Başta sadece futbol üzerine lakırdı yaparım diye açmıştım bu mecrayı. Daha sonra çok beğendiğim ve hayata karşı duruşunu da -takımı hariç- hiç haddim olmayan bir biçimde takdir ederek uzaktan izlediğim Orhan Uluca'nın(Borges) da yaptığı gibi biraz "free" de takılsam mı diye düşünüyordum. Sonra vazgeçtim. Vazgeçmemin sebebi çok net üşengeçlik zira ne burası ne de günlük hayatta yaptığım planları ertelemekle geçiyor şu kısacık ömrüm. İleride bir farkı olacak mı peki? Hayır. Devam.
Okul döneminin hemen hemen başlarında Kadir Has Üniversitesi'nin Spor İletişim Sertifika Programı'nın sınavına girmiştim. Ne olur egoistlik ya da kendini beğenmişlik olarak algılanmasın ama hayatta ilk defa elimi attığım bir şeyi başaramadım. Daha önce en azından tam anlamıyla başarılı olamasam da kıyısından köşesinden kendimi tatmin edecek kadar "başarı" sağladığım şeylerin yanında bu başarısızlık, hele ki hayatımın geri kalanında profesyonel anlamda yapmak istediğim iş de olunca şevkimi inanılmaz kırmıştı. Beşiktaş'ın genel anlamda bir takipçisi olarak kalmaya başladım. Özel hayattaki bir takım değişikliklerin de geldiği o dönem olunca iyiden iyiye bir relakslık ve boşvermişlik çöktü başıma. Devam.
Daha sonra Twitter üzerinden -itiraf başlığı altında da yayınlayabiliriz bunu- prorroga Emre Çelik'in takip listesine bakıp birkaç işe yarar bilgi paylaşımında bulunabilecek insan bulurum ümidiyle dolanıyordum. Onun takip ettiği kişilerin en üstünde bu blogun diğer yazarı Ömer Ejder'in profilini gördüm. Sanırım Yeni Şafak Spor Editörü ya da (yanlışsam affet usta) o minvalde bir şeyler yazıyordu. Follow. Sağ olsun geri de döndü kısa süre sonra. Sohbet, muhabbet derken paslandığını belirtip bir yerlerde yazmak istediğini söylemişti. Gece gece hallettik. Tabii bunların hepsi faso fiso şeyler ama benim gaza gelmemi sağlayan olay oldu. Onun "yardırma" evresinde kendi kendime "Ulan adam yazdıkça yazıyor. Sen anca kıçının üstünde otur." deyip şahsıma gazı vermiş bulundum. Sonrası malum. Beşiktaşlı Bloglar Ağı'nda, Twitter'da, Facebook'ta, orada, burada sürekli ana sayfanıza tecavüz ediyorum/ediyoruz. Gün geçtikçe hiçbir beklenti olmadan çok keyifli bir biçimde bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Olduğu kadar. Şimdi "Ulan iyi zırvaladı." diyeceksiniz. O yüzden başa sarıyoruz.
Orhan Abi'nin blogunda arada sırada kitap cümleleri ya da o tarz paylaşımlarda bulunması; geçenlerde Ömer'in yedinci sanata dair muhteşem yazısının ardından ben de bir şeyler yapayım dedim. Kitap okumayı hobi olarak görenlerden değilim. Zira kitap okumak ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır. Buna müteakip ben de arada sırada okuduğum kitaplardan acayip acayip şeylerle karşınıza geleyim diyorum. Evimde ne bir kütüphane var ne de şu ana kadar okuduğum kitapları saydım. Ne kendime güvenirim ne de kendimi yerin dibine sokarım. Ortalama bir okuyucuyum. Sonradan billur konusu olmayayım, şimdiden belirteyim.
***
"...
Ben çocukluğumdan beri bir türlü düzelmedim doktor. Damdan düştükten sonra bir daha, dört yaşımdan beri tam olarak kendime gelemedim. Bugüne kadar bütün hayatım boyunca geçim sıkıntısı çektim sayılır. Borçtan çok korktuğum halde gün geldi asistanlarımdan bile borç aldım, bugün de borçluyum. İki kere dünya savaşı yaşadım, kara vagonlar içinde düşmandan kaçtım. Vagonun içinde sarılan halıya oturup bacaklarımı vagonun kapısından sarkıtarak bütün Anadolu'yu böyle gezdim gardaş. Sık sık hastalandım, leyli mekteplerin soğuk yatakhanelerinde gençliğimi yaşadım. Bu çocuk adam olmaz sözleri ile büyüdüm, gene tebdil hava için İstanbul'a gönderdiler beni. Umumiyetle kara ekmek devirlerini yaşadım, kaloriferli evi kırk yaşımdan sonra gördüm. Oysa bazı bitkiler için başka toprak gerekir. Ben de zannederdim böyle başka toprakta yetişseydim kuyumcu çıraklığı, eczacı çıraklığı yapmazdım, soba kurumları arasında evliliğimin ilk yıllarını geçirmezdim, üniversiteye yıllarca aynı palto ve elbiseyle gidip gelmezdim, her gün yemeğimi evden getirip gaz ocağında ısıtmak zorunda kalmazdım, yurt dışına yaptığım ilk seyahatte karımla birlikte güverte yolcusu gibi seyahat etmezdim. Ben gene kendimi kurtardım doktor; binlerce Mustafa İnan damdan düştükten sonra öldü, binlerce Mustafa İnan hala kuyumcu yanında, eczacı yanında çalışıyor. Bir profesör arkadaşımız treni ilk defa orta okul leyli meccani imtihanına giderken görmüş. Böyle bir imtihanın varlığını duymamış olsa babası gibi kundura tamircisi olacakmış.Her yerde herkese söyledim: Düşünmek çok enerji isteyen bir iştir. Düşünmek çok zor bir spordur. Futbolcuların kondisyonu için bu kadar para harcarken, bizleri neden kötü kondisyona mahkum ediyorsunuz? Bizim de kulüpler kurup başımızın çaresine bakmamız mı gerekiyor? Evet bu kadar amatör çalışmamız yeter; biz de artık profesyonelliğimizi ilan etmeliyiz, biz de orta yerde boy göstermeliyiz. Ben aylardır hastayım, üniversitedekilerin bile haberi yok. Oysa bir futbolcunun bileği incinse gazetelere manşet oluyor. Anlaşılan bizim fizik kondisyona ihtiyacımız yok. Bizler bir çöl ya da kutup bitkisi gibi en zor şartlar altında bile yetişebiliyoruz anlaşılan. Her yerde boy verip yükseliyoruz. Oysa bizim de yalnızca fizik kondisyona değil, daha nelere ihtiyacımız var: Bizim de sahaya, antrenöre, yabancı temasa ihtiyacımız var. Belki de gazetelerde bize tam bir sayfa ayrılmalı, bizim için de durmadan neşriyat yapılmalı; beynelmilel temaslardaki başarısızlığımızın sebepleri araştırılmalı. Ayrıca belki bizler, yani sizlerin tanımadığı bilim adamı takımı arada Macarları 3-1, Rusları 2-0 yeniyoruz da kimsenin haberi bile olmuyordur. Taçtan gelen topun ofsayt olmadığını bilen kalabalık biraz bunları da bilmeli. Türk güreşi durmadan gerilerken, Türk bilimi durmadan ilerliyor bunu duyurmalıyız millete..."
İstem dışı da olsa bugüne denk geldi. Macarlarla Kadıköy'de 1-1 berabere kaldığımız maçtan sonra. Bir turnuvaya veda ettiğimiz maçtan sonra. Belki de bilim adamlarına da fizik kondisyon yüklemeliyiz he İsmail Abi?
NOT: Oğuz Atay, Bir Bilim Adamı'nın Romanı - İletişim Yayınları
Ufuk Tolga Aldırmaz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder