın bitişine de tekabül etti diyebiliriz.
Atletico Madrid yenilgisiz devam ediyor. Zenit ise altı puana yükseldi. Bu akşam 21.45'te oynanacak olan Porto - Austria Wien maçının sonucunu bekleyecekler. Bu maçı kazanmamaları için pek bir sebep yoktu fakat yine de işi son maça taşıyor olmaları da kağıt üstünde pek önemli görünmüyor. Porto Vicente Calderon'a, Zenit de Avusturya deplasmanına gidecek. İkincilik yarışı iyice kızışmış durumda.
22 Kasım 2013 Cuma
Les Dogues
Eski bir sanayi kenti olan Lille, bu nitelemeden kurtulabilmek için bir dizi yeniliğe kucak açtı. Fransa Sosyalist Partisi Genel Sekreteri ve aynı zamanda dönemin Lille Belediye Başkanı olan Martine Aubry'nin girişimleri ile bu dönüşüm sancısız biçimde gerçekleşti. İlk etapta 2004 yılının Avrupa Kültür Başkenti seçilen Lille, buna uygun bir biçimde dönüşümünün adımlarını da atacaktı. Aynı zamanda Fransa'nın kuzeyinde Belçika sınırının bir kısmını oluşturan şehrin konumu ulaşımın önemli bir noktası olarak kullanılmaya başlandı. Şehrin sakinleri hem bu adımlara kayıtsız kalmayıp hem de daha fazlası için ellerinden geleni yaptı. Lille Olympique Sporting Club da şehrin sakinleri tarafından benimsenip, sembollerden biri haline getirilecekti.
Olympique Lillois ve Sporting Club Fivois'in 1944 yılında birleşmesi neticesinde kurulan Lille OSC ilk başarısını Fransa'nın tepe liginin ipini 1946'da göğüsleyerek alacaktı. Ardından gelecek olan 1954 ve Rudi Garcia yönetiminde kazanılan 2011 şampiyonlukları da kulübün tarihinde altın harfler ile simgelenmiş vaziyette. Aynı zamanda altı kez Coupe de France ve sonuncusu ülkemizde Trabzonspor'u çalıştırdığı günlerden hatırladığımız Vahid Halilhodzic yönetiminde kazanılan beş de Ligue 2 şampiyonlukları mevcut.
2000'de Vahid Halilhodzic yönetiminde Ligue 1'e çıkan Lille, daha sonra önemli bir başarıya imza atarak ligi üçüncü sırada bitirecekti. Bu önemli başarının ardından kulüp ilk ona girme çabasını sergileyen orta sıra takımı haline geldi. İşte dönüşüm de tam da bu sırada başlayacaktı.
1947 Paris doğumlu olan iş adamı ve film yapımcısı Michel Seydoux başkanlığı selefinden devralırken takvimler 2002 senesini gösteriyordu. Seydoux'ya başkanlık yeterli gelmedi ve 2004'te kulübün çoğunluk hissedarı sıfatını da edindi. Belediye Başkanı Aubry'nin de desteğini tam anlamıyla arkasına alan Seydoux, şehrin en kuzeyi olan sınır bölgesine yakın bir araziyi 600 bin Avro'ya kulübe kazandırdı. Başkanın hayali burada çok büyük bir tesis yapmaktı.Kulübün alt yapısı da dahil olmak üzere saha içi ile alakalı tüm organların buraya geçirilmesi planlanıyordu. Gerekli adımlar atılacaktı. Bu arazinin ardından yine Aubry'nin de desteği ile "Grand Stade Lille'in" yapım izinleri de alınacaktı. 2012 yılında bitecek -günümüzde kullanılıyor- olan stat, 50 bin kişilik kapasitesi ile birlikte tam anlamıyla birinci sınıf bir stat olacaktı.
Yönetim istikrarı, tesisleşme adımları derken sıra başarıya gelecekti. Geniş bir gözlemci ağı zaten var olan Lille bunun meyvelerini de yemeye başlayacaktı. Ufaktan ufağa oyuncu satışlardından kar elde edilmeye başlandı. Misyonunu tamamlayan her futbolcu yarışmacı bir takım kurabilmek adına satılıyordu. Alt yapı organizasyonundan da A takıma oyuncu çıkarılması ilk hedeflerden biri olurken devamında da bu oyuncuların satılması ve daha da iyilerinin yetiştirilmesi amaçlanıyordu. 2008 yılında göreve gelen Rudi Garcia da bu projenin beyin takımındaki yerini alacaktı. Amaç gözlem ağı ve alt yapı mahsüllerini bir arada toplayarak her geçen sene üstüne koyan bir takım yaratmaktı. Garcia'nın 4-3-3'üne uygun parçalar eklenmeye devam ediyordu. Mikro düzeyde Katalan ekibi Barcelona'yı örnek alan Başkan Seydoux'nun takımına da tam da hayalindeki futbolu oynatıyordu Garcia. Kısa pasları, hızlı direkt hücumlar... Takımın yıldızı da hepinizin bildiği gibi alt yapıdan yetişmiş en önemli değer Eden Hazard'dan başkası değildi. Rudi Garcia sezon sonunda Ligue 1'in en iyi teknik direktörü seçilirken geride Ligue 1 ve Coupe de France Şampiyonu bir Lille bırakmıştı. Şampiyonlar Ligi ve yeni açılacak olan stadyumdan gelecek gelirler de ana kalemin ekstralar olacaktı. Ana kalem tabii ki az önce dillendirdiğim gibi futbolcu satışından başka bir şey değildi. Dublenin de kapsandığı son on sezonluk periyotta Lille toplamda 193 milyon Avro'luk bir futbolcu satışı yapacaktı. Gözlem ürünü olan Eric Abidal, Mathieu Bodmer, Kader Keita, Stephan Lichtsteiner, Michel Bastos, Adil Rami, Peter Odemwingie, Gervinho, Moussa Sow ve Florian Thauvin'den toplam 103 milyon Avro'luk bir gelir elde edildi. Alt yapı ürünü ve alt yapı ürünü sayılabilecek olan Jean II Makoun, Mathieu Debuchy, Yohan Cabaye, Kevin Mirallas, Aurelien Chedjou, Eden Hazard ve Lucas Digne'den ise 90 milyon Avroluk gelir elde edildi. Hakikaten dudak uçuklatıcı bir meblağ.
Yaklaşık 100 milyon Avro'luk bir gelir kalemini oluşturan alt yapı, yine yukarıda satır arasında belirttiğim gibi kuzeyde alınan araziye taşınacaktı. Bu tesislere Domaine de Luchin adı verildi. 43 hektarlık bir alana konuşlanmış olan Domaine de Luchin, profesyonel oyuncuların da kullanabileceği her türlü ihtiyacı karşılayabilecek şekilde dizayn edilmiş. Vestiyerinden tutun da sağlık ekibine kadar, dinlenme odalarından tutun da restoranlara kadar çok geniş olanaklar sağlıyor. Akademik bir yapıda olan Domaine de Luchin'in içinde derslikler de barındırdığını söylemeliyim. Doğal-yapay çim sahalar, kaleciler ve jogging için özel alanlar, yarı olimpik yarış pisti, dağ bisikleti ve bilumum seçeneklerin içinde bulunduğu akademi sporcular için tam anlamı ile bir nimet. Kurulduğu tarihten itibaren toplam maliyet yaklaşık 30 milyon Avro'ya denk gelmekte. Buna karşın geri dönüş ve sadece Eden Hazard'dan 40 milyonluk bir gelir elde edildiği düşünülünce hiç de fazla gelmiyor değil mi?
Lille OSC doğru yatırımın Fransa'nın kuzeyindeki karşılığıdır. Rasyonel bir işletme zekası, iş bilir insanların idealist girişimleri neticesinde çok değil dokuz sezonda orta halli bir takım Fransa'nın son döneme damga vurmuş özel takımlarından biri haline getirildi. Üstüne sağlanan kar marjı da düşünülürse Lille'in yaptıkları tam bir rol model olarak alınabilir. Buna karşın yarışmacı kimliğin kaybedilmemesi için takımın düzenli olarak Şampiyonlar Ligi potasına girmesi gerektiğinin de farkındalar. Çalışmalar bu yönde. Paranın simgesi haline daha şimdiden gelen Paris Saint-Germain ve Monaco gibi iki kulübü takip eden Marsilya ve Lyon'u da hesaba katarsak Lille'in işi hiç kolay görünmüyor. Kim bilir? Belki yine Rudi Garcia'nın altına imzasını attığı bir destan tekrarlanabilir. Bekleyip göreceğiz.
9 Kasım 2013 Cumartesi
Reaktif Teknik Direktör:Slaven Bilic!
Kötü gidişata dur demenin vakti gelmiş de geçiyordu Beşiktaş adına. Bunun için sanırım en doğru takımlardan biri de ligin dibine demirlemiş olan Kayserispor olacaktı.
Slaven Bilic, Hırvatistan Milli Takımı'nda yardımcısı olan ve sezon başında Beşiktaş'ın ilgisinin malum olduğu Robert Prosinecki karşısında geçtiğimiz haftaki kadroyu karbon kağıdı ile eşleştirerek sahaya sürmüştü. Prosinecki de vatandaşına karşı farklı bir uygulamaya gitmemişti.
Taktik
Beşiktaş'ın oyun felsefesi zaman zaman sekteye uğramış olsa da hepinizin malumu. Pratik üzerinden gidelim. Hatlar yine mümkün olduğu kadar sıkışık tutulmaya çalışıldı. Rakip topa sahip olduğu zaman genel itibari ile kompakt bekleyiş düzeninden şaşılmadı. Belirli pozisyonlarda rakip stoperlere ve beklere basarak top yapılması engellenmeyen çalışıldı. Topa sahip olunup, mümkün olduğunca hızlı -tabii ki Gökhan Töre ve Manuel Fernandes ikilisinin topla olan seviyeli beraberliğine rağmen- çıkılmaya çalışıldı. Sıkıntıların baş gösterdiği noktalar da yine belirliydi. Atiba Hutchinson'ın göbekte olmadığı her karşılaşmada olduğu gibi pas oranı düştü. Ribaundların toparlanma süreci sadece Veli Kavlak'ın omuzlarında yük haline geldi. Bekleyiş düzeninde ve daha da önemlisi hücuma çıkışlarda orta sahada oluşan alan boşlukları doldurulamadı. Zaman zaman Kayserispor'un oyunu eline almasının birincil sebebi görebildiğim kadarı ile bu oldu. Üstüne bir de Veli'nin sarı kartı görmesi, işin tuzu biberi olacaktı.
Geçtiğimiz haftalarda yaşanılan puan kayıplarını bir sebebi olarak da hücum hattını göstermiştik. O sıkıntılar belirli biçimde devam etmekte. Öncelikle Hugo Almeida'nın heyecanlı davranarak harcadığı net karşı karşıya fırsatları bir kenara bırakalım. Asli görevinin gol atmak olduğunun da farkındayım lakin oyunda kaldığı süre içerisinde -çıkışına sebep olan düşüş hariç- hücumdaki akışkanlığı bir nebze olsun sağladı. Yerine giren Michael Eneramo ise gole rağmen oyun bilgisi "kıtlığı" ile başa daha çok bela olabilecek gibi duruyor. Olcay Şahan, bir gol bir asistlik performans çizerken savunmadaki görevini de neredeyse eksiksiz yerine getirdi. İstatistiklere bakmadım lakin top çalmada takımda ilk üç içerisinde olması işten değil. Gökhan Töre ise durağanlık periyodundan henüz çıkabilmiş değil. Sallantıda gitmesi son derece normal fakat kenarda Kerim Frei'ın varlığını unutmamak gerek, yineliyorum. Kaldı ki son iki haftadır oyuna girişleri neticesinde özellikle hızı ile son derece fark yarattı. Kritik süreçte onu kullanma hakkı saklı kalmaktan çıkmalı.
Oyun
Beşiktaş'ın Bursa deplasmanındaki üç gollü muazzam galibiyetinden sonra başlayan puan kayıplarından daha can sıkıcı olan bir şey varsa o da rakiplerine kendisini teslim etmesiydi. Sürekli olarak rakibin kabına göre şekil alan ve edilgen yapısından çıkamayan Beşiktaş için bu hafta da öyle oldu. Geçen hafta oynanan Karabükspor karşılaşmasından tek farkı sanırım Olcay Şahan'dan gelen gol oldu. Dengede giden karşılaşmada Kayserispor'un özellikle kanatları ve duran topları kullanarak bulduğu pozisyonlar Tolga Zengin tarafından savuşturuldu. İkinci yarıya geçilirken Kayserispor baskılı başladı. Orta alanda Veli'nin sarı kartlı oluşu, Oğuzhan ve Fernandes'in yeteri kadar "koşmayışı" neticesinde bir türlü ayakta tutulamayan top, pozisyon olarak kalede görülüyordu. Bilic'in bunu görerek oyuna Gökhan Töre yerine Necip Uysal'ı sokarak verdiği tepki fazlasıyla yerindeydi. Fernandes ve Oğuzhan'ın bu dakikadan sonra kanatta dönüşümlü olarak oynaması da radikal bir hamle oldu. Dengeyi bulan ve hatta oyun üstünlüğünü tekrar alan Beşiktaş rakip sahada son vuruşları yapamadığı dakikalarda Michael Eneramo hamlesi geldi. Dakikalar ilerledikçe delici oyuncu eksikliği hissedilirken Kerim Frei hamlesinin de gelişi ile fiş çekildi. Önce Ramon Motta'nın bilardo oynayışı ve ardından Eneramo'nun takla atmasını sağlayan golü geldi. Skor: 0-3...
Sonuç
Beşiktaş'ın edilgen yapıdan çıkması için belki de bir galibiyet ile moralini toparlaması gerekiyordu, bunu göreceğiz. Gecenin siyah - beyazlılar adına karı sadece üç puan ile sınırlı kalmayacak. Yarın akşamki derbinin sonucunu bekleyecek olan Beşiktaş, haftayı fazlasıyla karlı kapatabilir. Açıkçası ihtiyaçları da var.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Slaven Bilic, Hırvatistan Milli Takımı'nda yardımcısı olan ve sezon başında Beşiktaş'ın ilgisinin malum olduğu Robert Prosinecki karşısında geçtiğimiz haftaki kadroyu karbon kağıdı ile eşleştirerek sahaya sürmüştü. Prosinecki de vatandaşına karşı farklı bir uygulamaya gitmemişti.
Taktik
Beşiktaş'ın oyun felsefesi zaman zaman sekteye uğramış olsa da hepinizin malumu. Pratik üzerinden gidelim. Hatlar yine mümkün olduğu kadar sıkışık tutulmaya çalışıldı. Rakip topa sahip olduğu zaman genel itibari ile kompakt bekleyiş düzeninden şaşılmadı. Belirli pozisyonlarda rakip stoperlere ve beklere basarak top yapılması engellenmeyen çalışıldı. Topa sahip olunup, mümkün olduğunca hızlı -tabii ki Gökhan Töre ve Manuel Fernandes ikilisinin topla olan seviyeli beraberliğine rağmen- çıkılmaya çalışıldı. Sıkıntıların baş gösterdiği noktalar da yine belirliydi. Atiba Hutchinson'ın göbekte olmadığı her karşılaşmada olduğu gibi pas oranı düştü. Ribaundların toparlanma süreci sadece Veli Kavlak'ın omuzlarında yük haline geldi. Bekleyiş düzeninde ve daha da önemlisi hücuma çıkışlarda orta sahada oluşan alan boşlukları doldurulamadı. Zaman zaman Kayserispor'un oyunu eline almasının birincil sebebi görebildiğim kadarı ile bu oldu. Üstüne bir de Veli'nin sarı kartı görmesi, işin tuzu biberi olacaktı.
Geçtiğimiz haftalarda yaşanılan puan kayıplarını bir sebebi olarak da hücum hattını göstermiştik. O sıkıntılar belirli biçimde devam etmekte. Öncelikle Hugo Almeida'nın heyecanlı davranarak harcadığı net karşı karşıya fırsatları bir kenara bırakalım. Asli görevinin gol atmak olduğunun da farkındayım lakin oyunda kaldığı süre içerisinde -çıkışına sebep olan düşüş hariç- hücumdaki akışkanlığı bir nebze olsun sağladı. Yerine giren Michael Eneramo ise gole rağmen oyun bilgisi "kıtlığı" ile başa daha çok bela olabilecek gibi duruyor. Olcay Şahan, bir gol bir asistlik performans çizerken savunmadaki görevini de neredeyse eksiksiz yerine getirdi. İstatistiklere bakmadım lakin top çalmada takımda ilk üç içerisinde olması işten değil. Gökhan Töre ise durağanlık periyodundan henüz çıkabilmiş değil. Sallantıda gitmesi son derece normal fakat kenarda Kerim Frei'ın varlığını unutmamak gerek, yineliyorum. Kaldı ki son iki haftadır oyuna girişleri neticesinde özellikle hızı ile son derece fark yarattı. Kritik süreçte onu kullanma hakkı saklı kalmaktan çıkmalı.
Oyun
Beşiktaş'ın Bursa deplasmanındaki üç gollü muazzam galibiyetinden sonra başlayan puan kayıplarından daha can sıkıcı olan bir şey varsa o da rakiplerine kendisini teslim etmesiydi. Sürekli olarak rakibin kabına göre şekil alan ve edilgen yapısından çıkamayan Beşiktaş için bu hafta da öyle oldu. Geçen hafta oynanan Karabükspor karşılaşmasından tek farkı sanırım Olcay Şahan'dan gelen gol oldu. Dengede giden karşılaşmada Kayserispor'un özellikle kanatları ve duran topları kullanarak bulduğu pozisyonlar Tolga Zengin tarafından savuşturuldu. İkinci yarıya geçilirken Kayserispor baskılı başladı. Orta alanda Veli'nin sarı kartlı oluşu, Oğuzhan ve Fernandes'in yeteri kadar "koşmayışı" neticesinde bir türlü ayakta tutulamayan top, pozisyon olarak kalede görülüyordu. Bilic'in bunu görerek oyuna Gökhan Töre yerine Necip Uysal'ı sokarak verdiği tepki fazlasıyla yerindeydi. Fernandes ve Oğuzhan'ın bu dakikadan sonra kanatta dönüşümlü olarak oynaması da radikal bir hamle oldu. Dengeyi bulan ve hatta oyun üstünlüğünü tekrar alan Beşiktaş rakip sahada son vuruşları yapamadığı dakikalarda Michael Eneramo hamlesi geldi. Dakikalar ilerledikçe delici oyuncu eksikliği hissedilirken Kerim Frei hamlesinin de gelişi ile fiş çekildi. Önce Ramon Motta'nın bilardo oynayışı ve ardından Eneramo'nun takla atmasını sağlayan golü geldi. Skor: 0-3...
Sonuç
Beşiktaş'ın edilgen yapıdan çıkması için belki de bir galibiyet ile moralini toparlaması gerekiyordu, bunu göreceğiz. Gecenin siyah - beyazlılar adına karı sadece üç puan ile sınırlı kalmayacak. Yarın akşamki derbinin sonucunu bekleyecek olan Beşiktaş, haftayı fazlasıyla karlı kapatabilir. Açıkçası ihtiyaçları da var.
Ufuk Tolga Aldırmaz
7 Kasım 2013 Perşembe
Bir Devam Bir Veda
Napoli San Paolo'da Marsilya'yı ağırladı. Geçtiğimiz maç haftası Velodrome'da oynanan karşılaşma hatırlayacağınız gibi 3-2'lik Napoli galibiyeti ile sonuçlanmıştı. Grupta altı puana sahip olan Napoli galip gelerek Almanya'daki Borussia Dortmund-Arsenal karşılaşmasının sonucunu keyifle beklemek, Marsilya ise ilk puan ya da puanlarına kavuşmanın peşindeydi.
Taktik
Görseldeki biçimde yayılan iki takımın da benzer dizilişler ile sahaya yayıldığını görüyoruz. Rafa Benitez Lorenzo Insigne yerine Dries Mertens, Marek Hamsik yerine de Goran Pandev'i tercih ederek başlamıştı. Pandev Hamsik'e oranla ikinci bir santrafor misali kanallara akmanın peşinde koşuşturdu. Mertens'ten ise patlayıcılık hususunda yararlanılmak istendiği gayet açıktı. Savunmada hatlar sıkışık, hücumda ise mümkün olduğunca geniş bir yayılma planlaması vardı. Dikkat çekici olan husus Blerim Dzemaili ve özellikle Gökhan İnler'in Marsilya bekleri arkasına kanatları kaçıracak toplar yollamasıydı. Bunun yanı sıra Callejon'un sürekli olarak içe kat etmesine rağmen Maggio'nun bu gece özelinde ona ayak uyduracak ikili oyunlara girişememesi de dikkat çekici olan bir diğer husustu. İşin özüne bakacak olursak Maggio gibi Armero da sıklıkla geride kalmak zorunda kaldı. Marsilya hücumcularının direkt hücuma müthiş hızlı kalkabilecek özelliklere sahip olmaları onları buna zorlamış olsa gerek.
Elie Baup ise Rod Fanni'nin yokluğunda mecburen Kassim Abdallah'ı sahaya sürecekti. Bunun yanı sıra Dimitri Payet yerine Florian Thauvin ve Andre Pierre Gignac yerine de Jordan Ayew tercihleri göze çarpıyordu. Belki de benim anlam veremeyeceğim tek değişiklik de Gianelli Imbula'yı yedek kulübesinde oturtmasıydı. Savunmada Baup'un uyguladığı klasik 4-1-4-1'deki pivot yine Romao olacaktı. Cheyrou'nun ön üçlüyü dörtlerken kimi zaman aksayışı ve yer kaybetmesi de göze battı. Beklerin sıklıkla zor durumda kalması ve Romao'nun da desteği bir yere kadar verebilmesi de göze batan bir diğer unsur olacaktı. Marsilya adına esas dikkat çekici olan ise Mathieu Valbuena'nın göreviydi. Dizilişte sol kanatta bulunan Valbuena, özellikle o kanadı kullandı lakin Marsilya hücumlarının ağırlık merkezi sürekli olarak onun bulunduğu bölgeydi. Kimi zaman Thauvin'in yanına kadar sokuldu, kimi zaman da Ayew ile yer değiştirip santraforunun arkasındaki konumuna geçti. Görevini gözlemleyebildiğim kadarıyla bir iki ufak hata dışında eksiksiz yerine getirmesine rağmen bu denli yükü sırtlamasına izin verilmesi hakikaten üzücü.
Oyun
Marsilya'nın istekli biçimde başladığı izleyene yansıdı. Napoli ise Rafa Benitez'in kontrollü, sakin oyununa kendini kaptırmış gözüküyordu. Topu ayağına almayı başaran Napoli birkaç atak gerçekleştirdi. İleride kaldıkları bir pozisyon neticesinde ziyadesiyle hızlı biçimde direkt hücum örneği sergileyen Napoli golü Dries Mertens'in ayağından bulabilirdi. Jose Callejon'un boşluğu görüşü muazzamdı. Dakikalar ilerledikçe özellikle Mertens ve Callejon'un rakip bekleri zorlayacakları net biçimde belli oldu. Marsilya'nın yukarıda değindiğim gibi Valbuena ile birlikte kısa, hızlı paslaşmalarla hücuma çıkışları da gayet yerindeydi. 10. dakikada kazanılan korner neticesinde Andre Ayew topu ağlara yolladı. Marsilya gol sonrası oyunu tutmaya çalışırken 22. dakikada Napoli'nin kullandığı topu uzaklaştırmakta zorlandılar ve Gökhan İnler klasikleşmiş o harika gollerinden birini attı. Henüz bu gol daha sıcaklığını korurken Gonzalo Higuain'in Diawara'nın hatası sonucunda net bir vuruş ile ağlara gönderdiği top ile Napoli 2-1 öne geçti. Gol öncesi Gökhan'ın Valbuena'nın ayağını eve götürmek üzere yaptığı hareketin atlanması ise Marsilya adına hiç hoş sonuçlanmadı. Napoli öne geçişinin ardından oyunun temposunu iyice düşürdü. Pas oyunlarını güzel biçimde icraa ettiler. İlk yarı 2-1'lik üstünlükleri ile geçildi.
İkinci yarıya da tıpkı ilk yarıdaki gibi başlayan Marsilya bu sefer kendinden daha emin bir biçimde rakip kaleye gidecekti. Napoli'nin oyundan kopma noktasına gelecek temposuzluğu ise yine dikkat çekici bir diğer unsur olacaktı. Yıpranan Valbuena'nın yerine oyuna giren Payet oyunun kanatlara eşit miktarda dağılacağının da göstergesiydi. Bu dakikadan sonra Thauvin dikkat çekmeye başladı. Nitekim Payet'nin ortası ve Armero'nun dikkatsizliği neticesinde ilk Şampiyonlar Ligi golünü buldu. Napoli yine uyanacaktı. Marsilya savunmasının uyuması ve arkaya tamı tamına üç isim sarkıtmasının cezasını Higuain'in golü ile çekeceklerdi. Daha sonra Mertens'in yerine oyuna giren Lorenzo Insigne'nin direkten dönen şutu son aksiyon olacaktı.
Sonuç
Baup git gide taç çizgisinden dışarı çıkmaya başladı. Açıkçası ömrünü çok uzun görmüyorum. Rafa Benitez'in öğrencileri de puanlarını dokuza çıkararak kendi kaderlerini çizme şansını yakaladı. Marsilya malumun ilanını yaşayarak Avrupa Kupaları'na veda etti.
Taktik
Görseldeki biçimde yayılan iki takımın da benzer dizilişler ile sahaya yayıldığını görüyoruz. Rafa Benitez Lorenzo Insigne yerine Dries Mertens, Marek Hamsik yerine de Goran Pandev'i tercih ederek başlamıştı. Pandev Hamsik'e oranla ikinci bir santrafor misali kanallara akmanın peşinde koşuşturdu. Mertens'ten ise patlayıcılık hususunda yararlanılmak istendiği gayet açıktı. Savunmada hatlar sıkışık, hücumda ise mümkün olduğunca geniş bir yayılma planlaması vardı. Dikkat çekici olan husus Blerim Dzemaili ve özellikle Gökhan İnler'in Marsilya bekleri arkasına kanatları kaçıracak toplar yollamasıydı. Bunun yanı sıra Callejon'un sürekli olarak içe kat etmesine rağmen Maggio'nun bu gece özelinde ona ayak uyduracak ikili oyunlara girişememesi de dikkat çekici olan bir diğer husustu. İşin özüne bakacak olursak Maggio gibi Armero da sıklıkla geride kalmak zorunda kaldı. Marsilya hücumcularının direkt hücuma müthiş hızlı kalkabilecek özelliklere sahip olmaları onları buna zorlamış olsa gerek.
Elie Baup ise Rod Fanni'nin yokluğunda mecburen Kassim Abdallah'ı sahaya sürecekti. Bunun yanı sıra Dimitri Payet yerine Florian Thauvin ve Andre Pierre Gignac yerine de Jordan Ayew tercihleri göze çarpıyordu. Belki de benim anlam veremeyeceğim tek değişiklik de Gianelli Imbula'yı yedek kulübesinde oturtmasıydı. Savunmada Baup'un uyguladığı klasik 4-1-4-1'deki pivot yine Romao olacaktı. Cheyrou'nun ön üçlüyü dörtlerken kimi zaman aksayışı ve yer kaybetmesi de göze battı. Beklerin sıklıkla zor durumda kalması ve Romao'nun da desteği bir yere kadar verebilmesi de göze batan bir diğer unsur olacaktı. Marsilya adına esas dikkat çekici olan ise Mathieu Valbuena'nın göreviydi. Dizilişte sol kanatta bulunan Valbuena, özellikle o kanadı kullandı lakin Marsilya hücumlarının ağırlık merkezi sürekli olarak onun bulunduğu bölgeydi. Kimi zaman Thauvin'in yanına kadar sokuldu, kimi zaman da Ayew ile yer değiştirip santraforunun arkasındaki konumuna geçti. Görevini gözlemleyebildiğim kadarıyla bir iki ufak hata dışında eksiksiz yerine getirmesine rağmen bu denli yükü sırtlamasına izin verilmesi hakikaten üzücü.
Oyun
Marsilya'nın istekli biçimde başladığı izleyene yansıdı. Napoli ise Rafa Benitez'in kontrollü, sakin oyununa kendini kaptırmış gözüküyordu. Topu ayağına almayı başaran Napoli birkaç atak gerçekleştirdi. İleride kaldıkları bir pozisyon neticesinde ziyadesiyle hızlı biçimde direkt hücum örneği sergileyen Napoli golü Dries Mertens'in ayağından bulabilirdi. Jose Callejon'un boşluğu görüşü muazzamdı. Dakikalar ilerledikçe özellikle Mertens ve Callejon'un rakip bekleri zorlayacakları net biçimde belli oldu. Marsilya'nın yukarıda değindiğim gibi Valbuena ile birlikte kısa, hızlı paslaşmalarla hücuma çıkışları da gayet yerindeydi. 10. dakikada kazanılan korner neticesinde Andre Ayew topu ağlara yolladı. Marsilya gol sonrası oyunu tutmaya çalışırken 22. dakikada Napoli'nin kullandığı topu uzaklaştırmakta zorlandılar ve Gökhan İnler klasikleşmiş o harika gollerinden birini attı. Henüz bu gol daha sıcaklığını korurken Gonzalo Higuain'in Diawara'nın hatası sonucunda net bir vuruş ile ağlara gönderdiği top ile Napoli 2-1 öne geçti. Gol öncesi Gökhan'ın Valbuena'nın ayağını eve götürmek üzere yaptığı hareketin atlanması ise Marsilya adına hiç hoş sonuçlanmadı. Napoli öne geçişinin ardından oyunun temposunu iyice düşürdü. Pas oyunlarını güzel biçimde icraa ettiler. İlk yarı 2-1'lik üstünlükleri ile geçildi.
İkinci yarıya da tıpkı ilk yarıdaki gibi başlayan Marsilya bu sefer kendinden daha emin bir biçimde rakip kaleye gidecekti. Napoli'nin oyundan kopma noktasına gelecek temposuzluğu ise yine dikkat çekici bir diğer unsur olacaktı. Yıpranan Valbuena'nın yerine oyuna giren Payet oyunun kanatlara eşit miktarda dağılacağının da göstergesiydi. Bu dakikadan sonra Thauvin dikkat çekmeye başladı. Nitekim Payet'nin ortası ve Armero'nun dikkatsizliği neticesinde ilk Şampiyonlar Ligi golünü buldu. Napoli yine uyanacaktı. Marsilya savunmasının uyuması ve arkaya tamı tamına üç isim sarkıtmasının cezasını Higuain'in golü ile çekeceklerdi. Daha sonra Mertens'in yerine oyuna giren Lorenzo Insigne'nin direkten dönen şutu son aksiyon olacaktı.
Sonuç
Baup git gide taç çizgisinden dışarı çıkmaya başladı. Açıkçası ömrünü çok uzun görmüyorum. Rafa Benitez'in öğrencileri de puanlarını dokuza çıkararak kendi kaderlerini çizme şansını yakaladı. Marsilya malumun ilanını yaşayarak Avrupa Kupaları'na veda etti.
4 Kasım 2013 Pazartesi
Rahmetli Vedat Okyar
Maça hatları sıkışık, dominant biçimde başlayan ve sürekli olarak topa hükmeden takım bir türlü golü bulamıyordu. Daha doğrusu golü yaratamıyordu. Samet Aybaba döneminden gelen o kısa ve hızlı harika paslaşmaların odağı olan Oğuzhan Özyakup sahada olduğu her dilimdeki gibi yine bir nevi maestro görevini icraa ediyordu. Oğuzhan'ın parlayan oyununa ayak uyduramayan Manuel Fernandes, hücumdaki tıkanmanın ana sebeplerinden yalnızca biri haline gelecekti. Bu sebepleri biraz daha açacak olursak Hugo Almeida'nın gün geçtikçe daha da tembel bir santrafor oyunu oynamaya başlamasını, Olcay Şahan'ın anlam veremediğim bir şekilde geçen seneden aşina olduğu o tamamlayıcı rolündeki yerini sorgular cinsten garip işler yapması, Gökhan Töre'nin ise klasik devam sorununun baş göstermesini sıralayabiliriz. Bu saydıklarım bir kenara kadroda Hugo Almeida'ya denk biçimde hedef santrafor görevini icraa edebilecek bir diğer isim olmaması ise paradoksu yaratan durum olarak baş göstermekte. Almeida'nın kafasını veremediği düzende Beşiktaş'ın o bölgede geçici çözümler dışında ikinci bir alternatifi daha gözükmemekte. İkinci yarıda oyuna giren Michael Eneramo'nun kötü bir Almeida kadar verim sağlayamaması ise bu tezimi doğrular nitelikte. Beşiktaş'ın hücum tarafında ise esas dikkat çekici olan Kerim Frei'ın oyuna girdikten sonra yaptıkları. Kanat forvetlerinden maç özelinde bir türlü verim alamayan Bilic'in Frei'ı oyuna sürdükten sonra oluşturduğu pozisyonları net biçimde irdelemesi gerektiği kanaatindeyim. Haftalar geçtikçe oyun anlamında düşen bu ikiliden birinin -özellikle Gökhan Töre'nin- yerini Frei'a bırakması sanırım hem takımın sağlığı hem de adalet açısından daha yararlı olacaktır. Frei'ın lig standartlarına göre üst düzey hızı ve top tekniği ile birlikte mevcut düzende dikine giden ikinci bir oyuncu -ilki Oğuzhan- olarak fark yaratması pek de zor görünmemekte.
Gelelim işin savunma kısmına. Belki de en can alıcı nokta burası. Gol yemeyen bir savunma anlayışı kağıt üstünde kusursuz olarak nitelendirilebilir. Buna karşın karşınızdaki rakip ligin en az gol atan takımı ve en önemli hücum silahının kontra ataklar olduğunu düşünecek olursak pek de önemli bir aksiyon olarak göze çarpmayacaktır. Kilit nokta ise takım savunması. Beşiktaş'ın özellikle Bursa deplasmanında uyguladığı o boğucu, Almeida'dan başlayan pres yerini yellere bırakmış durumda. Ligde üç büyükler dahil herhangi bir takıma ön alanda baskı yaptığınızda nasıl geri dönüşler aldığınız malumunuz. Sırf bu sebepten ötürü yapılabilecek olan baskının bir türlü gelmemesi belki de gelememesi sıkıntının ana unsuru olmakta. Bilic'in Beşiktaş'ı için yapılmış en güzel tabir sanırım "oynatmayarak oynayan" bir takım olunuşudur. Bu baskının gelmeyişi neticesinde top kazanma süresinin uzaması, Beşiktaş'ın bir türlü rakip kaleye oyunu yıkamaması anlamına gelecekti. Nitekim öyle de oldu. Mutlaka dikkatleri çekmiştir, Beşiktaş bu noktada vitesi bir tık dahi olsa yükselttiği anda pozisyonları bulmayı becerdi.
Velhasıl kelam, benim yazı yazmaya heves etmemi sağlayan kişilerin başında geldiğini söyleyebileceğim insanlardan olan rahmetli Vedat Okyar'ın bir sözü vardı; "Eğer şampiyon olmak istiyorsan atanın da tutanın da iyi olacak." minvalinde. Beşiktaş'ı ilgilendiren kısmı ise ilk nokta. Beşiktaş'ın atanı son yıllarda hiç iyi olmadı. Şu son periyotta da bunun sıkıntısı net biçimde gözüküyor. Bu takım üzerine yazılacak belki milyon tane şey daha var lakin şimdilik bununla yetinmeli ve beklemeliyiz. O zamana kadar sanırım en doğru şey Ercan Taner'in son yazısına atıfta bulunmak olacak: "Hayat zor, Beşiktaşlı olmak daha zor."
Ufuk Tolga Aldırmaz
1 Kasım 2013 Cuma
The Avengers
Taktik
Klasik 4-3-3'ü ile maça başlayacak olan Garcia'nın sıkıntısı eksikler olacaktı. Maicon, Gervinho ve Il Capitano Totti'siz bir dizilim yapmak zorunda olan Garcia, özellikle hücum hattında klasiğin baya bir dışına çıkacaktı. Marquinho ve zorunluluktan Boriello tercihlerini yapan Garcia, takımın gün geçtikçe olmazsa olmazlarından biri haline gelen Florenzi'yi de kenarda tutacaktı. Sannino ise 3-5-2'si ile Garcia'ya karşı durmayı hedefleyecekti.
Oyun
Maça hızlı başlayan Roma, baskıyı daha ilk dakikalarda kurmayı başardı. Özellikle Drame'nin savunduğu Chievo'nun sağından etkili ortalar ile pozisyonlar buldular. O kanat adeta S.O.S veriyordu. Buna karşın golün gelmemesi ve Chievo'nun da az da olsa topa hükmetme çabası birleşince baskı kırıldı. Özellikle sol kanattaki baskı da geçiştirilmiş oldu. Chievo, topa hakim olduğu dakikalarda Garcia Roma'sının artık karakteristik özelliği haline gelen olan alan daraltmalar neticesinde bir türlü efektif olamayacaktı. Bu durum karşısında çözüm yolu üretemeyen Chievo topu şişirmekte çareyi buldu. Santraforları Alberto Paloschi'nin sırtı dönük oyunu pek de iyi biçimde oynayamaması da bu topların direkt olarak Roma hücumlarına dönüşmesine sebebiyet verecekti. Bu gibi tekrarlar yaşandıktan sonra maça tam anlamı ile hükmetmeye başlayan Roma Chievo'nun maçta belki de en iyi yaptığı şey olan geride bekleyişini çözecek olan anahtarı bir türlü bulamadı. Set oyununda yaşanan sıkıntılar elbette ki Totti ve Gervinho ile doğrudan alakalıydı lakin Florenzi'nin o tamamlayıcı rolüne bir türlü soyunamayan hücum elemanları da bu sıkıntıların gizli sebeplerindendi. Bu dakikadan itibaren sahada Pjanic ile birlikte sorunları çözebilecek ilk isim olan Ljajic daha fazla insiyatif almaya başladı. Yaptığı garip tercihler de sanırım İtalyanca birçok küfür yemesine sebebiyet vermiştir. Ljajic üzerinden de sürekli bir verim alınamaması kalenin devamlı uzaktan şutlarla yoklanmasına sebebiyet verdi. Çanakkale geçilmezi oynayan savunma bunlara da izin vermedi. 58. Dakikada gelen Marquinho - Florenzi değişimi ise "Aklın yolu bir." dedirten cinsteydi. Kademeyi bir tık yukarı çıkaran bu hamle neticesinde gol de gelecekti. Florenzi'nin Ljajic ile alışverişi ve sonucunda Boriello'ya açtığı orta neticesinde gol geldi. Bu dakikadan sonra Chievo bırakın saldırmayı, hücuma çıkmakta zorlanmaya devam etti. Roma'nın tahakkümü onları fazlasıyla edilgen bir yapıya itmişti. Maç 1-0 kazanıldı ve rekor da gelmiş oldu.
Süregelen Yapı
Yenilmez diye nitelendirilebilecek, kalesinde sadece bir(rakamla 1) gol görmüş olan bu Roma'nın detayında neler var diye soracak olursanız naçizane şöyle sıralayabiliriz:
1. Kompakt Takım: Sahayı muazzam parselleyen ekip geride disiplinli bir biçimde bekleyerek rakibin işini kafadan zorlaştırıyor.
2. Alanı Kazanmak: Kompakt bekleyişi taçlandıran muhteşem bir alan oyunu mevcut. Parsellenen saha neticesinde, top hangi noktada olursa olsun baskı ile bezeli biçimde geri kazanılmakta.
3. Direkt Hücum: Kazanılan toplar özellikle orta alan oyuncuları ile birlikte rasyonel ve hızlı biçimde kullanılıp rakip kaleye gidilmeye çalışılmakta.
4. Il Capitano: Totti'yi sahte dokuz olarak sahaya süren Garcia, tabiri caizse onun hem etinden hem de sütünden yararlanıyor. İleri uçta gözüken Totti sürekli olarak takımın ona ihtiyacı olan yerde.
Sonuç
Rakiplerin ve özellikle bu yoldaki en büyük rakip sayılabilecek olan Juventus'un durumunu göz önünde bulunduracak olursak; buna bir de mevcut takımın kimyasını da katarsak Roma son şampiyonluğundan beri hiç bu kadar Scudetto'ya yakın olmamıştı.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)