31 Mayıs 2013 Cuma
Gözlemcinin Not Defteri: #12 Wissam Ben Yedder
Wissam Ben Yedder 12 Ağustos 1990 doğumlu, Fransa'nın Ligue 1 takımlarından Toulouse'da forma giyen bir isim. Adından da tahmin edilebileceği gibi Tunus asıllı bir futbolcu. Buna karşın Paris'in Sarcelles bölgesinde dünyaya gelmiş ve Fransız pasaportunu da elinde bulunduran bir isim. Fransa U-21 takımında oynarken Yann M'Vila, Chris Mavinga, Antoine Greizmann ve M'Baye Niang gibi isimlerle 5-3 mağlup oldukları Norveç maçının oynandığı günden bir önceki gece, gece kulübüne gitmeleri nedeniyle kadro dışı bırakılmışlardı. Bunun dışında diğer arkadaşları gibi Ben Yedder'in de saha içi ve dışı vukuatı yok. Gönlünüzü ferah tutun.
UJA Alfortville takımında profesyonel kariyerine başlayan Ben Yedder 2010'da Toulouse'ya geçti ve profesyonel kariyerinde çıktığı 80 maçta 25 gol 9 asistlik performansı ile istatistik kağıdını doldurdu.
Özellikler
Ben Yedder santrafor bölgesinde oynuyor. Onun için Football Manager diliyle konuşup basite indirgersek yaratıcı forvet de deriz. Buna karşın net olarak forvet bölgesinin en ucu(centre forward) onun mevkiisini tanımlayacak niteleme olacaktır.
1.70 boyundaki Ben Yedder kısa boyunun avantajını seriliğine borçlu. Çabuk adımlarla patlayıcılığı birleşince muhteşem bir dribling yeteneği ortaya çıkıyor. Doğal olarak 1.90'lık stoperlerin arasında güçsüz olarak gözüküyor fakat fiziğinin dezavantajını da yine o seriliği ile tölere ediyor. Aynı zamanda koşu yapacağı yeri bilmesi ve "çoğu" zaman aklı ile oynaması ona sert rakipleri karşısında avantaj sağlıyor. Bazı maçlarda çok sert müdahalelere maruz kaldığında oyun içi kopmalar yaşadığını da dile getirelim.
Koşu yapacağı yeri bildiğini söylemiştim. Pozisyonları sonuna kadar kovalaması onu fırsatçı olarak nitelendirmemize neden oluyor. Bu takip edişler "golcü kısmeti" denen şeyi de kendisine getiriyor. Geçtiğimiz yıllardaki durumunu da düşündüğümüz takdirde bu yılki attığı golleri de hesaba katarsak bitiriciliğini müthiş bir biçimde geliştirdi diyebiliriz. Gerçekten öldürücü bir çift ayağı var, ikisini de gol vuruşu yapabilecek seviyede kullanabiliyor. Ayak içi temiz santraforlardan. Ceza sahası içindeki soğukkanlılığının da altını çizmeliyim. Oyunu rakip sahaya yıktığınız takdirde size skoru rahatlıkla getirebilecek bir isim olarak göze çarpıyor.
Pas oyunundaki eksikleri gidermesi ile daha iyi bir noktaya gelecektir. Pas sayısını arttırması gerekiyor. 19 pasta %77'lik bir pas oranı yakalamış. Kendi seviyesinde sayılabilecek oyuncular için iyi bir yüzde. Buna karşın o bilekleri ile daha da iyi bir yüzde yakalayabilir, tabii dediğim gibi aynı zamanda pas sayısını da arttırmalı.
İleride Nereye Gider?
Top Class seviyeye gelmesi zor. Fiziğini daha fazla geliştirebilir mi bunun cevabını maalesef verecek kalibrede değilim. Kilit nokta burası. Ligimiz ve dengi ligler için "leblebici" diye tabir edilen o isimlerden biri olabilir. Aynı zamanda gollerinin yanında kilit pasları denemesi ile takım oyununa katkısını da göz ardı etmeyelim. İşte bu sebeplerin her biri birleşince totalde çok yararlı olabilecek potansiyelde bir isim karşımıza çıkıyor.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Kariyer sezonunu yaşadı. Market fiyatı 3,5 Milyon Euro. Transferin 5 Milyon Euro'ya rahatlıkla bitebileceğini düşünüyorum.
Ufuk Tolga Aldırmaz
29 Mayıs 2013 Çarşamba
Sporda Şiddet
Öğrenciyim. Neticesinde bazen -pek alışık olmasam da- ödev konusu seçmek ve onu kağıda dökmeniz gerekiyor. Uluslararası Sosyal Politika dersim için seçtiğim ödev konum: Sporda şiddet. Buraya da aktarayım dedim. İlgisini çekene.
"Geçtiğimiz günlerde derbi olarak nitelendirilen
Fenerbahçe-Galatasaray müsabakasının ardından maçtan dönen Burak Yıldırım’ın
kalbinden bıçaklanıp öldürülmesi ile spor müsabakaları ve sonrasındaki şiddet
tekrar ayyuka çıktı. Toplumumuzda oluşan birçok örnekten sadece biri Burak’ın
öldürülmesi idi. Öyle ki Burak taktığı kaşkol yüzünden karşı tarafın kinine
maruz kalarak ortada bir durum yok iken öldürülecekti.
Spor, dünya üzerinde birçok sebep ile insanların bağlandığı
bir olgudur. Sporun dünyamızda çeşitli yansımaları vardır. Olimpiyat tarihinden
de anlaşılacağı gibi başlarda toplumların kaynaşması ve birlik, beraberlik
duygusunun pekiştirilmesi sebebi ile üstünde uzlaşılacak bu etmen gün geçtikçe
evrim geçirecektir. Özellikle günümüzde liberal toplumların gelişimi ve
kapitalizmin yansıması olarak endüstriyel yaklaşım sporun çeşitli kesimler
tarafından kullanılması için büyük bir araç olacaktır. Bunun en büyük
göstergesi çeşitli dönemlerde sporun politika ve ideolojilerin bir reklam
panosu misali kullanılmasıdır.
Kitleleri peşinden sürükleyen spor, toplumların özünü
oluşturan ögelerden biridir. Bundan ötürü sosyolojik incelemeler yapılırken
toplumların fazlaca ilgi gösterdiği spor dalları irdelenmektedir. Ülkemizdeki
spor anlayışını toplumsal olarak ele almamız gerekirse öncelikle futbol dalını
ele almamız gerekmektedir. Devlet tarafından desteklenen spor daha doğrusu
futbol kulüpleri, çoğunlukla “Kamu Yararına Dernek” statüsünde ele alınmaktadır.
Bundaki en büyük etmen ise kulüplerin sahip oldukları taraftar kitlesidir. Bu
taraftar kitlesi çeşitli psikolojik ve sosyolojik incelemelerin ortaya koyduğu
gibi çeşitli sebepler ile kulüpleri destekleme yolunu seçmektedirler. Örneğin
köyden kente olan göçün en önemli örneği olan Anadolu’dan İstanbul’a göçün
bireylerde yarattığı ait olma hissiyatını verebilecek en önemli olgu bu spor
kulüpleridir. Bunun yanında bireyler takımları ile kendilerini öyle
özdeşleştirirler ki gerek kulüplerinin yöneticileri gerekse de sporcularını
birer rol model olarak benimseyebilmekte, onlarla yeri geldiğinde birer gönül
bağı kurmaktadırlar. Bu durumun getirisi olarak ahlaki değerleri ve bu bilinci
kulüpleri ile paralel biçimde geliştirme gelecektir. Öyle ki gün geçtikçe bu yaşanan
süreç bambaşka bir boyuta taşınacaktır. Nesiller, bu durumu iyice abartacak ve
rakip olgusunu düşman olgusu ile karıştıracaktır. Takımlarına karşı
besledikleri duygu şehvetle artarken rakibe karşı iyiden iyiye kin güdülmeye
başlanıp gerçek dünyanın doğrularını görebilmekten aciz olacaklardır. Bu
durumun oluşmasında çeşitli birey dışı sebeplerin de etkisi olacaktır. Yine
örnek olarak kitle iletişim araçları paralelinde yazılı ve görsel medyadaki
bilinçsiz yol göstericiler, yukarıda belirttiğim gibi yöneticiler ve sporcular,
müsabakaların karar veren merciileri(hakem vb.) ve hatta kural
koyucuların(federasyonlar vb.) dahi bu durumu etkilediği son derece açıktır.
Bu durumun neticesinde gün geçtikçe büyüyen kulüpler çeşitli
spor dallarına el attılar. Amatör branşlar olarak nitelendirdikleri futbol dışı
şubelerin gün geçtikçe artması yukarıda bahsettiğim kendini taraftar olarak
addeden kesimin ilgisinin de diğer spor dallarına kaymasına sebep oldu.
Ardından gelen takım destekleme düşüncesi rakibe karşı olan nefret ve kin ile
birleşince özellikle üç büyük kulüp olarak nitelenen kulüplerin olduğu her spor
dalı müsabakasında irili ufaklı çeşitli şiddet olaylarının oluşmasına sebep
oldu. Önceleri “Beyefendi sporu” olarak nitelendirilen Basketbol dalına kayan ilgi
ile bu müsabakalarda oluşan şiddet ile kanıtlandı. Daha sonraları ise bu durum
Tekerlekli Sandalye Basketbol’una kadar uzandı. Müsabakaların oynandığı alanın
dışında başlayan olaylar gün geçtikçe alan içine kaymaya başladı. Sporcuların
da bu nefret ve kin tutulan ortama bir nevi ayak uydurması ile olaylar
normalleşti. Bu süreç, neticesinde Burak Yıldırım’ın öldürülme olayına kadar
gelecekti.
Bu şiddetin en büyük nedeni kitlelerin toplumdaki öfke
birikimlerini en uygun olarak spor organizasyonlarında dışa vurabilmeleriydi.
Toplum içinde yaşanılan çeşitli olaylar, siyasal yöneticilerin tutum ve
davranışları, günlük hayatta bireylerin yaşamaya maruz bırakıldığı ezilmişlik
duygusu; kendileri gibi insanları buldukları tribün gibi ortamlarda bu öfke
birikiminin boşaltılabilmesini sağlayacaktı. Üstüne üstlük bir de yukarıda
bahsettiğim o toplumların liberal gelişimi ve kapitalizmin gün geçtikçe artan
şiddeti neticesinde insanlara dayatılan kazanma mantığının da yerleşmesi ile
günlük hayatta elde edilemeyen birçok şey kısa yoldan kulüpler üzerinden tatmin
olabilme güdüsü de taşımaktadır.
Rahatça dışa vurulan bu öfkenin, rahatlık kısmının yok
edilebilmesi için devlet tarafından çıkarılan bir yasa mevcut. Buna karşın bu
yasanın ne kadar uygulanabildiği ise büyük bir soru işareti. Uygun alt yapının
ve kalifiye kolluk kuvvetlerinin oluşturulmaması yasanın uygulanabilmesi
önündeki en büyük engel. Bu noktadan ve yukarıda saydığım sebeplerden ötürü de
anlaşılabileceği gibi bu şiddetin oluşması daha doğrusu bu noktalara varmasının
en büyük sebebi devlet olarak göze batmakta. Devletin belli başlı konularda
pasif kalması ve toplumda yeterli spor ahlakının oluşabilmesi için gerekli
adımları atmaması en büyük sebeptir. Spor ahlakının futbol tribünlerinden
çıkarılıp gelişmiş spor ülkelerinde olduğu gibi alt yaş kategorilerindeki
çocukların spora teşvik edilmesi ile bu çocuklara devredilmesi şiddetin yok
edilmesi anlamına gelecektir. İşte bu noktada alt yapı yatırımlarının artması
uzun vadede sorunların çözümü anlamına gelecektir. Bunun yanında elzem olan şey
ise vatandaşların bir şekilde refahının yükseltilmesidir."
Ufuk Tolga Aldırmaz
26 Mayıs 2013 Pazar
Hayat
2013'e de son noktayı koyduk.
Roman Weidenfeller'in göz yaşları aslında ufak çapta bir "futbol" dünyası özeti.
Borussia Dortmund'un hikayesi bir edebi değer taşımalıydı artık. Bu yıl olmadı. Önümüzdeki sezon... Neden olmasın?
Hep kaybeden tarafta olduk, böyle kaybetmeye devam!
Ufuk Tolga Aldırmaz
Roman Weidenfeller'in göz yaşları aslında ufak çapta bir "futbol" dünyası özeti.
Borussia Dortmund'un hikayesi bir edebi değer taşımalıydı artık. Bu yıl olmadı. Önümüzdeki sezon... Neden olmasın?
Hep kaybeden tarafta olduk, böyle kaybetmeye devam!
Ufuk Tolga Aldırmaz
25 Mayıs 2013 Cumartesi
Gözlemcinin Not Defteri: #11 Wahbi Khazri
8 Şubat 1991 Ajaccio doğumlu olan Khazri Tunus asıllı bir Fransız vatandaşı. Milli takım tercihini Tunus'tan yana kullanmış ve altı kez ülkesinin formasını giymiştir. Alt yapı eğitimini şu anki kulübü olan Bastia'da almış. Senelerdir asansör takım haline gelmiş kulübünün en önemli parçalarından biri olmaya adaydı, nitekim oldu da. Bu sezon Ligue 1'de yedi gol atıp dokuz gol hazırlayan Khazri kariyerinde toplam 119 maça çıkıp 25 gol 27 asistlik performans göstermiş bir isim.
Özellikler
Her iki kanat, forvet arkası ve hatta orta sahanın göbeğinde oynayabilen bir oyuncu. Hücum için bulunmaz jokerlerden birisi haline gelmek üzere. Hakim ayağı sağ olmasına rağmen solunu da fena olmayan bir biçimde kullanıyor. Ters kanatlarda oynayabilmenin büyük avantajını yaşıyor. Buna paralel oyun bilgisini geliştirmiş ve ters kanat koşularını muhteşem bir kanat forvet edası ile yapıyor. Ceza sahası içine girmeyi adet haline getirmiş. Bitiriciliği iyi sayılabilecek seviyede. Dribling yeteneğinin kaymağını da yiyor. Hücum atraksiyonlarından kilit paslardaki zamanlaması da dikkat çekici.
Uzaktan şutlar ve duran toplarda etkinliğinin altını özellikle çizmeliyim.
İşin ilginç tarafı böyle bir profil çizilen hücum oyuncusundan beklenmeyecek şekilde "zaman zaman" daha doğrusu vitrin maçlarda savunmasına da şiddetle yardım ediyor. Aklı ile savunma yapabilengillerden.
Tüm bunları bir köşeye koyuyoruz. Karşısına ise birazcık bencilliği ekliyoruz. Pas ve şut zamanlamasını, daha doğrusu oyun bilgisini biraz daha geliştirmeli. Takım oyununa yatkınlığını arttırdığı takdirde çok önemli işlere imza atabilecek potansiyelde bir isim.
Eklenecek bir şey daha var o da aidiyet duygusu. Bastia onun evi. Dışarıda nasıl bir reaksiyon gösterir merak konusu.
İleride Nereye Gider?
Top Class seviyeye çıkar mı hiç emin değilim ama bu adamda o kumaş var. Bu yılki performansının üst düzey olmasına karşın transfer gündeminde adı hala geçmiyor. Adım atmanın tam sırasıdır. Bu riske değer.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Transfermarkt'a göre üç milyon Euro piyasa değeri var. Bu miktar onun için az. Üst çizgiyi altı milyon Euro'ya çekip pazarlığınızı gönül rahatlığı ile yapabilirsiniz.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Gözlemcinin Not Defteri: #10 Ricardo Faty
Ricardo Faty... 4 Ağustos 1986 Paris doğumlu olan Faty şu an Ligue 1'de Ajaccio'nun formasını giymekte. Babası Senegalli annesi Cape Verde'li olan Faty milli takım tercihini Senegal'den yana kullanmış, beş kez milli olmuştur. Hemen araya sıkıştırayım, kendileri bir dönem ülkemizde Sivasspor'un formasını giyen Jacques Faty'nin de kardeşi oluyor.
Daha önce de özellikle Sebastien Corchia'dan bahsederken değindiğim Fransa'nın en önemli futbol akademilerinden olan Clairefontaine çıkışlı bir isimle daha karşınızdayız. Clairefontaine'dan çıkışını aldıktan sonra Strasbourg'a geçiş yaşanıyor. 2005-2006 sezonunda yedi karşılaşmada forma giyen Faty, o dönemler Luciano Spaletti'nin dikkatini çekecektir. Sezon sonu AS Roma'ya transfer olan Faty için büyük umutlar beslenir. Bir Şampiyonlar Ligi karşılaşmasından sonra hocası onu yeni "Patrick Viera" olarak nitelendirecektir. 2007-2008 sezonunda Bayer Leverkusen'e kiralık olarak yollanır. Pişmesi istenir lakin burada yalnızca iki karşılaşmada forma giyebilir. O sezonun devre arası da daha çok forma şansı bulabilmek için dönemin Ligue 2 ekiplerinden olan köklü Nantes kulübüne geçiş yapar. Bir sonraki sezon da dahil olmak üzere toplamda 41 kez sarı-yeşilli ekibin formasını giyer. Geri döndüğünde yine o beklediği düzenli forma şansını bulamaz ve Roma'dan ayrılma vaktinin geldiğine kanaat getirir. İstikamet bu kez Yunanistan'dır. Aris'e transfer olur. İki sezon formasını giyeceği takımının 55 kez formasını giyip, takımının en önemli kozlarından biri haline gelecektir. Bu sezonun başında ise Fransa'ya geri döner. Ligue 1 ekiplerinden Ajaccio'nun bir parçası olacaktır. Hem de taraflı tarafsız herkesin takımı için takdir ettiği bir parça haline gelir. Bu sezon 26 kez forma giyer. Kariyerinde toplam 179 maçta forma giyip 11 gol 9 asistlik performans çizen bir orta saha oyuncusu Faty.
Özellikler
Afrikalı soydaşlarının hemen hemen hepsi gibi güçlü bir fizik çatısı var. 1.92'lik güçlü bir adam Faty. Aynı zamanda bacak boyunun uzun oluşu tabiri caizse onları pergel gibi kullanmasına yardımcı oluyor. Aynı zamanda bu fiziğinin yanına gücünü de ekliyor. Tatlı sert bir tarzı var ki rakibi olsam kendisinden korkarım, açık açık söyleyeyim. Uzun boyunun avantajı ile hava toplarına hem hücum gücü olarak hem de defansif üstünlük açısından ayrı ayrı hakimiyeti söz konusu. Duran toplarda Manuel Fernandes gibi bir silahınız varsa Faty'e "iş" yaptırabilirsiniz.
Özelliklerini "altı numara" olarak değerlendirelim lütfen. Takım oyununa sadık bir oyuncu. Basit oynamayı seviyor ve bunu beceriyor da. Defansif yükümlülüklerini sahada kaçınmadan yerine getiriyor. Çalışkan bir isim. Top kapma becerisi iyi seviyede. Pas arası yapmayı da seven bir isim. Bunun yanında şut blokajı da fena sayılmaz. Yaptığı faul sayısı lig geneli itibari ile normal iken ligimiz için fazla kaçabilir. Rakip ile vücut temasına girmeyi seviyor. Hücum yönüne gelecek olursak esas farkı sanırım bu noktada yakalıyor. Bunu efektifliğe döküp istatistiğe vuramasa da saha içinde iyi anlamda göze batan hamleleri mevcut. Daha net anlaşılabilir olması için bu özelliklerini tam anlamıyla olmasa da Felipe Melo'ya benzettiğimi söyleyebilirim. Özellikle oyun alanına hakimiyeti ve pas dağıtımı açısından örtüşüyorlar. Faty de bu işi iyi yapıyor. Dikine oyunu seviyor. Bunlara karşın pas oyununda eksikliği var. Ligue 1'deki başarılı pas oranı yüzde 77. 80'in altında kalınması Ligue 1 standartlarında o bölge için önemli bir "eksikliktir". Bunun yanı sıra gözlemlediğim en büyük eksikliği rakip ceza sahasına girme alışkanlığının olmaması. Gerçi elinizde Oğuzhan Özyakup ve Manuel Fernandes gibi bu işleri iyi yapan iki isim varken altı numaranızdan bunu ne kadar beklersiniz orasını bilemeyeceğim. Yine de benim gözüme çarpan bir eksiklik.
İleride Ne Yapar?
Öyle veya böyle 26 yaşında bir isimden bahsediyoruz. Bana kalırsa zamanında yapmış olduğu yanlış kulüp tercihlerinin cezasını çekiyor. Daha iyi noktalarda olabilirdi. Bu potansiyeli vardı. Şu an ise bir-iki basamak daha atlayacak durumda. Bunu Ligue 1'de de yapabilir başka liglerde de. Ülkemize, özellikle de Beşiktaş'a transferini düşünecek olursak iyi ve önemli bir tamamlayıcı parça işlevini görür diyebilirim. Önder Özen'in işaret ettiği o uluslararası oyuncu havuzuna katılabilecek isimlerden biri olabilir.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
2.5-3 milyon Euro seviyesinde bitirilebilecek bir isim.
NOT: Bu ve daha fazlası için besiktasscout.com'a bir tık...
Ufuk Tolga Aldırmaz
Etiketler:
Ajaccio,
besiktasscout,
Beşiktaş Scout,
Gözlem,
Ligue 1,
Ricardo Faty,
Scout
22 Mayıs 2013 Çarşamba
Gözlemcinin Not Defteri: #9 Onurcan Piri
Onurcan Piri, 28 Eylül 1994 doğumlu alt yaş kategorilerinde milli olan kalecimizdir. Onurcan futbola Öz Espiye Belediye Spor'da başladı. 2005 yılında Giresunspor'un oyuncu arama ekibi tarafından keşfedildi ve takıma kazandırıldı. Giresunspor'un alt yaş kategorilerinden defalarca forma giyme şansı buldu. 3 Mart 2011'de profesyonel sözleşmeye imza attı.Neticesinde dikkati de çekti. U-19 seviyesinde milli olarak milli takımlar kariyerini başlattı. Toplam 12 kez milli olan futbolcu kategorilerde bir bir milli olmakta. Giresunspor ile 2015 yılına kadar sözleşmesi bulunan futbolcu geçtiğimiz sezon Ziraat Türkiye Kupası'nda Giresunspor'un Mersin İdman Yurdu'na 3-0 mağlup olduğu maçta A takımın ilk kez formasını giydi.
Özellikler
Giresunspor kaleci antrenörü İsmail Güney'in özellikle vurguladığı bir nokta var: Çalışkanlık. Bu yaşta bir futbolcu için sanırım aranan ilk kişisel özellik bu olmalı. Çalışkanlığın yanı sıra azmi ve hırsı ile de dikkat çeken bir isim. Buna karşın bu azmi ve hırsı sahaya agresiflik olarak yansıtmıyor. Kafası sadece işinde.
Kişisel özelliklerinin yanı sıra fiziksel özellikleri de sadece dış görünüş olarak baktığınızda bile olumlu. Yaşı itibari ile biraz daha uzayacağını söylersek yanılmayız. Ayrıca güç çalışmaları ile çok daha fit bir vücuda kavuşacağı aşikar. Fizik çatısı bir kaleci için makul seviyede. Fiziksel olarak son söyleyebileceğim şey ise atiklik olur. Kalecilik mevkiisi için refleks kadar önemli bir husus. Refleks demişken Onurcan ile Twitter üzerinden irtibata geçtiğimizde en güvendiği özelliğinin refleksleri olduğu söylemişti. Hemen altını çizeyim.
Maçlarda dikkatinizi çeken ilk şey o üç direk arasına hakim olduğu hissini vermesi. Tabii ki bu durum bir Iker Casillas havasında değil. 19 yaşına yeni girecek bir isimden bahsediyoruz, unutulmamalı. Bu hissin dışında arkadaşları ile iletişim kurma konusunda sorun yaşamıyor. Pozisyon bilgisi gelişecek ve oturacaktır. Zaman zaman toyluğun vereceği o çekingenliği Onurcan'da çok göremiyorsunuz. Bunu en net rakip futbolcu ile karşı karşıya kaldığı zamanlarda fark ediyorsunuz. Kaleden çıkışları yerinde ve zamanlaması yaşı için iyi seviyede. Aynı zamanda hava hakimiyeti yine yaş kategorisi için uygun noktada. Buna karşın alan hakimiyetini geliştirmesi gerek. Gelelim yan top mevzusuna. Türk kalecilerde bir yan top zaafiyeti her zaman söz konusu olmuştur. Daha doğrusu takımlarımızdan ötürü -kişisel fikrim alt yapı eksikliği-gelen bir husus. Buna karşın Onurcan'ın yan toplardaki hakimiyeti kendini hissettiriyor. Yukarıda irtibatımızdan bahsetmiştim, yan toplarına kendi güveninin de üst düzey olduğunu belirteyim.
Son olarak eklemeden geçmeyeyim bir şeyleri ipucunu almasını bilene iyi verecektir: İdol olarak gördüğü isim Manuel Neur, kendini benzettiği mevkiidaşı ise eski SSCB'nin efsanelerinden Rinat Dasayev. Degaj stilinde Beşiktaş'ın efsanelerinden Oscar Cordoba'nın imzasını taşıdığını da özellikle ekliyor.
İleride Nereye Gider?
Onurcan'a dair beklentiler fazla. Düzenli olarak takımının formasını giymemesine rağmen hocası Ergün Penbe'ye Galatasaray tarafından adının sorulduğu geçtiğimiz günlerde basına yansımıştı. Buna karşın Galatasaray'ın herhangi bir ısrarcı tavrı olmadı. Ligde her takımın kadrosuna ama öyle ama böyle girebilecek yetenekte bir isim olduğu aşikar. Beklenen çıkışı yapar mı? Yapması için her şeye sahip. Mental eşiği atlaması gerek.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Türkiye piyasasındaki transfer koşullarını biliyorsunuz. Buna karşın Transfermarkt'ta 25.000 Euro paha biçilmiş kendisine. Bu meblağ kesinlikle çok düşük. Buna karşın 100.000-150.000 Euro aralığında rahatlıkla bitirilebilecek bir transfer.
NOT: Onurcan'ın Twitter kullanıcı adı: @opiri35
Ufuk Tolga Aldırmaz
Neden Önder Özen?
Sezonun başında; havalar henüz daha soğumamışken NTVSpor'da "Kamp Günlüğü" adında bir programda kır saçlı uzun yüzlü bu beyefendiyi gördüm. Kendisi Ercan Taner ile karşılıklı (tabiri caizse) entellektüel(futbol yorumunun en üst nezaket ve bilgi seviyesi) bir biçimde paslaşarak tatlı tatlı, alışkın olmadığımız biçimde açıklamalar yapıyordu. Üslubunun farklılığı ilk başta birçok kişiye sanıyorum ki garip geldi. Bu kesime ben de dahilim. Hemen elim telefona gitti. Twitter açıldı. "NTVSpor'da şu an yorum yapan şahıs kim?" diye tweet atıldı. Gelen yanıt ise özdü:"Zeki Önder Özen..." . Adı öğrendikten sonra programın bitmesini bekledim. Bitince dizüstü bilgisayarı kucağıma aldım. Anasayfa "Zeki Önder Özen"-Search.
Tahminimce birçoğunuzun başına da bu gelmiştir. Günler geçtikçe herkes Önder Hoca'ya ısınmaya başladı. Kesinlikle kendinden emin biçimde karşısındakini son derece ikna ederek konuşması her şeyden önce mest etmeye başladı. Bu ikna seviyesi bir de bilgiye aç bizlere "taktik bilgisi" ve "mutfak bilgisi" vermesi ile birlikte TV'nin kumanda saatleri onun programlarına endeksli bir biçimde elime geçmeye başladı(Ali Abi alınma sen ayrısın!).
Gel zaman git zaman herkesin kafasındaki soru aynıydı: "Yahu bu düzgün adam neden iş bulamıyor?". Cevap aslında biraz da sorunun içindeydi "düzgün". Tabii ki biz izleyicilere yansıttığı kadar kişiliğini bilebiliriz lakin kendisinin iş ahlakını yanında, yakınında çalışıp da beğenmeyen bir Allah'ın kulu yok. Aynı zamanda ikili ilişkilerinin methini de illaki sosyal medyada okumuşsunuzdur. Kişiliğinin yanında bir de işi gerçekten bilenlerin "Yapılanmada bu coğrafyada üzerine çok az insan var." minvalinde söylemlerde de bulunmaları açıkçası ağız sulandıran cinsten.
O "search" kısmından da okuyarak edinilen bilgiler de yok değil. Röportajlarından okuduğum(linkler aşağıdadır. Herkesin emeğine sağlık) kadarıyla (e, ekranda söylediği satır aralarından da çıktığı kadarıyla) vizyon sahibi ve ufku son derece geniş bir isim. Bunun yanında bir de oyuncu gözlemleme konusundaki başarısı da söz konusu. Veri kullanımı ve rakip analizine önem veriyor. Yorumlarında dahi kendi kendiyle konuşur gibi olaylara farklı açılardan bakabiliyor ve belki de hepsinden daha önemlisi başarıya aç bir kişilik.
Beni en çok cezbeden ise şu sözü oldu: "Yarın bugünden daha iyi olmak için çalışıyorum."
Allah kolaylık versin Önder Hocam. Hakikaten kurtarıcısın. Umarım ne bizleri ne de kendini yanıltırsın. Virabismillah!
NOT: Riqfutbol, Hayatım Futbol, Sporun Tutkunuyuz
NOT-2: Yahu heyecandan yazmayı unutmuşum. "Ülke futbolunun sorunlarını çok iyi biliyor.". Yukarıda bir yere ekleyiniz.
NOT-3: Önder Hoca'nın yeni fotoğraflarını çekmek lazım. Her yerde aynı fotoğraf, sürekli pişti oluyoruz.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Tahminimce birçoğunuzun başına da bu gelmiştir. Günler geçtikçe herkes Önder Hoca'ya ısınmaya başladı. Kesinlikle kendinden emin biçimde karşısındakini son derece ikna ederek konuşması her şeyden önce mest etmeye başladı. Bu ikna seviyesi bir de bilgiye aç bizlere "taktik bilgisi" ve "mutfak bilgisi" vermesi ile birlikte TV'nin kumanda saatleri onun programlarına endeksli bir biçimde elime geçmeye başladı(Ali Abi alınma sen ayrısın!).
Gel zaman git zaman herkesin kafasındaki soru aynıydı: "Yahu bu düzgün adam neden iş bulamıyor?". Cevap aslında biraz da sorunun içindeydi "düzgün". Tabii ki biz izleyicilere yansıttığı kadar kişiliğini bilebiliriz lakin kendisinin iş ahlakını yanında, yakınında çalışıp da beğenmeyen bir Allah'ın kulu yok. Aynı zamanda ikili ilişkilerinin methini de illaki sosyal medyada okumuşsunuzdur. Kişiliğinin yanında bir de işi gerçekten bilenlerin "Yapılanmada bu coğrafyada üzerine çok az insan var." minvalinde söylemlerde de bulunmaları açıkçası ağız sulandıran cinsten.
O "search" kısmından da okuyarak edinilen bilgiler de yok değil. Röportajlarından okuduğum(linkler aşağıdadır. Herkesin emeğine sağlık) kadarıyla (e, ekranda söylediği satır aralarından da çıktığı kadarıyla) vizyon sahibi ve ufku son derece geniş bir isim. Bunun yanında bir de oyuncu gözlemleme konusundaki başarısı da söz konusu. Veri kullanımı ve rakip analizine önem veriyor. Yorumlarında dahi kendi kendiyle konuşur gibi olaylara farklı açılardan bakabiliyor ve belki de hepsinden daha önemlisi başarıya aç bir kişilik.
Beni en çok cezbeden ise şu sözü oldu: "Yarın bugünden daha iyi olmak için çalışıyorum."
Allah kolaylık versin Önder Hocam. Hakikaten kurtarıcısın. Umarım ne bizleri ne de kendini yanıltırsın. Virabismillah!
NOT: Riqfutbol, Hayatım Futbol, Sporun Tutkunuyuz
NOT-2: Yahu heyecandan yazmayı unutmuşum. "Ülke futbolunun sorunlarını çok iyi biliyor.". Yukarıda bir yere ekleyiniz.
NOT-3: Önder Hoca'nın yeni fotoğraflarını çekmek lazım. Her yerde aynı fotoğraf, sürekli pişti oluyoruz.
Ufuk Tolga Aldırmaz
20 Mayıs 2013 Pazartesi
En Oskar Goz Tu...
Fransa'da Ulusal Futbolcular Birliği tarafından organize edilen yılın Oscarlar'ı sahiplerini buldu. Adaylar açıklandıktan sonra bir girizgah yapmış ve birkaç naçizane düşüncemi sıralamıştım. Merak edenler tık.
Listeyi hemen vereyim:
Yılın Futbolcusu: Zlatan İbrahimovic(PSG)... Blaise Matuidi'nin bu ödülü sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum, hala.
Yılın Genç Futbolcusu: Florian Thauvin(Bastia)... Bu ödül benim için de çok anlamlı oldu. Somut olarak çok daha iyi yerlere geleceğini göreceğiz.
Yılın Kalecisi: Salvatore Sirigu(PSG)... Oylar şampiyon takıma gitmiş lakin Stephane Ruffier'in bu ödülü yine Matuidi gibi çok hak ettiğini düşünüyorum lakin "Neden?" diye sormak abesle iştigal.
Yılın Teknik Direktörü: Şampiyon Carlo Ancelotti ve beklentilerin üzerine çıkan(!) şeklinde niteleyebileceğimiz Christophe Galtier arasında paylaşıldı ödül.
Ligue 2'de Yılın Teknik Direktörü: Jocelyn Gouvernnec(Guingamp)... En adil ödüllerin başında bu geliyor dersem yanlış olmaz. Ligue 1'e çıkan Guingamp, zoru başardı. Gouvernnec için önemli bir eşik.
Ayrıca "Altın 11" şöyle oluştu:
Salvatore Sirigu(PSG)- Christophe Jallet(PSG) - Thiago Silva(PSG) - Nicolas N'Koulou(Marsilya) - Maxwell(PSG)- Marco Verrati(PSG) - Blaise Matuidi(PSG) - Dimitri Payet(Lille)- Mathieu Valbuena(Marsilya) - Zlatan İbrahimovic(PSG) - Pierre-Emerick Aubameyang(St.Etienne)
Burada da tek itirazım(ki buna ne kadar itiraz denilir bilemem) Veratti yerine Maxime Ganalons'un kadrodaki yerini alması yönünde olurdu. Bir de Sebastien Corchia ile Jallet yer değiştirebilirdi. Daha fazla fanteziye girmeden keselim.
Fransa'da da 2012-2013 sezonu böylece geride kalmış oldu. Bir dahaki sezon neler getirir, kim bilir.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Listeyi hemen vereyim:
Yılın Futbolcusu: Zlatan İbrahimovic(PSG)... Blaise Matuidi'nin bu ödülü sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum, hala.
Yılın Genç Futbolcusu: Florian Thauvin(Bastia)... Bu ödül benim için de çok anlamlı oldu. Somut olarak çok daha iyi yerlere geleceğini göreceğiz.
Yılın Kalecisi: Salvatore Sirigu(PSG)... Oylar şampiyon takıma gitmiş lakin Stephane Ruffier'in bu ödülü yine Matuidi gibi çok hak ettiğini düşünüyorum lakin "Neden?" diye sormak abesle iştigal.
Yılın Teknik Direktörü: Şampiyon Carlo Ancelotti ve beklentilerin üzerine çıkan(!) şeklinde niteleyebileceğimiz Christophe Galtier arasında paylaşıldı ödül.
Ligue 2'de Yılın Teknik Direktörü: Jocelyn Gouvernnec(Guingamp)... En adil ödüllerin başında bu geliyor dersem yanlış olmaz. Ligue 1'e çıkan Guingamp, zoru başardı. Gouvernnec için önemli bir eşik.
Ayrıca "Altın 11" şöyle oluştu:
Salvatore Sirigu(PSG)- Christophe Jallet(PSG) - Thiago Silva(PSG) - Nicolas N'Koulou(Marsilya) - Maxwell(PSG)- Marco Verrati(PSG) - Blaise Matuidi(PSG) - Dimitri Payet(Lille)- Mathieu Valbuena(Marsilya) - Zlatan İbrahimovic(PSG) - Pierre-Emerick Aubameyang(St.Etienne)
Burada da tek itirazım(ki buna ne kadar itiraz denilir bilemem) Veratti yerine Maxime Ganalons'un kadrodaki yerini alması yönünde olurdu. Bir de Sebastien Corchia ile Jallet yer değiştirebilirdi. Daha fazla fanteziye girmeden keselim.
Fransa'da da 2012-2013 sezonu böylece geride kalmış oldu. Bir dahaki sezon neler getirir, kim bilir.
Ufuk Tolga Aldırmaz
17 Mayıs 2013 Cuma
Direction Nationale du Contrôle de Gestion
Direction Nationale du Contrôle de Gestion yani dilimize
Ulusal Yönetim Kontrolü Müdürlüğü şeklinde garip bir biçimde çevirebileceğimiz
olan kurum Fransız futbolunda büyük önem arz etmekte. 1984’te kurulan bu
organizasyon Ligue de Football Professionnel (LFP)’e bağlı bir kurumdur.
Kabaca, ülkedeki profesyonel futbol kulüplerinin hesaplarını inceleme ve
denetleme hakkına sahip olan kuruluştur diye açıklamak yanlış olmayacaktır. Kulüplerin
kaynaklarını verimli kullanmasını sağlayan, belirli sınırlar çerçevesinde
gerekli olan düzeni sağlayan, kural ihlali yapan kulüplere yaptırım uygulama
hakkı gibi görevleri ve sorumlulukları olan kurumun en büyük amacı Fransız
futbolunda “ahlaki” bir düzen oluşturup bunu korumak.
Her futbol sezonu sonunda kurum, kulüplerin hesaplarını
inceler. Kulüplere belirlenen ölçütlerin dışına çıkıldığı takdirde transfer
ambargosundan tutun da küme düşürülmeye kadar çeşitli cezaları verme yetkisi mevcuttur.
Liglerdeki takım sayısını belirleme gücüne dahi sahip olan bir kurumdan
bahsettiğimizin altını çizelim.
2007 yılında Fransız Spor Bakanı Bernard Laporte’un eşit
koşullarda yarışılması için tüm kıtaya bu programın uygulanması gerektiğini
iddia etti. Kamusal yükümlülükleri olan
bu kurumun aslında bir nevi UEFA’nın Finansal Fair-Play düzenini yürürlüğe
sokmasına rol model olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.
Yıllardır Fransız kulüplerini Avrupa’nın üst düzey
arenasında göremiyoruz. Bu yıl Paris Saint-Germain’in Şampiyonlar Ligi’nde
çeyrek final oynaması Fransızlar tarafından önemli bir başarı olarak
sayılmakta. Belki böylesine bir yatırım için pek büyütülecek bir başarı değil
lakin Fransızlar’ın uzun yıllar boyunca süreklilik kazanmış bir başarı serileri
olmadığını göz önünde bulundurmamız gerekmekte. Yukarıda bahsini geçirdiğim Direction
Nationale du Contrôle de Gestion kulüplerin para harcama eğilimlerine ket
vurmakta. Araplar’a satılan PSG’nin harcadığı para neticesinde bu başarının
gelmesi tesadüf değil. Bu aşikar.
Uzun yıllardır Avrupa transfer piyasasında büyük meblağlar
harcamayan Fransızlar aslında çok güzel bir bütçe dengesi örneğini teşkil
ediyor. Bunun yanı sıra Marsilya’nın Lucho Gonzalez’e, Olympique Lyon’un da
Lisandro Lopez’e harcadığı yüksek bonservis bedellerinin acısı şu an çıkmakta. İki
kulübün ortak noktasının stadyumlarını yenilemek olduğunu da unutmayalım,
önemli ayrıntıdır.
Direction Nationale du Contrôle de Gestion’un direktifleri
doğrultusunda genç yetenekleri sürekli olarak ihraç etmek durumunda kalan
kulüplerin Avrupa’da pek tutunamaması ve liglerin de cezbedici olmamasının
aslında başat unsuru kurum oluyor dersek yanılmayız. PSG’in arkasından Monaco’nun
da Rus patronlarının yatırımları neticesinde Ligue 1’e yükselmesi ve yapılacak
yatırımı düşününce yavaş yavaş ilgi odağı olunması iş değil. Bunun yanında
Falcao gibi yıldızların da Monaco safına katılacağı kulislerde konuşuluyor.
Bunun anlamı daha çok yıldız demek. Prenslik yasaları ile yönetilen Monaco için
Fransızlar zaten kazan kaldırmış durumda. Federasyon 200 milyon Eurolar’ı bulan
vergiyi istedi. Bu iş sürekli hale gelir mi bilinmez lakin ucu Direction
Nationale du Contrôle de Gestion’un yok edilmesine ya da kurallarının daha
elastik hale gelmesine kadar dayanırsa da hiç şaşırmam.
Elbette ki ben de her “endüstriyel futbol” karşıtı romantik
gibi Arap ya da Rus sermayesinin futbolun içine fazlaca girmesine karşıyım.
Buna karşın kendi ölçütleri ve markalaşma değerini yükseltecek olan bir Ligue 1’e
hayır demeyeceğimi de peşinen belirteyim. O yüzden şu an keyifli bir biçimde Ligue 1’in alacağı
hali beklemekteyim. He, unutmadan belirteyim, Avrupa’nın en fazla borca sahip
olan takımlarına bir göz atın isterim. Tık lütfen. Bunun yanında bir de Bayern
örneği var ki Fransızlar’ın bunu uygulamasını yeğlerim pek tabii.
NOT: Lyon'un Avrupa başarılarını görmezden gelmedim. Olaya büyük fotoğraftan bakıyoruz.
Ufuk Tolga Aldırmaz
15 Mayıs 2013 Çarşamba
Birçok Seneler Geçti Dönen Yok Seferinden
Bazı futbol karşılaşmaları aslında domino etkisi yaratır. Devamında getireceği şeylerden habersiz bazen aldığınız bir galibiyete sevinir ya da mağlubiyet ile kendinizi yerden yere vurursunuz. Hele ki taraftar -buna büyük ihtimalle kendim de dahilim- bu galibiyet veyahut mağlubiyetlere uzun metrajlı bakmak istemez. Çünkü zor gelir. O sevinç ya da hüzün sizi bir süreliğine kilitler. Sonrasında ne gelecektir, pek umursanmaz.
2007'nin Ağustos sonu Eylül başı gibi çekilen Şampiyonlar Ligi kurasının biz Türkler açısından bir mikro bir de dünya çapında -haliyle- makro bir sonucu olacaktı. Dönemin en önemli baş seviye takımlarından Liverpool, kura şansı pek olmayan -Kenan Öner'i anmadan geçemeyeceğim- temsilcimiz Beşiktaş'ın grubuna düşecektir. Beşiktaş için Porto ve Marsilya'nın da çekildiği grup pek de iç açıcı olmayacaktır.
Takvimler 24 Ekim 2007'yi gösterir. 21.45'te başlayan mücadele şimdilerde bir tarih olan İnönü Stadı'nda tıklım tıkış bir kalabalık önünde oynanır. Hiç unutmam, terör olayları neticesinde verilen çok sayıda şehit neticesinde siyah forma ile sahaya çıkılır. Dönemin umut vaad eden ve bir anda baş tacı yapılan genç yıldızı Serdar Özkan ile gol perdesi açılır. Beşiktaş'ın halihazırda Avrupa kupalarındaki en golcü ismi olan Bobo da ikinci golü atar. Dönemin flaş(!) transferlerinden Federico Higuain'in dahi muhteşem gözüken oyunu taraftarı mest eder. Spikerler coşar, takım coşar. Son dakikalara doğru Liverpool kaptanı Steven Gerrard'ın atacağı gol "Ulan yine mi gidiyor?" denilen maçın son golü olarak kayıtlara geçecektir. Hep sevmişimdir, Claus Bo Larsen'in son düdüğü gelir. Efsanevi, yıllar sonra anlatılacak bir galibiyet elde edilmiştir. Oysa ki bu karşılaşma yukarıda da belirttiğim o taraftar kitlesinin hiçbir şeyi umursamayıp sadece sevindiği karşılaşmalardan biridir. Gerisi düşünülmez. Zordur, haktır sevinmek. Dile kolay Liverpool'a karşı alınmıştır galibiyet.
Sıra rövanşa gelir. Kendi basınlarında çıkan küçük düşürücü betimlemeler Liverpoollu futbolculara dokunur. Formdadırlar. Beşiktaşlılar ise zor bir süreçten geçerler. Fenerbahçe derbisinden mağlubiyetle çıkılır. Yönetim cıvıtmıştır. Meşhur "PAF takımla çıkarız!" tehditi gelir. Hiç sürüklenilmemesi gerekilen bir kaos ortamı oluşturulur. Dışarıdan değil, bizzat içeriden. Akıl küpü(!) yöneticiler yine yapacaklarını yaparlar.
İngiltere deplasmanına gidilir. Maç hafif tabir ile berbat geçer. Liverpool 8-0 kazanır. Bu kez İngiliz basını zafer sarhoşudur(Bir Türk takımına karşı alınan galibiyetten ne kadar tatmin olurlar, orası belirgin tabii.). İngilizler intikam almışlardır. Yine girişte belirttiğim o sevinç İngilizler tarafından yaşanırken, hüzün de yine bizler tarafından icraa edilecektir.
Tüm bunlara karşın "hayat devam ediyordur". İki takımın ortak kaderi de bu noktadan sonra çizilir. Liverpool o sezonu Şampiyonlar Ligi yarı finalisti ve İngiliz Premier Ligi'ni dördüncü olarak; Beşiktaş ise ligi ikinci Fenerbahçe ile eşit puanda üçüncü basamakta tamamlar. Ertesi sezon Beşiktaş son şampiyonluğunu ve Türkiye Kupası'nı alıp çifte kupalı sezonu yaşar. Liverpool ise ikinci olarak şampiyonluğa son zamanlar hiç yaklaşmadığı kadar yaklaşmıştır. İki takım da kendi zirvesine ulaşır. Artık çöküş dönemi başlamıştır. Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'nden derin darbeler alıp elenirken ligi dördüncü basamakta bitirir. Liverpool ise Şampiyonlar Ligi'nden grup seviyesinde elenirken ligi de yedinci sırada bitirir. Ertesi sezon beş ve altıncı sıralarda bitirilen lig ve Avrupa'dan iki takım adına da beklenenden erken birer eleniş gelecektir. Beşiktaş adına bir Türkiye Kupası mevcuttur. Geçtiğimiz sezon ise dört ve sekizinci sıralarda bitirilen lig, Beşiktaş adına Atletico Madrid hezimeti, Liverpool adına ise bir Lig Kupası şampiyonluğu söz konusudur.
Tarihi ile övünen iki kulübün gittikçe vasatlaşmaya başladığı günümüzde ise durum yine hiç iç açıcı değil. Beşiktaş'ta "Feda" sezonu yaşanırken Liverpool Brendon Rodgers ile Avrupa'da boy gösterememenin sıkıntısını yaşayacak. İki takımın da kendi çapıyla paralel mali sıkıntıları ve sıradanlaşan kadroları mevcut. Bunan karşın daha da tutkuyla bağlanan taraftarlar var. "Elde var bir", en azından.
Tarihe geçen birer galibiyet ve sonrasında çizilen ortak kader. Kim bilir? Belki de iki takımın da tekrar dirilişi aynı döneme denk gelecektir. Şu sıralar en kederli futbol taraftarı hem Beşiktaş hem de Liverpool ile gönül bağı olan sevgili Ali Ece ağabeydir. İlişmeyiniz efendim adama.
Şaka bir yana, bizler de kabuğuna çekilmiş vaziyetteyiz. Bekliyoruz efendim, bekliyoruz. Yahya Kemal'in dediği "Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden."
Ufuk Tolga Aldırmaz
2007'nin Ağustos sonu Eylül başı gibi çekilen Şampiyonlar Ligi kurasının biz Türkler açısından bir mikro bir de dünya çapında -haliyle- makro bir sonucu olacaktı. Dönemin en önemli baş seviye takımlarından Liverpool, kura şansı pek olmayan -Kenan Öner'i anmadan geçemeyeceğim- temsilcimiz Beşiktaş'ın grubuna düşecektir. Beşiktaş için Porto ve Marsilya'nın da çekildiği grup pek de iç açıcı olmayacaktır.
Takvimler 24 Ekim 2007'yi gösterir. 21.45'te başlayan mücadele şimdilerde bir tarih olan İnönü Stadı'nda tıklım tıkış bir kalabalık önünde oynanır. Hiç unutmam, terör olayları neticesinde verilen çok sayıda şehit neticesinde siyah forma ile sahaya çıkılır. Dönemin umut vaad eden ve bir anda baş tacı yapılan genç yıldızı Serdar Özkan ile gol perdesi açılır. Beşiktaş'ın halihazırda Avrupa kupalarındaki en golcü ismi olan Bobo da ikinci golü atar. Dönemin flaş(!) transferlerinden Federico Higuain'in dahi muhteşem gözüken oyunu taraftarı mest eder. Spikerler coşar, takım coşar. Son dakikalara doğru Liverpool kaptanı Steven Gerrard'ın atacağı gol "Ulan yine mi gidiyor?" denilen maçın son golü olarak kayıtlara geçecektir. Hep sevmişimdir, Claus Bo Larsen'in son düdüğü gelir. Efsanevi, yıllar sonra anlatılacak bir galibiyet elde edilmiştir. Oysa ki bu karşılaşma yukarıda da belirttiğim o taraftar kitlesinin hiçbir şeyi umursamayıp sadece sevindiği karşılaşmalardan biridir. Gerisi düşünülmez. Zordur, haktır sevinmek. Dile kolay Liverpool'a karşı alınmıştır galibiyet.
Sıra rövanşa gelir. Kendi basınlarında çıkan küçük düşürücü betimlemeler Liverpoollu futbolculara dokunur. Formdadırlar. Beşiktaşlılar ise zor bir süreçten geçerler. Fenerbahçe derbisinden mağlubiyetle çıkılır. Yönetim cıvıtmıştır. Meşhur "PAF takımla çıkarız!" tehditi gelir. Hiç sürüklenilmemesi gerekilen bir kaos ortamı oluşturulur. Dışarıdan değil, bizzat içeriden. Akıl küpü(!) yöneticiler yine yapacaklarını yaparlar.
İngiltere deplasmanına gidilir. Maç hafif tabir ile berbat geçer. Liverpool 8-0 kazanır. Bu kez İngiliz basını zafer sarhoşudur(Bir Türk takımına karşı alınan galibiyetten ne kadar tatmin olurlar, orası belirgin tabii.). İngilizler intikam almışlardır. Yine girişte belirttiğim o sevinç İngilizler tarafından yaşanırken, hüzün de yine bizler tarafından icraa edilecektir.
Tüm bunlara karşın "hayat devam ediyordur". İki takımın ortak kaderi de bu noktadan sonra çizilir. Liverpool o sezonu Şampiyonlar Ligi yarı finalisti ve İngiliz Premier Ligi'ni dördüncü olarak; Beşiktaş ise ligi ikinci Fenerbahçe ile eşit puanda üçüncü basamakta tamamlar. Ertesi sezon Beşiktaş son şampiyonluğunu ve Türkiye Kupası'nı alıp çifte kupalı sezonu yaşar. Liverpool ise ikinci olarak şampiyonluğa son zamanlar hiç yaklaşmadığı kadar yaklaşmıştır. İki takım da kendi zirvesine ulaşır. Artık çöküş dönemi başlamıştır. Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'nden derin darbeler alıp elenirken ligi dördüncü basamakta bitirir. Liverpool ise Şampiyonlar Ligi'nden grup seviyesinde elenirken ligi de yedinci sırada bitirir. Ertesi sezon beş ve altıncı sıralarda bitirilen lig ve Avrupa'dan iki takım adına da beklenenden erken birer eleniş gelecektir. Beşiktaş adına bir Türkiye Kupası mevcuttur. Geçtiğimiz sezon ise dört ve sekizinci sıralarda bitirilen lig, Beşiktaş adına Atletico Madrid hezimeti, Liverpool adına ise bir Lig Kupası şampiyonluğu söz konusudur.
Tarihi ile övünen iki kulübün gittikçe vasatlaşmaya başladığı günümüzde ise durum yine hiç iç açıcı değil. Beşiktaş'ta "Feda" sezonu yaşanırken Liverpool Brendon Rodgers ile Avrupa'da boy gösterememenin sıkıntısını yaşayacak. İki takımın da kendi çapıyla paralel mali sıkıntıları ve sıradanlaşan kadroları mevcut. Bunan karşın daha da tutkuyla bağlanan taraftarlar var. "Elde var bir", en azından.
Tarihe geçen birer galibiyet ve sonrasında çizilen ortak kader. Kim bilir? Belki de iki takımın da tekrar dirilişi aynı döneme denk gelecektir. Şu sıralar en kederli futbol taraftarı hem Beşiktaş hem de Liverpool ile gönül bağı olan sevgili Ali Ece ağabeydir. İlişmeyiniz efendim adama.
Şaka bir yana, bizler de kabuğuna çekilmiş vaziyetteyiz. Bekliyoruz efendim, bekliyoruz. Yahya Kemal'in dediği "Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden."
Ufuk Tolga Aldırmaz
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Fenerbahçeli Burak
Astığım astık kestiğim kestik tribün hikayeleri ve sözüm ona böyle tribüncüler olduğu sürece daha çok can yanar. Mühendist Oktay'ın katilleri bugün Fenerbahçeli Burak, yarın Galatasaraylı Ali öteki gün Trabzonlu Hasan'ı katledecektir. Yazık, günah.
"Futbol şiddettir, futbol holiganlıktır, futbol adam bıçaklamaktır!" Bu tezahürat tanıdık geliyor mu beyler. Burak kardeşimizin katline sebep olan milyonlar olarak herkes şapkayı önüne alıp düşünmesi gerekir.
Allah yardım etsin. Ailesine ve özellikle de annesine Anneler Günü'nde böyle lanet bir "hediyeyi" kendisine reva gören şerefsizlerin yakasından bela eksik olmasın.
"Futbol şiddettir, futbol holiganlıktır, futbol adam bıçaklamaktır!" Bu tezahürat tanıdık geliyor mu beyler. Burak kardeşimizin katline sebep olan milyonlar olarak herkes şapkayı önüne alıp düşünmesi gerekir.
Allah yardım etsin. Ailesine ve özellikle de annesine Anneler Günü'nde böyle lanet bir "hediyeyi" kendisine reva gören şerefsizlerin yakasından bela eksik olmasın.
9 Mayıs 2013 Perşembe
Fransa'da Yılın Enleri
Fransa'da yılın en iyilerini belirleyen, Ulusal Futbolcular Birliği tarafından organize edilen ödüllerin aday listesi açıklandı. Fransız futbolunun en prestijli ödülleri olarak gösterilen ödüller için hakikaten dar ama seçim yapılması zor bir liste belirlenmiş bu yıl da. Tıpkı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi...
Lafı uzatmadan adaylara bir bakalım ve ufak birer de tahmin belirleyelim istiyorum:
Yılın Futbolcusu Adayları: Pierre-Emerick Aubameyang(St.Etienne), Zlatan İbrahimovic(PSG), Thiago Silva(PSG), Blaise Matuidi(PSG)
Paris Saint-Germain'den zorlayıp bir oyuncu daha sokabilirlerdi. Buna da şükredelim. Listedeki tek Paris Saint-Germainli olmayan oyuncu Aubameyang taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazandı. İstatistik kağıdını da doldurması ile birlikte yıllardır "Ben geliyorum!" mesajını posta kutularına postalamış oldu. Buna karşın işi kolay değil. Thiago Silva ve Zlatan İbrahimovic'in takımına yaptıkları katkı yadsınamaz cinsten. Özellikle dünya üzerindeki "İbraseviciliği" ile İbra'nın bu ödülü kazanması işten bile değil lakin hem lig hem de Şampiyonlar Ligi'ndeki üstün performansı ile ödülü hak eden isim: Blaise Matuidi.
Yılın Genç Futbolcusu Adayları: Remy Cabella(Montpellier), Lucas Digne(Lille), Florian Thauvin(Bastia), Marco Veratti(PSG)
Takım arkadaşı Younes Belhanda'nın benzeri bir çıkış yakalayan Remy Cabella, gümbür gümbür oyanayarak bu noktaya gelmeyi hak eden Lucas Digne, dünya futboluna "Pirlo'nun upgradelenmiş hali" şeklinde sunulan Marco Veratti... Hepsi bir kenara benim göz bebeğim Bastia için birçok şey ifade eden Florian Thauvin.(Reklam yapalım, Thauvin'i incelemiştim. Merak ediyorsanız kim diye, tık.)
Yılın Kalecisi Adayları: Mickael Landreau(Bastia), Steve Mandanda(Marsilya), Stephane Ruffier(St.Etienne), Salvatore Sirigu(PSG)
Kurumun kriteri ne olacak kestirmek güç lakin öne çıkan iki isim Steve Mandanda ve Stephane Ruffier. Maç içinde takımlarına yaptıkları ekstra motivasyon katkısı ikisinin de bence yadsınamaz. Şahsi fikrimi değil ancak isteğimi söyleyebilirim bu dalda; Stephane Ruffier umarım bu ödülü alır.
Ligue 1'de Yılın Teknik Direktörü Adayları: Carlo Ancelotti(PSG), Elie Baup(Marsilya), Christophe Galtier(St.Etienne), Claude Puel(OGC Nice)
Adayların hepsi başta Claude Puel olmak üzere çok başarılı lakin biri ayrılıyor: Christophe Galtier... St.Etienne'in yıllardır bu tarz bir çıkışa ihtiyacı vardı. Lig kupasını da müzelerine götürdüler. Ligde de haftalar kala hedeften uzaklaşsalar da hala üçüncü bitirme şansları mevcut. Tüm bunları toplayınca kısıtlı kadro ve bu kadroya yapılan doğru transferleri de ekleyip kendi adayımızı belirliyoruz.
Ligue 2'de Yılın Teknik Direktörü Adayları: Michel Der Zakarian(Nantes), Jocelyn Gourvennec(Guingamp), Stephane Moulin(Angers), Claudio Ranieri(Monaco)
Claudio Ranieri'nin kaderi de tıpkı Ancelotti'ninki gibi. Büyük bir bütçe ve önemli transferler neticesinde başarısı biraz küçük kalıyor. Diğer isimler arasından bir seçim yapmak da açıkçası çok zor. Buna karşın benim oyum düşük bütçe ile daha büyük bir iş yapan Stephane Moulin'e gidecek. Plase Jocelyn Gouvernnec
Bekleme moduna geçtik. Sonuçların açıklanmasını dört gözle bekliyoruz. Özellikle Yılın Genç Futbolcusu ödülü kime gidecek merak etmekteyim.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Lafı uzatmadan adaylara bir bakalım ve ufak birer de tahmin belirleyelim istiyorum:
Yılın Futbolcusu Adayları: Pierre-Emerick Aubameyang(St.Etienne), Zlatan İbrahimovic(PSG), Thiago Silva(PSG), Blaise Matuidi(PSG)
Paris Saint-Germain'den zorlayıp bir oyuncu daha sokabilirlerdi. Buna da şükredelim. Listedeki tek Paris Saint-Germainli olmayan oyuncu Aubameyang taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazandı. İstatistik kağıdını da doldurması ile birlikte yıllardır "Ben geliyorum!" mesajını posta kutularına postalamış oldu. Buna karşın işi kolay değil. Thiago Silva ve Zlatan İbrahimovic'in takımına yaptıkları katkı yadsınamaz cinsten. Özellikle dünya üzerindeki "İbraseviciliği" ile İbra'nın bu ödülü kazanması işten bile değil lakin hem lig hem de Şampiyonlar Ligi'ndeki üstün performansı ile ödülü hak eden isim: Blaise Matuidi.
Yılın Genç Futbolcusu Adayları: Remy Cabella(Montpellier), Lucas Digne(Lille), Florian Thauvin(Bastia), Marco Veratti(PSG)
Takım arkadaşı Younes Belhanda'nın benzeri bir çıkış yakalayan Remy Cabella, gümbür gümbür oyanayarak bu noktaya gelmeyi hak eden Lucas Digne, dünya futboluna "Pirlo'nun upgradelenmiş hali" şeklinde sunulan Marco Veratti... Hepsi bir kenara benim göz bebeğim Bastia için birçok şey ifade eden Florian Thauvin.(Reklam yapalım, Thauvin'i incelemiştim. Merak ediyorsanız kim diye, tık.)
Yılın Kalecisi Adayları: Mickael Landreau(Bastia), Steve Mandanda(Marsilya), Stephane Ruffier(St.Etienne), Salvatore Sirigu(PSG)
Kurumun kriteri ne olacak kestirmek güç lakin öne çıkan iki isim Steve Mandanda ve Stephane Ruffier. Maç içinde takımlarına yaptıkları ekstra motivasyon katkısı ikisinin de bence yadsınamaz. Şahsi fikrimi değil ancak isteğimi söyleyebilirim bu dalda; Stephane Ruffier umarım bu ödülü alır.
Ligue 1'de Yılın Teknik Direktörü Adayları: Carlo Ancelotti(PSG), Elie Baup(Marsilya), Christophe Galtier(St.Etienne), Claude Puel(OGC Nice)
Adayların hepsi başta Claude Puel olmak üzere çok başarılı lakin biri ayrılıyor: Christophe Galtier... St.Etienne'in yıllardır bu tarz bir çıkışa ihtiyacı vardı. Lig kupasını da müzelerine götürdüler. Ligde de haftalar kala hedeften uzaklaşsalar da hala üçüncü bitirme şansları mevcut. Tüm bunları toplayınca kısıtlı kadro ve bu kadroya yapılan doğru transferleri de ekleyip kendi adayımızı belirliyoruz.
Ligue 2'de Yılın Teknik Direktörü Adayları: Michel Der Zakarian(Nantes), Jocelyn Gourvennec(Guingamp), Stephane Moulin(Angers), Claudio Ranieri(Monaco)
Claudio Ranieri'nin kaderi de tıpkı Ancelotti'ninki gibi. Büyük bir bütçe ve önemli transferler neticesinde başarısı biraz küçük kalıyor. Diğer isimler arasından bir seçim yapmak da açıkçası çok zor. Buna karşın benim oyum düşük bütçe ile daha büyük bir iş yapan Stephane Moulin'e gidecek. Plase Jocelyn Gouvernnec
Bekleme moduna geçtik. Sonuçların açıklanmasını dört gözle bekliyoruz. Özellikle Yılın Genç Futbolcusu ödülü kime gidecek merak etmekteyim.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Sir
Bir devir daha bitti. Çocukluk efsanelerim -gerçi Sir Alex Ferguson kuşakların efsanesidir ya, neyse- bir bir ayrılıyor şu büyülü ortamdan. "Yaşlanmanın" ilk emareleri sanırım.
Bu fotoğraf Sir'ün Manchester United'ın başında çıktığı ilk maçtanmış:
Bu fotoğraf Sir'ün Manchester United'ın başında çıktığı ilk maçtanmış:
Durumu aslında Cantona çok güzel özetlemiş:
"The Cantonas', Beckhams', Ronaldos', Scholes'... They can be replaced, there is one who cannot he replaced. Sir Alex Ferguson."
Bir efsaneden ötesi...
Ufuk Tolga Aldırmaz
6 Mayıs 2013 Pazartesi
Aga Bu Nedir?: #12 Blind ve Ramos Aynı Yazıda Buluştu
Her şampiyonluk kutlaması ayrı bir olay. Avrupa'da ligler sonlanmaya başladıkça her şampiyonluk kutlamasından bize de malzeme çıkıyor. Şimdi Hollanda'ya gidiyoruz.
Danny Blind... Ajax ve Hollanda Milli Takımı'nın emekli olmuş ve tanınmış simalarından biri. Bildiğiniz ya da bilmediğiniz gibi oğlu da Ajax altyapısından yetişip A takıma kadar yükselmeyi başarmış bir isim. Frank de Boer döneminde kazanılan üçüncü şampiyonluğun önemli isimlerinden biri haline geldi bu genç adam. Şampiyonluk kutlamasında da şu videodaki enstantaneye imza atıyor. Aklı çıkmış garibin:
Danny Blind... Ajax ve Hollanda Milli Takımı'nın emekli olmuş ve tanınmış simalarından biri. Bildiğiniz ya da bilmediğiniz gibi oğlu da Ajax altyapısından yetişip A takıma kadar yükselmeyi başarmış bir isim. Frank de Boer döneminde kazanılan üçüncü şampiyonluğun önemli isimlerinden biri haline geldi bu genç adam. Şampiyonluk kutlamasında da şu videodaki enstantaneye imza atıyor. Aklı çıkmış garibin:
Aklına Sergio Ramos gelmeyeni dövüyorlarmış. Hatırlayalım o epik sahneyi:
Ufuk Tolga Aldırmaz
Aga Bu Nedir?: #11 Donla Dolaşmaya Alışkın Takım
İtalya Serie A'yı geçtiğimiz sezon olduğu gibi bu sezon da Juventus kazandı. San Paolo'da oynanan Napoli karşılaşmasından sonra "Şampi..." diye kendi çapımda lanse ettiğim takım "Ben şampiyonum!" diye bağırıyordu. Nitekim öyle de oldu.
Geçen iki şampiyonluğun baş mimarı Antonio Conte de kutlamalardan nasibini alıp bize "Aga bu nedir?" diye sordurtuyor. Hayatımda ilk kez bir teknik adamı "donla" görüyorum, kusura bakmayın. Gerçi Mirko Vucinic de Pescara mücadelesinde attığı golden sonra şortunu çıkararak "donla" dolaşmıştı ama bu farklı. Düşünsenize bir, Fatih Terim şampiyonluğun ardından soyunma odasında "donu" ile dolaşıyor?
Geçen iki şampiyonluğun baş mimarı Antonio Conte de kutlamalardan nasibini alıp bize "Aga bu nedir?" diye sordurtuyor. Hayatımda ilk kez bir teknik adamı "donla" görüyorum, kusura bakmayın. Gerçi Mirko Vucinic de Pescara mücadelesinde attığı golden sonra şortunu çıkararak "donla" dolaşmıştı ama bu farklı. Düşünsenize bir, Fatih Terim şampiyonluğun ardından soyunma odasında "donu" ile dolaşıyor?
Ufuk Tolga Aldırmaz
5 Mayıs 2013 Pazar
Les Rouge et Blanc-Kısa Marlboro Forması
Dado Prso, selam olsun! |
Assocation Sportive de Monaco Football Club... Kısaca(hakikaten baya kısa olacak) Monaco. Toplam 35.000 nüfuslu Monaco Prensliği'nin Fransa'da yarışmacı takımı olan Monaco'yu futbolu az çok takip eden herkes bilir. Ligue 1'de kazanılan beş şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi'nde Porto ile oynanan final, her yıl UEFA Süper Kupası'nın organize edildiği Stade Louis II'ye sahip olmaları vs gibi özellikler aslında bir şekilde futbol tarihinde yer aldıklarını kanıtlayan cinsten göstergeler oluyor.
2010-2011 sezonunda Ligue 2'ye düşen Monaco'nun tekrar Ligue 1'e yükselmesi an meselesi. Daha önce ekonomik çıkmaza giren kulüp küme düşürülmüş lakin Prenslik'in desteği ile Ligue 1'e çıkıp Şampiyonlar Ligi Finali'ne kadar yükselmişlerdi. Denk gelişlerin yanı sıra Prenslik'in bir kez daha bu yardımı edecek kapasitesi bulunmuyordu. Nitekim kulüp II.Albert'in onayı alınarak Rus oligarklarından Dmitry Rybolovlev'e satılacaktı. Dünyanın en zengin iş adamlarının başında gelen Rybolovlev takıma dört sezon içinde en az 100 milyon Euro'luk yatırım yapmayı taahhüt edecekti. Geçen sezon devre arasında başlayan bu yatırımlar bu sezon da devam etti. Claudio Ranieri ile atılan adım Ligue 2 standardının üzerinde transferler ile pekiştirildi. Hatta bu kadronun hatırı sayılır birçok Ligue 1 takımın kadrosuna kafa tutabilecek seviyede olduğunu temin edebilirim.
Şu günlerde bir üst Ligue 1'e çıkmayı garantilemek üzere olan Monaco'nun eski günlerine dönmesi yakın gibi gözüküyor. Araplara satılan Paris Saint-Germain ile birlikte birkaç sezon içinde Ligue 1'i domine ederlerse şaşırmayacağım. Buna karşın PSG'ye olan antipatim Monaco'ya karşın bulunmamakta. Benim açımdan işin garibi, küçüklükten beri sempati beslediğim bir kulübün ilk defa bir milyardere satılmış olması. Gelecek ne getirir bilinmez ama kısa Marlboro Forması misali o kırmızı-beyaz formanın eski günlerine artık dönmesi gerekmekteydi, yakındır.
Ufuk Tolga Aldırmaz
3 Mayıs 2013 Cuma
Ahlar vahlar arasında elendik
Öncelikle; Bize Amsterdam hayali kurduran herkese helal olsun,emeklerine sağlık. Kolay değildi bir takımın onca krizden buralara gelmesi.
Maç özelinde çok kısaca değineyim. İlk maçta 1 ve 2.bölgelerden 4.bölgeye oyun kurmada çok başarılı olmuştuk. Rakip stoperlerin cepheden gelen hemen hemen her topta sorun yaşadığını iyi analiz eden hoca, Topal ile geçiş oyunlarında Raul ile de pas akışı ve merkez baskısında avantaj sağlamıştı..
Bu maçta o iki adam yoktu, üstüne üstlük o iki adamın rahatlattığı savunmanın çıkardığı topları indirip, etrafına servis eden, orta sahayı hücuma katmayı bilen Webo da yoktu.
Bu takımın 1-0 mağlup başladığına işaret olarak kalsın.
Aykut Kocaman'ın sakin kimyasına paralel bir futbol sergileyen,ve bunun meyvesini de yarı finale kalarak alan Fenerbahçe'de işler tamamıyla terse dönmüştü.
Rakip takım sahaya 4-2-4 ile yayılırken, sol bekleri ilk maçta orta saha oynamıştı. Bir orjinal ön libero bir de savaşçı orta saha ile önde hareketli 3 adam bir de duvar ile oynayan Benfica, eksik Fenerbahçe'yi sahasına hapsetti pas yapmasına bile izin vermedi.
Yenilen gollerin her birinden önce geliyorum diyordu. Maçın hemen başında 9.dakikada 'bu seviyede nasıl gol yemektir bu ya'' nın ilk bölümünü çekti Fenerbahçe.
Caner takip etmedi Selçuk geç kaldı: Golün adı budur.
Baştan beri zayıf olan savunmamız neden bu maçta çok fazla error verdi:? Kısaca, zayıf stoperlerle oynuyorsan ya merkezde tempo belirleyen orta sahaların olacak,geçiş oyununu iyi oynayacaksın,ya da çok etkili ön alan alışverişin olacak, bir pivotun olacak, ona oynanan toplarla merkezin oyuna katılacak. Bu dediklerimin 3'ünü: Topal,Raul ve Webo ile yapıyorduk.
Örneğin, Galatasaray alışılagelmiş pas oyununu oynayamayınca savunma hattındaki zaaflar hep göz önüne çıkar. Bizde de Topal ve Raul'un yokluğunda pas trafiğini sağlayamayan, ilerde yalnız kalan ve topu tutamayan Sow, hücumda sağlanamayan tüm ritimsizlikler sana ''savunma zaafı olarak döner'' sözümün ne denli doğru olduğu masturbasyonunu bana yaşatıyordu.
Gol sonrasında da hücumla bize savunma yaptıran Benfica, seyircisinin de yardımıyla oyunu tamamiyle domine etti. Hemen hemen her pozisyonda hakemi baskı altına almaya çalışan taraftarıyla, Fenerbahçelileri 10 yıl daha yaşlatan Benfica hücumları bir nevze de olsun yavaşladı. Merkezde iki pas bile olsun yapabilmenin getirisi olarak ileride çoğalan Fenerbahçe, sağ içten geliştirdiği pozisyonda, rakibin zayıf karnı olan cepheden gelen yüksek topta, ofsayt da olsa penaltıyı yakaladı. Daha topa gelirken,bu gol dedirten Kuyt, skoru dengeledi. O andan sonra 2 gol atması gereken ev sahibi ekip, 5-10 dakika ciddi bocaladı. Kırılma anı 1: Caner'in soldan altı pasa çıkardığı topta Sow dokunamadı. Kırılma anı 2: Kuyt bomboş kaleye golü atamadı.
Golden sonra 2 net pozisyon ve boş alanlar bulan Fenerbahçe'de ''bu seviyede bu gol nasıl yenir'' 2 filmi vizyona girmişti. Serbest vuruşu hızlı kullanan Benfica,Cardozo,gerisini biliyorsunuz. Devre arasına önde girme şansını bu denli ahmakça bir hatayla tepen Fenerbahçe, 2.yarı için de umut vermiyordu.
45.dakika: Kırılma anı 3
Sev sevme,iyi oynasın kötü oynasın, Fenerbahçe'nin geçiş savunmalarını yapacak 2 adamı var. Topal'ın yokluğunu bugün yaşadığın kalp krizlerinle ödedin zaten. Yokluğunda forma giyen Selçuk, her ne kadar kötü oynasa da doğru yerlerde olması ve alan parselizasyonu iyi yapması nedeniyle, ileride top tutamayan merkezde rakip hızlu hücumlarına fırsat tanıyacak derecede pas hatalarıyla oynayan Fenerbahçe'de, bir nevi emniyet kemeriydi.
Selçuk çıktı Topuz girdi
Topuz'un girmesi Selçuk'un çıkmasıyla, ''ha şimdi oldu'' bak gel gör diyen futbol ulemaları!, o dakikadan sonra bir daha derli toplu rakibe basamayan adım adım sahamıza yayılan Benfica'ya övgüler yağdırırken, takımı da yeren tweet'leri atmaya başlamıştı.
Kırılma anı 4: Gökhan'ın herkesi korkutan sakatlığının ardından, her zaman sadece bu yönünü beğenmediğim hocam, kriz anında bir B planı olmadığını bana hissettirdi. O dakikalarda rakibin oyunu alanıma yığmasını, dilediği gibi top koşturup, ceza sahamızı zorladığını,deli gibi baskı yediğimizi görmezmiş gibi; Bekir'i Gökhan'ın yerine aldı. Oysa ki; Çok basitti. Topuz beke kay, son maçta da bu maçta da toparlandığını gösteren ve rakip beklerin bu kadar zayıf olduğu bir oyunda anahtar olacak Stoch'u al,Gökhan'ı çıkar. Olmadı bu; Bekir girdi,baskı arttı,Sow yalnızlık şarkıları paylaştı,ve Bekir A.Ş gururla sunar dedi ve golü yedirdi,orada o anda ne yapıyordu anlamak güç cidden.
O andan sonra
Bireysel anlamda tecrübesizlik de çok etkiledi. Eğer ki takımın en sakin adamı 19 yaşındaki Salih ise, burada bir düşünmek lazım. İlla bir günah keçisi de lazımsa Sow ve Caner'in oynadığı şu futbolun izahı yok, Yobo'ya laf edenlerin de hayatların neden-sonuç ilişkisiyle bakma özellikleri yok,o sürüm güncellenmemiş demektir.
Hamle çok ama çok geç kaldı be hocam
Biliyorum, bu kadar hızlı kontracıları olan bir takıma karşı stoperleri öne alıp hücum etmek kolay değildi,ama bir şey deneseydik en azından,böyle çaresizce gollerle,elenmeseydik. 75'te oyuna giren Stoch'la sol kanatta etkili olan Fenerbahçe, merkeze gönderdiği her topta bu takıma gol atarız dedirtti. Savunmadan seken topa kafayı vuramayan, sağ kanatta şutunda gole yaklaşan Sow ve Kuyt'ın pozisyonları haricinde, Egemen'i santrfora çekip, Salih'i ön libero, Baroni'yi de stopere çeken Fenerbahçe, çaresizliğin filmini çoktan yazmıştı. Olmadı,elendik,sağlık olsun,sen kara deryalarda bir Fenersin,bize yaşattığın mutluluk yeter,önemli olan seneye de başarıyı sürdürmek.
Of ulan of,diyerek bitirelim.
Maç özelinde çok kısaca değineyim. İlk maçta 1 ve 2.bölgelerden 4.bölgeye oyun kurmada çok başarılı olmuştuk. Rakip stoperlerin cepheden gelen hemen hemen her topta sorun yaşadığını iyi analiz eden hoca, Topal ile geçiş oyunlarında Raul ile de pas akışı ve merkez baskısında avantaj sağlamıştı..
Bu maçta o iki adam yoktu, üstüne üstlük o iki adamın rahatlattığı savunmanın çıkardığı topları indirip, etrafına servis eden, orta sahayı hücuma katmayı bilen Webo da yoktu.
Bu takımın 1-0 mağlup başladığına işaret olarak kalsın.
Aykut Kocaman'ın sakin kimyasına paralel bir futbol sergileyen,ve bunun meyvesini de yarı finale kalarak alan Fenerbahçe'de işler tamamıyla terse dönmüştü.
Rakip takım sahaya 4-2-4 ile yayılırken, sol bekleri ilk maçta orta saha oynamıştı. Bir orjinal ön libero bir de savaşçı orta saha ile önde hareketli 3 adam bir de duvar ile oynayan Benfica, eksik Fenerbahçe'yi sahasına hapsetti pas yapmasına bile izin vermedi.
Yenilen gollerin her birinden önce geliyorum diyordu. Maçın hemen başında 9.dakikada 'bu seviyede nasıl gol yemektir bu ya'' nın ilk bölümünü çekti Fenerbahçe.
Caner takip etmedi Selçuk geç kaldı: Golün adı budur.
Baştan beri zayıf olan savunmamız neden bu maçta çok fazla error verdi:? Kısaca, zayıf stoperlerle oynuyorsan ya merkezde tempo belirleyen orta sahaların olacak,geçiş oyununu iyi oynayacaksın,ya da çok etkili ön alan alışverişin olacak, bir pivotun olacak, ona oynanan toplarla merkezin oyuna katılacak. Bu dediklerimin 3'ünü: Topal,Raul ve Webo ile yapıyorduk.
Örneğin, Galatasaray alışılagelmiş pas oyununu oynayamayınca savunma hattındaki zaaflar hep göz önüne çıkar. Bizde de Topal ve Raul'un yokluğunda pas trafiğini sağlayamayan, ilerde yalnız kalan ve topu tutamayan Sow, hücumda sağlanamayan tüm ritimsizlikler sana ''savunma zaafı olarak döner'' sözümün ne denli doğru olduğu masturbasyonunu bana yaşatıyordu.
Gol sonrasında da hücumla bize savunma yaptıran Benfica, seyircisinin de yardımıyla oyunu tamamiyle domine etti. Hemen hemen her pozisyonda hakemi baskı altına almaya çalışan taraftarıyla, Fenerbahçelileri 10 yıl daha yaşlatan Benfica hücumları bir nevze de olsun yavaşladı. Merkezde iki pas bile olsun yapabilmenin getirisi olarak ileride çoğalan Fenerbahçe, sağ içten geliştirdiği pozisyonda, rakibin zayıf karnı olan cepheden gelen yüksek topta, ofsayt da olsa penaltıyı yakaladı. Daha topa gelirken,bu gol dedirten Kuyt, skoru dengeledi. O andan sonra 2 gol atması gereken ev sahibi ekip, 5-10 dakika ciddi bocaladı. Kırılma anı 1: Caner'in soldan altı pasa çıkardığı topta Sow dokunamadı. Kırılma anı 2: Kuyt bomboş kaleye golü atamadı.
Golden sonra 2 net pozisyon ve boş alanlar bulan Fenerbahçe'de ''bu seviyede bu gol nasıl yenir'' 2 filmi vizyona girmişti. Serbest vuruşu hızlı kullanan Benfica,Cardozo,gerisini biliyorsunuz. Devre arasına önde girme şansını bu denli ahmakça bir hatayla tepen Fenerbahçe, 2.yarı için de umut vermiyordu.
45.dakika: Kırılma anı 3
Sev sevme,iyi oynasın kötü oynasın, Fenerbahçe'nin geçiş savunmalarını yapacak 2 adamı var. Topal'ın yokluğunu bugün yaşadığın kalp krizlerinle ödedin zaten. Yokluğunda forma giyen Selçuk, her ne kadar kötü oynasa da doğru yerlerde olması ve alan parselizasyonu iyi yapması nedeniyle, ileride top tutamayan merkezde rakip hızlu hücumlarına fırsat tanıyacak derecede pas hatalarıyla oynayan Fenerbahçe'de, bir nevi emniyet kemeriydi.
Selçuk çıktı Topuz girdi
Topuz'un girmesi Selçuk'un çıkmasıyla, ''ha şimdi oldu'' bak gel gör diyen futbol ulemaları!, o dakikadan sonra bir daha derli toplu rakibe basamayan adım adım sahamıza yayılan Benfica'ya övgüler yağdırırken, takımı da yeren tweet'leri atmaya başlamıştı.
Kırılma anı 4: Gökhan'ın herkesi korkutan sakatlığının ardından, her zaman sadece bu yönünü beğenmediğim hocam, kriz anında bir B planı olmadığını bana hissettirdi. O dakikalarda rakibin oyunu alanıma yığmasını, dilediği gibi top koşturup, ceza sahamızı zorladığını,deli gibi baskı yediğimizi görmezmiş gibi; Bekir'i Gökhan'ın yerine aldı. Oysa ki; Çok basitti. Topuz beke kay, son maçta da bu maçta da toparlandığını gösteren ve rakip beklerin bu kadar zayıf olduğu bir oyunda anahtar olacak Stoch'u al,Gökhan'ı çıkar. Olmadı bu; Bekir girdi,baskı arttı,Sow yalnızlık şarkıları paylaştı,ve Bekir A.Ş gururla sunar dedi ve golü yedirdi,orada o anda ne yapıyordu anlamak güç cidden.
O andan sonra
Bireysel anlamda tecrübesizlik de çok etkiledi. Eğer ki takımın en sakin adamı 19 yaşındaki Salih ise, burada bir düşünmek lazım. İlla bir günah keçisi de lazımsa Sow ve Caner'in oynadığı şu futbolun izahı yok, Yobo'ya laf edenlerin de hayatların neden-sonuç ilişkisiyle bakma özellikleri yok,o sürüm güncellenmemiş demektir.
Hamle çok ama çok geç kaldı be hocam
Biliyorum, bu kadar hızlı kontracıları olan bir takıma karşı stoperleri öne alıp hücum etmek kolay değildi,ama bir şey deneseydik en azından,böyle çaresizce gollerle,elenmeseydik. 75'te oyuna giren Stoch'la sol kanatta etkili olan Fenerbahçe, merkeze gönderdiği her topta bu takıma gol atarız dedirtti. Savunmadan seken topa kafayı vuramayan, sağ kanatta şutunda gole yaklaşan Sow ve Kuyt'ın pozisyonları haricinde, Egemen'i santrfora çekip, Salih'i ön libero, Baroni'yi de stopere çeken Fenerbahçe, çaresizliğin filmini çoktan yazmıştı. Olmadı,elendik,sağlık olsun,sen kara deryalarda bir Fenersin,bize yaşattığın mutluluk yeter,önemli olan seneye de başarıyı sürdürmek.
Of ulan of,diyerek bitirelim.
Arz Ederim
Benfica tur için müthiş oynadı. Fenerbahçe milyon şeyi yapamadı. Hepsi konuşulur. O, bu, şu önemli değil. Gökhan Gönül yere düştüğünde yüreği parçalanan herkes "bizden". Gerisi kör taraftarlığına devam etsin.
Gecenin fotoğrafıdır, arz ederim:
Gecenin fotoğrafıdır, arz ederim:
Ufuk Tolga Aldırmaz
1 Mayıs 2013 Çarşamba
Mucizeye Bir Adım
Seri yine muhteşem başladı, vasat gitti ve taraflarına yakışır bir biçimde yine muhteşem bitti.
4-1'lik skor dezavantajının ardından Real Madrid'in insanüstü bir şekilde oynayacağını düşünüp daha önceki yazımda dikte etmiştim. Benim gibi birçok futbolseveri de yanıltmadılar. Agresif, topa olağanüstü basan, mobilitenin zirvesini yapıp altı tam anlamıyla dolan biçimde rakibini "ısıran" bir Real Madrid vardı. İlk on dakika Real Madrid'in bu oyununa kısmen de olsa ayak uyduran Borussia Dortmund'un da sayesinde temposu über noktalara çıkan bir karşılaşma başlangıcı oldu. Art arda gelen pozisyonlar da bize seyir zevki vaad ediyordu. Nitekim öyle de oldu.
Real Madrid; Gonzalo Higuain, Cristiano Ronaldo ve Mesut Özil ile pozisyonları bir bir harcıyordu. Bu sezon iki takım arasında oynanan üç karşılaşmada pozisyon kısırlığı çeken takım bir anda kekemelerin bülbül gibi şakıması misali pozisyonları buluyordu. Dortmund'un klasik kompakt bekleyişini hızlı yer değiştirmeler, seri hareketler, seken topları alma ve bu topları dikine oynama ile aşıyorlardı. Dortmund adına Mario Götze'nin de sakatlanıp çıkması "Acaba Real Madrid bu işi becerebilecek mi?" diye sordurtacaktı. İlerleyen dakikalarda hızlı yer değiştirmelere aldanmayıp saha parselizasyonunu iyileştiren Dortmund, önceki karşılaşmalardaki gibi beklerden başlayıp kanatlara baskıyı uygulayacaktı. Bu, oyunun merkeze yığılması anlamına gelecekti. Higuain'in alan savunması ve zaman zaman da olsa kısmen adam markajından kurtulup topla aktif olması bunu Madrid ekibi lehine çevirebilirdi lakin şanssız biçimde bu fırsatları harcamaları (bkz. Mesut Özil'in pozisyonu) Dortmund'un ayağının daha çok yere basmasına ön ayak oluyordu.Kırılan ilk iştah ve bulunan kontra atak pozisyonları Dortmund'u hayata döndürüyordu. Nitekim ilk devrede gelmeyen gol Madrid'in işini daha da zorlaştırıyordu.
İkinci yarıda Real Madrid'in bu kez beklentiden uzak biçimde baskılı bir oyun oynaması neticesinde Dortmund dizginleri eline aldı. Defalarca girilen pozisyonlardan gol çıkarılamaması bir türlü "Tur geldi!" denememesinin en büyük nedeni oluyordu. Büyük ihtimalle Jürgen Klopp ve öğrencilerinin bilinçaltında Madrid'in gol atacağı fikri yatıyordu. Mourinho'nun gelen hamleleri ile takım üçlü savunmaya döndü. Sergio Ramos'un inanılmaz performansı günü bu açıdan kurtarmaya yetecekti. Karim Benzema'nın pas oyunundaki becerisi de bir şeyleri getirecek gibi gözüküyordu ki pozisyonunu da yakaladı. Golden sonra ateşlenen taraftar ile birlikte Madrid de ritmini buldu ve kahvaltıda yürek yiyip maça çıkan Ramos'un da golü gelince baskı iyice arttı. Bu noktada Klopp'un da tepkime sürecini bir tık aştığını gördük. Kehl'in şanssızca sakatlanması aslında maçı soğutan unsur oldu. Hatta "Zaten Kehl'in sakatlanacağını biliyordu, oyun soğusun diye içeri attı!" diyerek alay edenini bile gördüm.
Real Madrid mucizeye bir adım kala, adına yaraşır biçimde elendi. Vasat başlayıp götürdükleri ikinci yarıda Fatih Terim misali "Daha son sözümüzü söylemedik." deyip maçı koparmayı başardılar. "This is Champions League!" naraları atıladursun, Borussia Dortmund finalde. Hans-Joachim Watzke bile bundan bir beş sene önce şu günlerin geleceğini söyleseler herhalde neticesi ile gülerdi. Güzel oldu. Final de çok ilginç olacak.
Ufuk Tolga Aldırmaz
4-1'lik skor dezavantajının ardından Real Madrid'in insanüstü bir şekilde oynayacağını düşünüp daha önceki yazımda dikte etmiştim. Benim gibi birçok futbolseveri de yanıltmadılar. Agresif, topa olağanüstü basan, mobilitenin zirvesini yapıp altı tam anlamıyla dolan biçimde rakibini "ısıran" bir Real Madrid vardı. İlk on dakika Real Madrid'in bu oyununa kısmen de olsa ayak uyduran Borussia Dortmund'un da sayesinde temposu über noktalara çıkan bir karşılaşma başlangıcı oldu. Art arda gelen pozisyonlar da bize seyir zevki vaad ediyordu. Nitekim öyle de oldu.
Real Madrid; Gonzalo Higuain, Cristiano Ronaldo ve Mesut Özil ile pozisyonları bir bir harcıyordu. Bu sezon iki takım arasında oynanan üç karşılaşmada pozisyon kısırlığı çeken takım bir anda kekemelerin bülbül gibi şakıması misali pozisyonları buluyordu. Dortmund'un klasik kompakt bekleyişini hızlı yer değiştirmeler, seri hareketler, seken topları alma ve bu topları dikine oynama ile aşıyorlardı. Dortmund adına Mario Götze'nin de sakatlanıp çıkması "Acaba Real Madrid bu işi becerebilecek mi?" diye sordurtacaktı. İlerleyen dakikalarda hızlı yer değiştirmelere aldanmayıp saha parselizasyonunu iyileştiren Dortmund, önceki karşılaşmalardaki gibi beklerden başlayıp kanatlara baskıyı uygulayacaktı. Bu, oyunun merkeze yığılması anlamına gelecekti. Higuain'in alan savunması ve zaman zaman da olsa kısmen adam markajından kurtulup topla aktif olması bunu Madrid ekibi lehine çevirebilirdi lakin şanssız biçimde bu fırsatları harcamaları (bkz. Mesut Özil'in pozisyonu) Dortmund'un ayağının daha çok yere basmasına ön ayak oluyordu.Kırılan ilk iştah ve bulunan kontra atak pozisyonları Dortmund'u hayata döndürüyordu. Nitekim ilk devrede gelmeyen gol Madrid'in işini daha da zorlaştırıyordu.
İkinci yarıda Real Madrid'in bu kez beklentiden uzak biçimde baskılı bir oyun oynaması neticesinde Dortmund dizginleri eline aldı. Defalarca girilen pozisyonlardan gol çıkarılamaması bir türlü "Tur geldi!" denememesinin en büyük nedeni oluyordu. Büyük ihtimalle Jürgen Klopp ve öğrencilerinin bilinçaltında Madrid'in gol atacağı fikri yatıyordu. Mourinho'nun gelen hamleleri ile takım üçlü savunmaya döndü. Sergio Ramos'un inanılmaz performansı günü bu açıdan kurtarmaya yetecekti. Karim Benzema'nın pas oyunundaki becerisi de bir şeyleri getirecek gibi gözüküyordu ki pozisyonunu da yakaladı. Golden sonra ateşlenen taraftar ile birlikte Madrid de ritmini buldu ve kahvaltıda yürek yiyip maça çıkan Ramos'un da golü gelince baskı iyice arttı. Bu noktada Klopp'un da tepkime sürecini bir tık aştığını gördük. Kehl'in şanssızca sakatlanması aslında maçı soğutan unsur oldu. Hatta "Zaten Kehl'in sakatlanacağını biliyordu, oyun soğusun diye içeri attı!" diyerek alay edenini bile gördüm.
Real Madrid mucizeye bir adım kala, adına yaraşır biçimde elendi. Vasat başlayıp götürdükleri ikinci yarıda Fatih Terim misali "Daha son sözümüzü söylemedik." deyip maçı koparmayı başardılar. "This is Champions League!" naraları atıladursun, Borussia Dortmund finalde. Hans-Joachim Watzke bile bundan bir beş sene önce şu günlerin geleceğini söyleseler herhalde neticesi ile gülerdi. Güzel oldu. Final de çok ilginç olacak.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)