28 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Dönemin Sonu


Pep Guardiola’yı farklı bir noktaya koymalıyız. Tarihte bu kadar dominant olan bir takım ve dolayısıyla bir teknik direktör yok. Kıyaslanabilecek bir akranı daha yok. O yüzden zaten sayısal açıdan iyi olmadığımı göz önünde bulundurursam ne kazandığı kupa sayısı ne de takımı başında bulunduğu süreden dem vuracağım.

Nazik, rakiplerine son derece saygılı, basın mensuplarına son derece toleranslı, insan ilişkilerinde son derece başarılı bir kimlik kendisi. Zira bunun meyvelerini de çok iyi topladı. Öyle ki saha içinde başarıyı arttırmak için saha dışında futbolcusuyla baş başa yemeklere dahi çıktığı çokça görülmüştür. La Masia geleneğinden gelen o aile ortamını sadece satır aralarında geçen bir kelime gibi görmeyip uygulamak için çok uğraştı. Gabriel Milito için yaptıklarını göz önünde bulundurursak her şey çok muntazam bir şekilde kafamızda oturacaktır. Hele ki geldikten sonra yarattığı bir “yürüyen efsane” var ki oyuncuları üzerinde yaptığı plan, program düzeninin ne halde olduğunu gösteriyor. Kendisi hakkında olumsuz konuşan tek isimin ise Zlatan İbrahimovic olması da çok ironik.

Görev süresi boyunca başına gelmeyen kalmadı dersek yeridir. Futbolcusu ve yardımcısı kanser oldu. Saçlarına aklar düştü. Şu anda bel fıtığı var. Kendisinin de dediği gibi artık bir dinlenme sürecine girmesi gerekiyor. Ne kadar sürecek bilinmez. Dedikodular başladı bile. Barcelona’nın da Pep’in de ileride yolları kesişecektir. Koltuğunu geçici de olsa La Masia’dan arkadaşı olan Tito’ya bırakması ise yine ailevi bir getiri. Uzun süre kalabilir mi? Puyol onayı verdi. Futbol kariyeri olarak geçemediği Guardiola’yı teknik direktör olarak “geçebilecek” mi Tito? Çok zor soru. Göreceğiz.

Acısıyla, tatlısıyla bir dönemin sonu geldi. Futbol tarihine damgasına vuran Pep’i saygıyla alkışlamaktan başka bir söz de bize düşmez sanırım. Bakalım bu ilginç “oyunda” daha neler göreceğiz.

Ufuk Tolga Aldırmaz

Deutscher Meister!


Bir kült kulüp düşünün. Simgeleşmiş bir forma, harika bir taraftar grubu, şampiyonluklar, aşk, sevgi, bağlılık böyle uzar gider bu özellikler. Peki ya vasat bir kült kulüp düşünebilir misiniz? Zor ama bu yazıdaki oksimoron da bu işte.

Deutscher Meister… Yani Borussia Dortmund. Fosforlu sarı formasıyla küçüklükten beri gönlümde taht kuran takımlardan sanırım birisi -Benimki de biraz futbol meşrepliği sanırım. Denizci misali her limanda bir sevgili olur ya, benim de her ülkede bir bağım bulunuyor işte.- . Her şey bir yana sırf güney kale arkası tribünlerini izlemek bile fazlasıyla tatmin edici olmakta. Kulüplerine bağlılıkları gerçekten muazzam. Şu günlerde yaşadıkları tatmin duygusunu uzun süredir yaşayamıyorlardı. İki yıl üst üste BundesLiga şampiyonluğu özledikleri şeylerdendi. Oysa ki bu yıl onlar için pek de beklentinin yüksek olduğu bir yıl değildi. Özellikle Nuri Şahin’in Real Madrid’e gidişi biraz da önceki yılın zafer sarhoşluğu her zamanki gibi taraftara “Şampiyon olmasanız da biz buradayız.” dedirtiyordu. Kolay değil tabii onca sıkıntının ardından bu noktalara gelmek. Taraftardaki eldekiyle yetinme durumu aslında çok da mağrur bir duruş olarak göze batıyor. Daha önce sonuncusu 2002 yılında alınan şampiyonluk da dahil altı şampiyonluğu bulunan kulüp o yıl UEFA Kupası’nda finalde Feyenoord’a kaybedince işler biraz sarpa sarmaya başlıyordu –Fenerbahçe’nin efsane yabancılarından Hooijdonk’un da bir golü vardı.- . Asıl hikayemiz de buradan itibaren başlıyor işte.

Hikaye dediğime bakmayın. Biraz da “Anka Kuşu Efsanesi” tadında masalımsı bir futbol realitesi. 2002 ile biten sezon Dortmund yeni bir sayfa açtı. Frankfurt Borsası’na giren kulüp bu bağlamda o dönemin ilk ve tek kulübü oldu. Kısacası sportif başarısını biraz da mali alana taşımışlardı. Hisse senedi satımı da gerçekleştiriliyordu. Bunun neticesinde biraz da maymun iştahı ve değer arttırma amacıyla büyük yatırımlar yapıldı. Önemli isimler transfer edildi. Sonun başlangıcı da biraz bu nokta oldu. Ertesi yıl değil Şampiyonlar Ligi’ne katılma vizesi, kümede kalmayı zar zor başardılar. CEO Hans Joachim Watzke’den kötü açıklamalar geliyordu. Durumun iyi olmadığı ve mali sıkıntılar yaşanacağını bildiren açıklamalar kısacası. Beterin beteri var derler ya şu anki Beşiktaş’tan bile beter duruma geleceklerdi.  Krizden kurtulmak için bizdeki temlik olayını abartıp, Westfalenstadion’u bir emlak şirketine devretmişler. İflasın eşiğinden son anda bu hamle ile kurtulurlar. Övdüğüm taraftarı da bu durumda boş durmaz tabii. Bir kampanya düzenlerler ve özel şirketler ile kamu kuruluşlarını da bir araya getirip, güzel bir sinerji oluştururlar. İçlerindeki ruh da onlara ekstra motivasyon verir pek tabii. Yine de durumlar iç açıcı değildir. Öyle ki en büyük rakiplerinden olan Bayern München onlara yardım teklif eder. Teklifi kabul etmek zorunda kalırlar zira ikinci bir teklif bir seks shop zincirinden gelmiştir. Bayern’den gelen bu yardım eli onları tekrardan iflasın eşiğinden döndürür ve bir kırılma noktası haline gelir.

Bir süre daha düşe kalka devam edip ufak da olsa bir istikrar yakalarlar. 2006 yılında ise bu istikrarın karşılığını bir bankadan aldıkları yüksek düzeydeki kredi ile taçlandırırlar. İlk yaptıkları şey mabedlerinin çoğunluk hissesini almak olur –Daha sonra tamamını alırlar.- . Geri kalan parayı da sicillerini temizlemede kullanırlar. Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen futbolda işler pek iyi gitmez. Oyuncu satımına devam ederler. Giden oyuncuların getirileri de ancak Borussia Dortmund Academi’sinin yeniden düzenlenmesinde kullanılabilir. Taraftar tarafından ikinci bir kampanya daha düzenlenir ve futbol dışı gelirler çok yüksek boyutlara ulaşır. Öyle ki Avrupa’nın bazı büyük kulüplerini bile geride bırakırlar. Bütçeye direkt olarak etki eden bu durum işlerin biraz daha düzelmesini sağlar. Artan bütçe borçlara giderken Akademi çıkışlı futbolcular takıma monte edilmeye başlanır. Takımın başına da hem teknik direktörlüğü ile hem de insanlığı ile üst düzeyde olan Jürgen Klopp getirilir. En somut örneği bizler için Nuri’dir sanırım. Hummels,Götze,Grosskreutz gibi hem taraftar hem de milli takım düzeyinde oynayan adamların gelişi onlar için ilaç niteliğindeydi. Dışarıdan bir milyon Euro üzerinde oyuncu transfer edilmedi ki transfer edilen isimlerin hepsi bu takımda kendi markalarını yarattılar. Nereden geldiğini şu an bile hatırlayamadığım Kagawa’nın ManU’nun radarında olduğunu düşününce ne kadar muazzam bir iş yaptıklarını somut bir düzleme indirebiliriz. Bu muazzam iş de ezeli rakipleri Bayern’in önünde iki yıl üst üste şampiyonluğu almayı getirdi. Bayern'in de son üç yılda ikinci kez Şampiyonlar Ligi oynayacak kalibrede bir ekip olduğunu belirtmekte fayda var.  Mükemmel bir teknik direktör, mükemmel oyuncular, mükemmel taraftar… Kesinlikle bu onların ödülüydü.

Sportif başarının yanı sıra 25.000 kişilik güney kale arkasının bilet fiyatlarıyla bir kez bile oynanamaması bu kulübün taraftarına ne kadar sahip çıktığının göstergesidir. Taraftarın yaptıkları da aşikar. Karşılıklı sadakat şüphesiz ki mükemmel sıcaklıkta aile ortamı yaratıyor. En önemlisi de bu işte. Buna bir de dışarıdan gelen kişiler de ayak uydurunca  “Şampiyonluk kimin umrunda…” diye başlayan beste ister istemez akıllara geliyor. Benim yazacağım şu son iki kelime aslında her şeyin ne kadar imrendirici olduğunu da göstermekte: HELAL OLSUN!

NOT:Jürgen Klopp’ün şu videosuna rastladım. Aile ortamından kastım da budur işte.

NOT2:Alt yapının küçümsenmesi ve Barcelona’da yaratılan ütopya algısı insanları bu düzenin uygulanamayacağı fikrine saplıyor. Dortmund bu iş için biçilmiş kaftan. Hele ki önümüzde böylesine benzer durumda bulunan bir Beşiktaş da varken insan neden olmasın diyemiyor?

Ufuk Tolga Aldırmaz

27 Nisan 2012 Cuma

Panyalı Gol #5

Bu hafta futbolda ligimizdeki Süper Final mücadelelerini, gelecek haftayı, Şampiyonlar Ligi ve Europa League'i konuştuk. Basketbolda ise temsilcimiz Beşiktaş Milangaz'ın katıldığı Eurochallenge'ı ve NBA Play-Off'larını değerlendirdik.


Bir Ulusun Göz Yaşları


Maç öncesi San Mames’de görebildiğim kadarıyla Baskonya halkı bu maça kilitlenmişti. İspanya’nın etnik köken olarak dağılımını futbol açısından yapmayacağım ancak Basklar için Athletic Bilbao’nun ne anlam ifade ettiğini az çok tahmin edebiliyorsunuzdur. Gözlerden okunan şey ise çok netti: UMUT…

Karşıda bu tip deplasmanları iyi oynayan bir takım vardı. Porto ve Manchester City deplasmanlarından çıkmak her baba yiğidin harcı değildir pek tabii. Kaldı ki San Mames’in de ruh olarak oralardan eksiğinin olduğunu da düşünmüyorum. 

Mücadele skor dezavantajına katlanmak zorunda olan Athletic’in topa sahip olduğu dakikalarla başladı. Sporting buna karşın haddini bilerek savunma yapıyordu ve top ayaklarına geçince birden içeri kat edip sürekli hareket halinde savaşıyorlardı. Onlar adına ilk maçta da olduğu gibi Capel ve bu maç sahadaki yerini alan Matias Fernandez’in topa hükmettiği dakikalar verimli oluyordu. 


Üst üste ataklarla baskıyı arttırmaya başlayan Athletic golü bulduktan sonra geri çekildi. Oyunu rölantiye alma çabaları belli ki oyuncuların kendi insiyatifiydi. Bielsa kenarda memnuniyetsiz bir tavır takınıyordu. Duran top neticesinde Ricky’nin vurduğu top gol olunca Athletic kendine geldi. Kendine gelmesi de bir dakikayı buldu. Gerçekten de bir dakika sonra golü buldular ve uzatmaya gidecek skor elde edilmiş oldu.

İkinci yarı tam anlamıyla dominant başlanan oyun, dakikalar geçtikçe Sporting’in aleyhine işliyordu. Geride bırakılan boşluğu gören Sa Pinto, oyunu Jeffren’i aldı ki pek işlevli bir değişiklik olmadı. Adeta Athletic, Sporting’i sahadan siliyordu. İbai Gomez’in mükemmel bir interfaz evresinden geçirdiği pozisyonu Llorente bitirdi. Golden sonra Sporting çılgınlar gibi saldırdı ama nafile. Turu geçen taraf Athletic oluyordu.

Athletic Bilbao, finalde Atletico Madrid ile karşılaşacak. Güzel bir final bizi bekliyor. Eklemek istediğim son bir şey var; Llorente’nin göz yaşları aynı zamanda bir ulusun da göz yaşlarıydı. Futbol güzel şey demeden edemiyorum.

Ufuk Tolga Aldırmaz



26 Nisan 2012 Perşembe

Fark Yaratan Nitelik:Ruh


Sonda söyleyeceğimi başta peşin peşin söyleyeyim. Keşke Allianz Arena’daki maç sonucunda “Gary Lineker Yine Haklı Çıktı” başlığını atmasaydım. Bu maçta rahatça kullanabilirdim.

Skorun dezavantajı ile Real Madrid topu ayağına aldı. Atak üstüne atak ile devam ettiriyordu mücadeleyi. Oysa ki Bayern München de faul haklarını kullanıyordu. Öyle ki orta sahada biraz bezdirme politikası kurmuş gibiydiler. Nitekim buna ayak uydurmayı başaran Real tehlikelerinin meyvesini penaltı ile aldı. Penaltının pek penaltı olan tarafı yoktu lakin karar sorgulanmaz. Ronaldo penaltıyı gole çevirip avantajı Real’e veriyordu. Bu golden sonra ise Bayern kendine geldi. Nedeni ise gayet açık. Kendi kimliklerini sahaya yansıtmaya başladılar. Kanatlardan geliyorlardı lakin ilk maç kadar bu bölgeden etkili gelemediler. Baskıyı yaparken orta sahada yaptıkları ani top kaybı ve Mesut’un harika oyun görüşü sayesinde ikinci gol de ofsayttan Ronaldo ile birlikte geldi. Açıkçası Cüneyt Çakır biraz arandı. Ardından Real tıpkı El Clasico’daki gibi bloklar arası boşluğu minimize ederek güzel bir defansif anlayışa büründü. Buna rağmen gol geliyorum diyordu adeta. Geliyorum diye gol, Robben’in penaltısı aracılığıyla skor tabelasını değiştiriyordu. Belirtmeden geçemeyeceğim, kaçırdığı goller ve Dortmund maçında atamadığı penaltıyı göz önünde bulundurunca Robben’e penaltı kullandırtmak çılgınlık diye bakıyorum bu olaya. Golün ardından Bayern, Real tarafından savunma yapılmaya zorlandı ki bu durum onları gerçekten yine pozisyon vermeye itti. Savunma işini pek başaramadılar bu seride. 

İkinci yarının ilk dakikasından itibaren arada toplasak beş dakika etmeyecek süreci saymazsak Real’in baskın olduğu bir süreç yoktu. Bayern adeta tek kale oynamaya başladı. Bunda Real’in fizik-kondüsyon durumu da etkiliydi. Barcelona mücadelesi üstlerinden silindir gibi geçmişti. Oyun net olarak kilitlendi. Gomez’in akıl almaz pozisyonu benim hafızamda ayrı bir noktaya oturdu. Bu pozisyon dışında yine birkaç önemli pozisyon kaçtı ki Bayern işi daha doksan dakika bitmeden koparabilirdi. Maç uzatmaya gittiği anda ilk dediğim şey "Madrid için iş gittikçe zorlaşacaktır" idi. Bayern’in fazla üstelememesi bunu göstermese de gerçekten az önce de dediğim gibi fiziksel anlamda çok ilginç bir durumda olmalarıydı. İki takım da kaderine küsmüş vaziyette mağrur bir görüntüde penaltıların gelmesini bekledi. Nitekim öyle de oldu.

Penaltılar, iki kalecinin de gövde gösterisine dönüşmesine sahne oldu. Özellikle Neuer’in Ronaldo ve Kaka’nın penaltılarını çıkarıp, gecenin yıldızı oldu diyebiliriz. Casillas’ın da hakkını teslim etmek gerekir. İkisi de muazzamdılar. Herhalde Sergio Ramos’un penaltı atması ve Mesut’un oyunda kalmaması Mourinho adına sıkıntı yaratacak şeyler olacak. Hele ki o “namaz” pozisyonu çok fena bir ruh halinin göstergesiydi ki yine de Bayern oyuncularını soyunma odasında tek tek tebrik etmesi çok hoş bir incelik olarak göze çarpmakta.

Son olarak değinmek istediğim şey daha doğrusu kişi ise Bastian Schweinsteiger… Maç öncesi doksan dakikayı çıkaramayacağı konuşuluyordu. Çıkarmakla kalmayıp yüz yirmiyi tamamladı hatta fişi çeken penaltıyı kullandı. Öyle bir an gelir ki ruh her şeyi değiştirir. O ruh da işte Bastian’da vardı. Büyük futbolcu vesselam.

NOT: Öyle bir an gelir ki yazdığım anda aklıma sebepsiz bir şekilde “Gün Olur Asra Bedel” romanı takıldı. Güzeldir. Tavsiye ederim.

Ufuk Tolga Aldırmaz



25 Nisan 2012 Çarşamba

İlginçlikler Silsilesi Katalonya'da


2009’da bırakılan yerde devam eden mücadele bir farklık galibiyetle perçinlenmişti. Chelsea, yıllardır hayali olan kupada final oynamak için sahaya çıkacaktı ki kendileri işin ciddiyetinin farkındaydılar. Buna karşılık Barcelona’nın formunun düşüklüğü maç boyunca olduğu gibi Roberto Di Matteo’nun yüzünü hınzırca güldürmeye yetiyordu.

3-4-3 ile başlanan mücadeleye Alves olmadan çıkmak baya ilgi uyandıran cinstendi. Bir o kadar da hem El Clasico hem de bu geceki mücadeleye Pep Guardiola’nın Pedro ile başlamaması bu kez ise hayret uyandıran cinstendi. Bu iki durumu belirttikten sonra maçın içine dalalım.

Klasik olacak ama maç beklendiği gibi Katalanlar’ın baskısı ile başladı. Buna karşın Chelsea de Londra’daki gibi fakat aradaki mesafeyi gözle görülür biçimde azaltmış olarak defans hattını kurgulayıp, karşılama yapmaktaydı. İki kez derinlemesine atılan topta Messi’nin pozisyonlara girmesi bu noktada önemli bir detay. Bunun üstüne Cahill’in sakatlanması işi iyice sıkmaya başlıyordu.  Yerine Bosingwa’nın girişi İvanovic’i o bölgeye kaydırdı. Ardından bu kez Barcelona adına Pique’nin çok kötü bir şekilde düşüşüyle bilincini kısa süre de olsa kaybetmesi Camp Nou’da kötü duygular fırtınası yaratıyordu. Çıkışı ile yerine giren Alves’in asıl yeri olan dörtlünün sağ ucu yerine üçlü stoper dengesinde sağ tarafta bulunması da büyük sıkıntı baş gösterebilirdi. Bağlasan durmayacak bir adam neticesinde. Korkulan pek oldu da denilemez. Tüm bu sıkıntılara rağmen maç bir süre daha başladığı seyirde devam etti. Ardından gelen Sergio’nun golü Katalanlar’ın otuz iki dişini birden göstermesine neden oluyordu. Hemen ardından da Terry’nin Alexis’e yaptığı kasıtlı vuruş oyundan atılmasına neden oluyordu.  Ardından kelimesini çok kulanmış olmama rağmen yine ardından mükemmel bir paslaşma ve soğukkanlılık neticesinde İniesta’nın golü tamam, artık bu iş bitti dedirtmişti. Aynı şekilde sadece bize değil de Barcelonalı futbolculara da dedirtmiş olacak ki inanılmaz bir konsantrasyon bozukluğu ve biraz da oyun düzeninin etkisiyle kalelerinde golü gördüler. Ramires usta işi golü attı.

İkinci yarı tıpkı ilk yarıda olduğu gibi baskın taraf Barcelona idi. Tüm olumsuzluklara rağmen inanılmaz bir savunma yapıyordu Londra ekibi de. Barca istediğini de aldı. Devrenin başı sayılabilecek bir dakikada penaltı kazandılar. Messi Chelsea’ye karşı gol orucunu bozamayıp penaltıyı da direğe nişanlayınca neredeyse bütün mahalleden “Yok artık!” nidası yükseldi. Akabinde Messi hırsla topu alıp dribblingler yapsa da bu defansif düzene karşı işlemedi. İşler öyle çığırından çıkmaya başladı ki Camp Nou’daki Barca-İnter yarı final mücadelesinde Eto’o’da olduğu gibi Drogba sol açık pozisyonunda savunma yapmaya başladı. Barcelona ise sabır ile paslaşmaya devam ediyordu. Pas, pas, pas, pas ,pas ve yine pas. Buna karşılık gözle görülen şey belki de beyin diye nitelendirilebilecek olan Xavi’nin bir türlü fark yaratamıyor oluşuydu. Son haftalarda kendi vasatını aşamaması garip. Guardiola’nın onu Real Madrid maçında oyundan çıkarıp da bu maçta tutması da bir o kadar garip. Zorlukla bulunan pozisyonlar bir türlü değerlendirilemeyince Barcelona savunma güvenliğini tamamı ile bıraktı. Öyle ki Drogba yerine “sol beke” geçen Torres topu bir anda –kendi de anlamamıştır nasıl olduğunu iddialıyım- önünde bulup Valdes’i de yere yatırıp boş kaleye topu yuvarladı. El Nino Atletico günlerine özenmişti adeta.

Son günlerde sık kullanılan ve benim de bu seri için değerlendirme yazımda attığım “Epik Rekabet”e yaraşır bir mücadele izledik. Efsaneler arasında yerini alabilecek bir maçtı bu geceki. Bakalım yarın finale kim gelecek? Eğer Real Madrid elenirse finalin adının Bayern München-Chelsea olması çok büyük bir sürpriz olacak. Beklemedeyiz.

NOT:Cüneyt Çakır mükemmele yakın bir maç yönetti. Güntekin Onay’ın alttan alttan laf sokuşlarında çok haklı olduğunu da belirtmeliyim. Ayrıca Drogba ve Cech’in de eski günlerini hatırlatması beni farklı bir biçimde mest etti.

DİP NOT: Sevgili İbrahim Tilki, Victor Valdes’ten iyi bir kaleci olduğun su götürmez ancak ayak tekniğin onun kadar iyi değil(!). Sevgilerimle.

Ufuk Tolga Aldırmaz




23 Nisan 2012 Pazartesi

Yedek Kulübesi #2

Bu hafta ülkemizdeki Süper Final ve UEFA Avrupa Ligi Grubu maçlarını değerlendirip, önümüzdeki haftanın maçlarını etüt ettik. Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi yarı final değerlendirmeleri ile birlikte Avrupa liglerindeki son durumları değerlendirdik. Keyifli dinlemeler.


İroni


Süper Final’in adına yaraşır ilk mücadeleyi dün akşam yaşadık. Sırf şu maç için değdi diyebilirim. Her ne kadar istemesem de eleştirsem de iki tarafa Süper Final’in tadını yaşattıkları için teşekkür ederek başlamalıyım.

İki taraf da sakatların ve cezalıların el verdiği ölçüde ideal on biri ile sahaya çıktı. TT Arena’nın verdiği “gaz” ile baskın başlayan taraf ise Galatasaray idi. Fatih Terim’in takımın başına geçmesi ile birlikte başlayan o hırslı ve mücadeleci futbol her zamanki gibi sahaya yansıyordu. Fenerbahçe ise tam anlamıyla haddini bilerek ve neyi istediğini kesin çizgilerle belirlemiş bir biçimde sahaya dağılıyordu. 

Galatasaray’ın baskılı oyunu Fenerbahçe’yi tam anlamıyla yarı sahasına gömdü. Alex’in varlığının bile rahatsız ediciliği Galatasaray’ı geride temkinli durmaya itiyordu. İşin garibi bu temkinli durumu Alex kendi ceza sahalarının yayına gelerek kırmaya ve bir nebze de olsun hatırlatmaya çalışıyordu. Baskıdan bunalan Fenerbahçe’nin Alex’in yoktan var ettiği pozisyon neticesinde Ziegler ile golü bulması ise suni teneffüsün vuku bulduğunu lanse ettiren cinstendi. İlk şutlarının gol olması kadar golden sonra oyunlarının sarpa sarması da ayrı bir ironiydi. Hoş bu maç komple ironikti ya, neyse. Daha sonra Galatasaray acayip bir şekilde hücum etmeye başladı. Fenerbahçe’nin “gücü” onları ilk yarının sonuna kadar idare etti. Volkan’ın da hakkını yememek lazım pek tabii. İkinci yarı Galatasaray klasikleşen tabirle fırtına gibi başladı. Esti ama gürleyemedi dersek yeridir. Necati’nin kaçırdığı pozisyon ile başlayan kaçan goller silsilesi yine ironinin dip noktası diye nitelendirilebilir. Öyle ki üflese kaleye girer denen pozisyonlar ya Volkan’a takılıyordu ya da beceriksizlik neticesinde üç direğin arasından geçirilemiyordu. Geçtiğimiz hafta Şampiyonlar Ligi yarı finali Chelsea-Barcelona mücadelesinde Chelsea’nin yaptığı gibi bir savunma yapmak zorunda kalıyordu Fenerbahçe. Ceza sahasına gömüldüler. Çok büyük başarı yakaladıkları söylenemese de yine de golü yememeyi başardılar. Akabinde gelen Selçuk’un free-kick golü de kaçan gollere ironi yapan cinstendi. Selçuk’a büyük bir parantez açıp kapayamıyoruz. İçini doldurmamız için fazlaca cümle yazdıracağından dolayı. Alex-Stoch değişikliğinin gelişi ile birlikte Aykut Kocaman ya batarız ya çıkarız kumarını oynuyordu. Yine öyle bir dakikada geldi ki Stoch’un golü rakip takım ve taraftarın buz kesmesine neden oldu. İşin ilginç olan kısmı golün Galatasaray’ın şuursuzca ataklarından kaynaklanmasıydı. O bahsettiğim hırs ve mücadele gücünün ters tepmesi sanırım golü getiren en büyük unsurdu.

Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak Galatasaray’ın otuza yakın şutundan sadece birinin gol olması, buna karşın Fenerbahçe’nin beş şutundan dördünün kaleyi bulup ikisinin de gol olması ironinin kuyruklusuydu. 6-0 ve 5-1’lik maçların da dahil olduğu derbilerin bile bu kadar domine edildiğini görmemiştim. Galatasaray oyunu mükemmel bir şekilde domine etti lakin bu dominasyon sadece istatistiklerde kaldı. Bize az buçuk da olsa dünkü El Clasico’yu hatırlatıyor bu nokta. Guardiola’nın da dediği gibi “Futbol topla oynama, gol atma oyunudur.” İşte Galatasaray’ın durumu tam bu olmasa da buna yakındır. Bu galibiyet işlerin çok ilginç bir hal almasına neden oldu. Şampiyon da büyük ihtimalle Kadıköy’deki derbiden sonra belli olacak.

Fenerbahçe bana göre büyük sürpriz yaptı. İçinde bulunduğumuz ortamda şu maçı kazanmaları büyük önem arz etmekte. Aslına bakarsak içinde bulunduğumuz ortamda Fenerbahçe’nin ligde ve kupada bu konumda olması bize bir şeyler ima etmekte. Fenerbahçe gerçekten zor olanı başarıyor. Bu hikayenin sonu nereye varacak hep birlikte göreceğiz.

NOT:Karikatür'ün Cartalate Mustafa ağabeyin Tweet'inden aldım.Orijinaline saygıyla bir durum özeti.

Ufuk Tolga Aldırmaz

22 Nisan 2012 Pazar

Klasikleşmişin Dışında Bir El Clasico


Barcelona için ölüm kalım mücadelesi deyip ekrana kilitlendik. Her açıdan güzel ve hikayesi olan bir karşılaşma olacağını tahmin ediyorduk ki öyle de oldu.

Dün yazdığım “Blaugrana İçin Ölüm ya da Kalım” makalesinde biraz da Real Madrid penceresinden bakıp neler yapmalı onun muhasebesine girmiştim. Kısaca tekrarlamak gerekirse yüksek konsantrasyon, alan savunması, Valdes’ten başlayacak ön alan baskısı, tek vücut olarak hareket etme ve özellikle dip oyuncularının birbirine yakın durup alanı daraltması. Barcelona’nın 4-3-3 sistemiyle çıkıp ilerleyen dakikalarda 3-4-3’e döneceğini ön görüp bunları söylemiştim. Öyle olmadı direkt olarak 3-4-3 ile başladılar ki bu saydıklarımın biraz sıkıntı yaratabileceği düşüncesi de vardı ki oyun alanını görünce yersiz bir düşünce olduğunu gördüm. Deyimi yerindeyse bunlar Barcelona’ya karşı tıkır tıkır işliyordu. Üstüne üstlük Barça’yı yavaşlatacağını düşünürken tamamen de durduruyordu. Bunda Barça’nın da etkisi olduğunu söylemek mümkün. Özellikle Alcantara ve Tello’nun sırıtan oyunu en büyük etkendi. Alcantara’nın pas oyununda opsiyon olmakta zorlandığını gördük. Tello ise hem statik kaldı hem de burnunun dikine gitti (bkz.Arbeloa eşleşmeleri). Bunlara ek olarak da Real Madrid’in oynadığı seri futbolun etkisini sayabiliriz. Öyle ki bu hız fizik gücüyle birleştiğinde harikalar yapabiliyor. 

Hafta içi Bayern’e karşı rezalete yakın bir performans sergileyen Coentrao üzerinden oynamaya çalışan Barcelona, bunu yapamayınca Messi’yi klasik on numara gibi kullanmaya yöneldi. Bu Messi’nin topla fazlaca buluşması demekti. Görünürde avantaj yarattığı düşünülse de aslında öyle olmuyordu. Gerçek bir silahın kullanımında bile menzilin önemi olduğunu düşünecek olursak Messi’yi de bu bağlamda bir silaha benzetebiliriz. Tehlikeli alana ne kadar fazla sokulursa o kadar öldürücü oluyor(bkz.Xavi’yi Casillas ile karşı karşıya bırakan pozisyon). Aynı şekilde Xavi’yi de etkin bir biçimde kullanamamak zincirleme etki yapıp tüm orta sahanın oyuna katılımını etkiliyordu. Buna karşın yukarıda da bahsettiğim gibi oyun alanını dipleriyle(özellikle Alonso) kapatan Real’in avantaj elde etmesine neden oluyordu. Aslında ilk yarı sonunda gelen “En fazla top kapanlar” istatistiğinde Real Madrid adına Mesut Özil’in zirvede oluşu bize oyunun hikayesini kendiliğinden yazıyordu. Muazzam bir efor harcadılar gerçekten de.

Tabelayı değiştiren kısıma bakacak olursak Khedira’nın golü Barcelona’ya tam bir soğuk duş etkisi yaratmış oldu diyebiliriz. Guardiola döneminde oynanan en bilinçsiz dakikalar da yaşandı diyebiliriz. İkinci yarıda biraz daha toparlanıp gol adına çabalamaları o bilindik “ben geliyorum” şeklinde olmuyordu. Karambolden bulunan gol tam ümitleri yeşertiyordu ki Ronaldo güzel bir gol atarak fişi çekti.

Kesinlikle bu iki mükemmel teknik adamın yaptıklarını sorgulamak haddimize değil lakin Guardiola’yı tek bir konuda eleştirmeden rahatlayamayacağım. Xavi gibi bir idolü oyundan almanın mantığını bana hiçbir şekilde açıklayamaz. Zira sahada karizmatik lider olarak bulunan isim Barcelona adına o. Ne Messi ne Puyol. Xavi bu takımın sahadaki lideridir. Onun yerine giren Alexis’in attığı gol hamleyi iyi gibi göstermiş olabilir lakin çıkmasa belki de şu an berabere biten bir El Clasico yorumluyor olabilirdik.

La Liga’nın son bulduğu şu günde bize enjekte edilmeye çalışılan fikir “Barcelona’nın devri bitiyor mu?” sorusu. Bunun cevabı için çok erken. Böyle olduğunu düşünmüyorum. Sadece bir diğer “mükemmel” takım bugün şampiyonluğu garantiledi. Rekabeti tatlandıran şeyler de bunlardır işte.

Ufuk Tolga Aldırmaz


20 Nisan 2012 Cuma

Blaugrana İçin Ölüm ya da Kalım


Camp Nou’da cumartesi günü 21.00’da oynanacak olan El Clasico La Liga’nın kader mücadelelerinden biri olacak. Büyük ihtimalle şampiyonluğu belirleyecek mücadelenin çok zorlu geçeceği aşikar. Aşikar olan bir diğer şey ise yine hikayesi olan El Clasicolar’dan birini izleyeceğimiz.

Lider Real Madrid puan farkının getirdiği bir “rahatlık” ile çıkacak mücadeleye. Kesinlikle kazanmak zorunda değiller. Dört puanlık farkı korumak onları Türk basınının değimiyle “Şampi…” yapacak. Farklı sıkıntıların girmesi de bu rahatlığı ellerinden alıyor olacak. Özellikle ondan dörde inen fark onları mental anlamda çok zorluyor. Aynı şekilde gittikçe yükselen rakip kalitesi, kendi kalitelerinin içten içe sorgulanmasına neden oluyor dersek yanılmış olmayız. Bayern München mücadelesi ise onlara bu bağlamda son darbeyi vuran maç oldu. Buna ek olarak nitelik anlamında –ironik olabilir ama gerçekten böyle düşünüyorum-  dar kadrolarının olması maça çıkacak on birin de çok yıpranmasına neden oldu. Geriden gelen Barcelona ise daha farklı bir noktada. Onlar için sezonun en kritik mücadelesi. Ya tamam ya devam diyecekler ki liderin son puan kayıpları onları yüreklendirdi. Son virajı nispeten daha kolay rakiplere karşı oynayıp, rotasyona da gittiler. Bu onları biraz daha zinde tuttu. Fiziksel olarak daha zinde bir Barcelona görmemiz demek -maç boyunca topun da kendilerinde olacağını bildiğimize göre- özellikle maçın son bölümünde büyük bir avantajlarının olduğu anlamına gelir. Ters açıdan baktığımızda ise büyük bir sorun teşkil edecek. Nedeni ise az sonra okuyacağınız satırlarda gizli.

Barcelona’yı anlatmamız artık çok yersiz kaçıyor. O yüzden Real Madrid’in yapacaklarından başlayalım. Klasik olacak ama en önemli nokta konsantrasyon. İki takım için de önemli olacak ancak savunacak taraf olan Madrid ekibi için çok daha büyük bir önem arz ediyor. Real, aynı şekilde Barca’yı puan kaybına ya da mağlubiyet uğratan takımlar gibi tek vücut halinde mükemmele yakın alan savunması yapması gerekmekte. Pres ise vazgeçilmeyecek bir unsur. Post-modern(!) futbol oynanan bu büyük ligimizde bile ne denli önem arz ettiğini defalarca belirttiğim önde baskının ise elzem olduğunu söylemem abesle iştigal kaçacaktır. Böylece ilk yarıdaki maçta olduğu gibi sürpriz bir gol dahi bulunabilir. Barcelona’nın en önemli mevkiisinin orta saha olduğunu düşünürsek bu mevkiiye kapanırken oyuncuların birbirine yakın durmasında fayda var. Bu durum, tek vücut hareket haliyle birlikte hem oyunun daralmasını sağlayacak hem de çalınan topun kısa sürede rakibe teslim edilmemesinin ön ayağı olacaktır. Barcelona sıkışacak oyunda tıpkı Chelsea maçında olduğu gibi 3-4-3’e dönecektir. Bu düzenin en büyük artısı Alves’in sağ kanada geçip, oyun alanına genişlik kazandırmasından geçiyor. Pas oyununa ek bir orta saha demenin ne demek olduğunu tahmin etmek güç değil. Bu düzende  Alves aynı şekilde geçtiğimiz El Clasicolar’da olduğu gibi Real Madrid’in en önemli hücum gücü olan sol kanadı kilitleyecektir. Bu da sakatlık sonrası bir türlü eksi formuna kavuşamayan Di Maria’nın ekstra bir şeyler katması gerektiğini işaret etmekte ki son formunu düşünecek olursak gerçekten zor. Valencia mücadelesinde Unai Emery’nin Alves’i, Mathieu-Alba ikilisi ile mükemmel bir şekilde kilitlemişti. Ronaldo-Marcelo ikilisi ile bu çok zor olur. Hele Coentrao işin içine girerse Alves yapamasa bile –ki yapar- o kanada her kanalize olan Real’i sıkıntıya sokar.

Alves’in öneminden bahsettik. Sergio Busquets’den bahsetmezsek günaha gireriz. Birçok futbol severin “düz oyuncu” olarak nitelendirdiği Sergio, takımın en kilit noktalarından. Hücumu başlatan kişi olarak yeri ayrıyken bir de Xavi ve İniesta’ya kanal boşaltması onu tepe noktaya koyuyor. Hele ki 3-4-3 düzeninde top rakibe geçince stopere geçip akil bir oyun oynadığını da düşünecek olursak bana hak vereceğinize eminim. Velhasıl kelam bir Xavi bir İniesta olmasa da Barcelona’nın beyin takımının en önemli üyelerinden biri olan Sergio’yu durdurmak Real’in hedefine ulaşmasında büyük etken olacaktır.

Son olarak eksik bölgelere bakacak olursak yukarıda da belirttiğim gibi Di Maria’nın kanadı komple eksik sayılabilecekken, sol kanadın da bekinin Coentrao olması halinde sıkıntının çok büyük olacağı aşikar. Ligin otoritesi sayabileceğimiz Prorroga Blog’un sahiplerinden Emre Çelik’in Sergio Ramos’u da sıkıntılı bulduğunu düşünecek olursak defansın komple sıkıntılı olduğunu söyleyebiliriz. Barcelona’nın Alexis’in kaybı ile birlikte forvet hattında iyice sorunlu bir hale büründüğünü net bir şekilde görebiliyoruz. Aynı zamanda Real’in bekleri kadar Barcelona’nın bekleri de oyun anlayışlarından ötürü zaman zaman S.O.S verebiliyor. Chelsea maçında Drogba’nın attığı gol bunun direkt ispatıdır.

Fazla laf kalabalığı da yapmamak lazım. Herkes susar, taraflar yarın gece konuşur. Umarım Barcelona kazanır. Bunu bir Cule olmanın bakış açısıyla değil de objektif futbol sever olarak söylüyorum. Ligimizde bulamadığım futbol heyecanını takımlar La Liga’da görmeyi bana çok görmez umarım.

Not: Maç içinde geçecek Messi-Ronaldo çekişmesi kadar, maç sonunda geçecek olan Guardiola-Mourinho laf dalaşını da merak ediyorum. Amma ve lakin Mourinho tarafından serzenişler duymayı da can-ı gönülden istediğimi belirteyim. J



Ufuk Tolga Aldırmaz





İspanyol Fetişizmi


İber yarımadası egemenliğinde bir UEFA Avrupa Ligi yarı final serisi daha.  Yarımada takımları adeta kupaya ambargo koydular. Bir dönem İngilizler’in sık sık yaptığı şey biraz daha doğuya kaydı.

Bu gece Atletico Madrid-Valencia ve Sporting Lizbon-Athletic Bilbao mücadelelerini izledik. Maçların aynı gün oynanması bir kenara aynı saatte bile oynanması bana kalırsa skandal. Hangi birine bakacağımızı şaşırdık açıkçası. Yine de güzel bir futbol gecesi geçirdiğimizi düşünüyorum.

İki İspanyol kulübünün mücadelesine bakacağız öncelikle. Dengeli başlayan ancak maçın başından sonuna Atletico Madrid’in egemenliğinde geçen bir mücadele izledik. Sahaya iyi yayılan bir Atletico vardı. Simeone’nin gelişi ile birlikte üst düzey konsantrasyon ile daha bir takım gibi oynamanın meyvelerini toplamaya başladılar. Özellikle hedef maçlarda bunu daha da iyi yaptıklarını görüyoruz. Bu oyuna güzel pas organizasyonlarını, ekstra olarak da Arda’nın güzel performansını da ekleyince kilidi açan golü Falcao ile buldular. Valencia ise Atletico’nun sahayı mükemmel parsellemesinden kaynaklı kilidi açacak hamleleri bir türlü yapamayıp, umudu duran toplara bağlıyordu. İlk yarının sonuna değin bütün tehlikeler duran toptan geldi ki golü de Jonas ile buldular. İkinci yarının hemen başında gelen Miranda’nın golü ise yedikleri goldeki hatayı da telafi eder cinstendi. İlk yarının benzeri şekilde ilerleyen maç Mehmet Topal’ın yaptığı hatada ufak bir slalom eşliğinde Adrian ile kopma noktasına geldi. Git gide sıkıntılar içine gömülen Unai Emery oyuna Canales ve Piatti’yi alarak hamle şanslarını kullandı. Pek etkili olduğu söylenemez ki Falcao’nun mükemmel golü ile maç ve tur sonlandı demiştik. Akabinde Ricardo Costa ile gelen duran top golüne kadar. Estadio Mestella’ya umutlu gidiyor Valencia. Zor olacaktır tabii lakin Mestella’dan çıkmak da hiç kolay olmayacak. Atletico final adına bir adım önde.

İber yarımadasının diğer bir ülkesindeki mücadelede ise Sporting Lizbon-Athletic Bilbao ile karşılaştı. Sporting mükemmel başladı mücadeleye. Athletic’e abartısız top yapma izni tanımadı. Bu izin tanındığı zamanlarda da Athletic topu ileride tutmakta zorlandı ya da top kaybı yaşadı. İkili oyunları iyi yapan Sporting, pozisyonları bulmaya başladı. Dakikalar ilerledikçe maç rölantiye alınmaya başlandı. Bunda tempo ile oynayan Athletic’in de etkisi vardı. Bu durum ikinci yarıda değişti. Athletic ilk yarıda yapamadığı ne varsa yapmaya başladı. Öyle ki tam bir deplasman takımı gibi duran toptan Aurtenetxe ile golü buldular. Sporting golün şokuyla fütursuzca oynamaya başladı. Öyle bilinçsiz hareket ettiler ki tarifi yok. Athletic adına Amorebieta’nın direği maçın kırılma anıydı. O dakikadan sonra İnsua’nın defanstan seken topu tamamlaması ve Capel’in mükemmel golüyle üstünlük sağlandı. Athletic’e de belki de sezonun en kötü futbollarından birini oynamaya zorlamış oldular. San Mames’de Mestella’daki gibi çok zor bir mücadele bizi bekliyor. Sporting’in bu sezonki deplasman karnesi hiç fena değil. Athletic adına çok çok zorlu bir mücadele olacaktır.

Athletic ve Bielsa’ya olan sempatimden ötürü finale çıkmalarını arzuluyorum. Umarım o skoru elde edebilirler. Rakip de çok zorlu olacaktır lakin İspanyol futbol takımlarına karşı bir fetişizmimin olduğu da aşikar. O taraftan kim gelirse gelsin sıkıntı olmayacaktır. Su götürmeyen şey ise bizleri yine güzel rövanş karşılaşmalarının beklediği. Umarım mükemmel maçlar izleriz. Saygılarımla…

Ufuk Tolga Aldırmaz

19 Nisan 2012 Perşembe

Londra'da Hatt-ı Müdafaa


Yaklaşık iki gün önce yazdığım “Epik Rekabet” yazısında Chelsea-Barcelona rekabetinin tarihsel bir kısmını değerlendirmiştim. Kronolojik olarak son maçın oynandığı tarih olan 2009’daki maçtan dem vurmuştum. Bu gece de halkaya bir yenisinin ekleneceğini, keyifli bir mücadele izleyeceğimizi belirtmiştim.

Kısa bir özetini yaptığım yazının birebir sonuna ekleyebileceğimiz bir mücadele yaşandı. Barcelona 2009’da Stamford Bridge’de bıraktığı Chelsea’yi aynı şekilde buldu. Sadece bir takım isimler değişmişti.

Barcelona 4-3-3 formasyonunda başladığı mücadelede, Chelsea’nin yapmış olduğu ön alan baskısının sonlanışının ve geriye çekilmesi ile 3-4-3’e evrildi. Chelsea öyle bir kapanıyordu ki defans ve orta sahası arasında 10 metre ya vardı ya yoktu. Bu iki blog arasına girebilmek bile çok sıkıntılı bir işti. Nitekim Barcelona bu zorlu işi birkaç kez yaptı. Gol pozisyonları da buldu lakin bunları kaçırdı. Chelsea ise beklendiği gibi kontra-atak futbolunu oynuyordu. Yaptıkları şey orta sahada kaptıkları topları Drogba’nın önüne bırakmak oluyordu. Drogba bunları harcayınca da sıkıntı baş göstermeye başladı. İlk yarının son dakikasında orta sahada kaptırılmaya zorlanan topla çıkış yapan Chelsea Ramires’in sürdüğü ve Drogba’nın inanılmaz koşusunun ardından bulduğu golle sonlanan pozisyon Chelsea’nin kurtarıcısı oluyordu.

İkinci yarı da aynı şekilde başladı. Alves’i sağ kanat olarak kullanıp oyuna genişlik kazandıran Pep, Adriano’yu da aynı şekilde sol kanatta kullandı ve daralan oyunda bir pas opsiyonu daha oluşturdu.  Barca biraz daha telaşlı oynamaya başladı. Rakip kontra pozisyonu bulduğunda bu telaş daha da net görülebiliyordu.  Bloklar yine aynı şekilde kalıyordu. Blokların arasına girildiğinde de defalarca free-kick şansı bulundu. Puyol’un kafasının olduğu pozisyon hariç sıkıntılı bir duran top organizasyonu da vardı. Buna ek olarak oyunu kurcalamakta zorlanan Barca, pozisyon üretmekte zorlanıyordu. Son dakikada direkten dönen top da tamamlanamayınca maç sonucu belirlendi. Camp Nou’da ilk yazımın başlığına yaraşır bir mücadele izleyeceğimizden şüphem yok. İspanyollar zorlansa da turu geçecektir. Ama önce El-Clasico…

Ufuk Tolga Aldırmaz

18 Nisan 2012 Çarşamba

Gary Lineker Yine Haklı Çıktı

Bavyera ekibi ligin acısını çıkarma peşindeydi. Bastian Schweinsteiger'in de demeye getirdiği gibi bu maç "ölüm-kalım" maçı idi. Dortmund'a şampiyonluğu kaptırdılar dememiz hata olmayacaktır. Juup Heynckes'in son şansları. Ligi kaybetmesi koltuğundan edilmeye yetebilirdi lakin sabır gösterdiler.

Öyle veya böyle Real Madrid'i yeniyorsanız ekstra bir takımsınızdır. Bayern'in ekstra bir takım olduğundan şüphemiz yok lakin Bayern'in böyle bir futbol oynayarak Real'i yenmesini bana kalırsa Beckenbauer bile beklemiyordu. Öyle ki Robbery'nin oyunu Bayern'i öteledi. Özellikle Real'in sol kanadı tabiri caizse felç oldu. Real ise kendilerine has birçok şeyi yapamamanın cezasını çekti. Mourinho'nun hamlelerde geç kalması ve bir adım da ileri gidecek olursak yanlış hamleler yapması maçın yokuşa sürülmesine sebep oldu. Coentrao ve Arbeloa'nın vasatı bile bulamaması ve kulübeden gelen öne çıkmama emri Madrid'in zayıf kalmasına neden olan unsurların da başında sayılabilir.

2-1 biten mücadelenin Santiago Barnabeu'daki ayağını merakla bekliyorum. İstatistiki olarak önde olan Almanlar'a taş atan Mourinho'nun dili yandı bir kere. Rövanş Bayern adına çok zor olacaktır lakin kolay kolay turu bırakmayacaklardır. Bekleyip göreceğiz. Gary Lineker'in o meşhur sözünü de anmadan geçemeyeceğim: " Futbol yirmi iki kişinin oynadığı ve sonunda Almanlar'ın kazandığı bir oyundur."

17 Nisan 2012 Salı

Epik Rekabet


“Barcelona, muhteşem tiyatrolarıyla ünlü bir kültür kenti. Bu çocuğa da artistliği iyi öğretmişler.” Bu meşhur sözü sanırım hepiniz çok kez duydunuz. Mourinho’nun bahsettiği çocuk bugünlerde dünyanın göreceli de olsa en iyi futbolcusu. Kendisini adam akıllı saymaya başlamamıza yarayan mücadele ise yine bu sözün sarf edildiği mücadeleydi. 2005-2006 sezonunda oynanan Şampiyonlar Ligi ikinci tur mücadelesi; Chelsea-Barcelona.

Chelsea büyük yatırımları yapar. Ünlü oligarklardan Roman Abramovich’in tek istediği şey ise artık Şampiyonlar Ligi’dir. Ona göre yatırımına yön verir ve Mourinho’nun istediği tüm futbolcuları bir bir kadroya dahil eder. Bu hikayeyi defalarca duyduğunuza eminim. Geleceğim nokta ise Roman’ın kulübünün –flash back yapınız- o dönemin en popüler ve en güçlü kulüplerinden biri olduğudur. Yine görecelidir ki o sezon Chelsea’nin en ütopik görüntü çizdiği sezondur. Karşıdaki takım ise Pep Guardiola’ya miras kalacak olan Frank Rijkaard’ın takımı. 

Bir sezon önce yine ikinci turda karşılaşıp Chelsea’nin bir üst tura çıktığı eşleşmeyi –özellikle Ronaldinho’nun performansını- dün gibi hatırlarım. Bu tur da onun bir rövanşı niteliğindeydi.  Stamford Bridge’de çıkılan ilk mücadele yine gergin başladı. Sert rakibe karşılık Barcelona teknik oyuncularıyla üstün olmaya çalışıyordu. Tabiri caizse –ırkçılık içermez(!)- Baskonialı Asier del Horno 30 sırt numaralı çocuk tarafından maymun edilir. Ardından gelen sert darbe ile yere düşen ve acı içinde kıvranan çocuk del Horno’yu attırır ve resitale başlar. Ağabey’i diyebileceğimiz Ronaldinho’nun önüne geçtiği ilk maç olur ve Mou’nun da oklarının hedefi olmayı başarır. Başarır diyorum çünkü Mou hiçbir zaman kendisine dokunmayan “yılana” çatmaz. Lionel Messi artık Province of Barcelona’nın göz bebeği olmuştur.  2-1’lik deplasman galibiyeti evde alınan 1-1’lik beraberlik ile hikayenin sonu şampiyonluğa kadar uzanır.

Bir sonraki yılda da grup seviyesinde bir eşleşme yaşanır ve Chelsea evinde 1-0 galip gelip, deplasmanda 2-2’lik beraberliği alarak grubu lider olarak tamamlar. Anlayabileceğiniz gibi UEFA’nın şu an ekmeğini yediği El-Clasico’lar gibi o dönemde de Chelsea-Barcelona eşleşmeleri revaçtaydı.

Seneler bir bir ilerliyor ve saniyelerin büyük etken olduğu futbolda dengeler değişiyordu. İki takımda da kökten denilebilecek değişimler yaşanıyordu. Mourinho’nun Rosenborg mağlubiyeti ile istifa etmesinin ardından Chelsea bambaşka bir kimliğe bürünüyordu. Bu kimlikte Mourinho’nun izleri olmaya devam edecekti pek tabii. Barcelona ise Rijkaard’ın o dönem içinde macera diye nitelendirilebilecek olan hamleleri neticesinde kendi kendini duraklama devresine sokuyordu. Neticesinde de yerini efsane Guardiola’ya bırakacaktı. Guardiola’nın geliş senesine tekabül eden sene içinde Rijkaard’ın mirasını akil bir şekilde kullanıp, takımı acaip bir seviyeye taşıyacaktı. Yine o sene içinde aktörlerin farklı olduğu bir Chelsea-Barcelona mücadelesi bizi bekliyordu. 

Guus Hiddink’in takımlarının kimliği haline gelen –iki istisna olabilir. Fenerbahçe ve milli takımda göremedik sanırım- alan savunması ile Barcelona’yı Camp Nou’da mükemmel bir şekilde durduruyordu. Oynattığı futbol medya tarafından acaip tepkiler alsa da ne yapabilirdi ki? Barcelona’yı durdurmanın yolu sadece bu olabilirdi. Keza açtığı yoldan Mourinho bunu başardı –tartışmaya açık konular.Adını yazamadığım yanardağ patlaması vs.-.  Stamford Bridge’de Essien’in maçın başında attığı olağanüstü gol sonrasında yine aynı taktiği uygulamaya başladılar. Tüm takım inanılmaz bir şekilde müdafaa ediyordu. Maçın sonunda, hatta uzatmaların da sonunda Messi’nin asisti ve İniesta’nın yine Essien gibi mükemmel vuruşu neticesinde hafızalardan silinmeyecek o görüntüler oluşuyordu. Neresinden bakarsanız epik bir maç olmuştu. Hatta epik bir seri. Biraz daha ileriye götürecek olursak epik bir rekabet de diyebiliriz.

Bu rekabete bir halka da yarın gece ekleniyor. Rekabetin başından beri üstüne koyan bir Barcelona varken, karşılarında da gittikçe düşüşe geçen bir Chelsea var. Silik karakter Di Matteo’nun başa gelmesiyle vasatına ulaşan Chelsea’nin Barcelona karşısında neler yapabileceği büyük bir soru işareti. Nereden bakarsanız bakın, Barcelona bu turun mutlak favorisi. Maziye saygıdan ötürü büyük bir heyecan ile bu maçı bekleyeceğiz. Bakalım bizim tiyatrocu çocuk bugün neler yapacak? Belki de daha önemlisi 21 Nisan gecesi neler yapacak hep birlikte göreceğiz. 

NOT: Biraz geçmişi analım:
          1.Tiyatro Meselesi
          2.Epik Mücadele

Ufuk Tolga Aldırmaz





16 Nisan 2012 Pazartesi

Yedek Kulübesi #1

Yedek Kulübesi'nde bu hafta Spor Toto Süper Fina ve Avrupa Ligi Grubu, Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi eşleşmelerini konuştuk. Araya bir de ekstradan El-Clasico attık. Keyifli dinlemeler.


12 Nisan 2012 Perşembe

Olaylar Olaylar-Süper Final Süreci


Futbol tarihimizin en garip sezonlarından birini geçirdik. Çok basit bir tabir olacak ama gerçekten her şey yaşandı. Leyla ile Mecnun izlemem lakin –çok eleştiri alıyorum bu konuda- dizide kalıplaşmış olan bir söz var: Olaylar olaylar… Güzide dizinin yine kendisi gibi güzide olan ikilemesi ciddi anlamda futbol dünyamızın bu sezonki özetiydi. 3 Temmuz süreciyle başlayan bir sezondan başkası da beklenmez pek tabii. Yine 3 Temmuz sürecinin getirilerinden birine geldi sıra: Süper Final…

Böylesine ağır toplarla oynanacak bir ufak çapta ligi ilk defa göreceğiz. Her şeyini tartışabiliriz. Oluşum süreci, sebebi, ekonomik çıkarları, şunu, bunu bu böyle uzar gider. Tartışamayacağımız tek şey ise hepimizin heyecanlı olduğu. Tabii ki bu heyecanın içinde şampiyonluk olsun Şampiyonlar Ligi olsun çeşitli kazanımlar olacak. Bu kazanımlar pastanın üzerindeki krema gibi. Mühim olan –en azından benim için- bu denli derbileri ardı ardına ve altı hafta boyunca izleyecek olmak. Sene içindeki derbi heyecanları bir kenara, turnuva niteliğinde derbi şöleni izlemek gerçekten hangi boyutundan bakarsanız bakın ilginç olacak. Birbirinden değişik maçlar ve öyküler göreceğimizden şüphe yok. Bunu takımlarımızın futbol kalitesinin farkındalığında olan bir birey olarak yazıyorum, evet. Arma, forma, tribün meselesidir benim kast ettiğim. Bunun için geçen yıl lig başlamadan önce Almanya’daki Fenerbahçe-Galatasaray derbisini hatırlamanız demek istediğim şey için en açıklayıcı örnek olacaktır.

Birbirinden değişik olacak olan maç programımız ise şöyle:

1.Hafta;
Beşiktaş-Galatasaray
Fenerbahçe-Trabzonspor

2.Hafta;
Galatasaray-Fenerbahçe
Trabzonspor-Beşiktaş

3.Hafta;
Trabzonspor-Galatasaray
Fenerbahçe-Beşiktaş

4.Hafta;
Galatasaray-Trabzonspor
Beşiktaş-Fenerbahçe

5.Hafta;
Trabzonspor-Fenerbahçe
Galatasaray-Beşiktaş

6.Hafta;
Fenerbahçe-Galatasaray
Beşiktaş-Trabzonspor

Maçlar bu hafta sonu başlıyor. Puan durumu ise: “Galatasaray 39,Fenerbahçe 34,Trabzonspor 28,Beşiktaş 28” şeklinde. Başlangıç öncesi takımlarımızı tek tek irdeleyelim.

GALATASARAY

Gerçekçi olmak gerekirse Galatasaray’ın ligi bu noktada bitiriyor olması ve rakiplerine bu kadar puan farkı yapmış olmasını pek beklemiyordum. Fatih Terim’in gelişi ve kadroda büyük çapta bir revizyon neticesinde geçtiğimiz sezonun küllerinden doğan bir anka kuşu var karşımızda.

Sallantıda başladıkları ligin faturasını Fatih Terim taktik düzenine kesti. İlk yarıdaki mahkum geçen Beşiktaş mücadelesinden sonra takımını 4-4-2 düzenine sokup, oturttu. İlerleyen haftalarda rahat takvimlerinin de etkisiyle geçiş sürecini fazla puan kaybı yapmadan sonlandırdılar. Tabii ki bunun en büyük etkeni Fatih Terim’dir. Oyuncular arasında yaratılan sinerji geçtiğimiz haftaya kadar mükemmel diye nitelendirilebilirdi. Neyse ki bu süreci kendileri adına iyi bir şekilde sonlandırdılar ve normal kadro yapılarına büründüler.

Fatih Terim’in hakkını verdik ancak bunu sağlayan oyuncularına değinmezsek olmaz. Nicelik olmasa da nitelik anlamında yaşanan değişimler bugünün sırrıdır. Muslera,Eboue,Ujfalusi,Melo,Elmander gibi yabancıların tabiri caizse takıma cuk diye oturması, akabinde de Selçuk,Necati ve hatta Semih gibi yerlilerin onlara eşlik etmesi ile gerçekten önemli bir harmoni yakalanmış oldu. Kilit nokta ise daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Selçuk-Melo ikilisi. Özellikle Selçuk’un takımı sırtladığını söylersek de yanılmış olmayız. Büyük ihtimal bildiğimiz oyuncu düzeniyle çıkacakları maçlarda yine bu ikili önemli görevler üstlenecek.

Açıkçası hiçbir maç için bir uzun uzadıya yorum yapmak istemiyorum. Sürprizlere çok açık mücadeleler yaşanacaktır lakin Galatasaray için önemli haftalara bakacak olursak ilk iki İstanbul derbisi şampiyonluk yolunda en büyük engeller olarak göze batıyor. Gerçi form grafiklerini düşünürsek iki takımdan da üstün bir Galatasaray bulacağız. Ek olarak son haftaki Fenerbahçe derbisi de çok büyük bir sürpriz olmazsa şampiyonluk mücadelesi olacak. Normal sezondaki ev sahipliğini Fenerbahçe’nin yapmış olduğu derbide bana kalırsa psikolojik avantajı yakalayan Galatasaray’ın o maçta da bir adım önde olacağını düşünmekteyim.

FENERBAHÇE

Yazının başında da belirttiğim gibi 3 Temmuz süreci ile girdiğimiz sezonun baş aktörü maalesef Fenerbahçe. Bu süreçte itibar kaybettiği aşikar. Bunun yanı sıra özellikle futbol açısından bakacak olursak büyük güç kaybı yaşadılar. Andre Santos,Lugano ve Niang’ın gidişi Fenerbahçe’ye çok kan kaybettirdi. Yerine getirilen oyuncuların da vasat performansları belki de lider ile arasındaki puan farkının en büyük nedenlerinden biri.  Bu noktada Moussa Sow transferini bir kenara koymak istiyorum. Ondan beklentim büyük. Geldiğinden beri iyi iş çıkardı ve çıkarmaya da devam edecektir.

Aykut Kocaman’ın takımına sezon başından beri şöyle bir kuşbakışı bir gözlem atacak olursak her zamanki gibi Alex göze batmakta. Onu anlatmak gibi bir gaflete düşmeyeceğim.Alex dışında en büyük verimin(en azından sezonun ikinci bölümünde) Miroslav Stoch’tan geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Aynı şekilde ne kadar sorunlar yaşasa da Emre’nin ve bu sezonki çıkışıyla zaman zaman beklenmedik işler yapan Baroni’yi de unutmamak lazım. Gelgelelim aynı şekilde diğer eski ve yeni oyuncuların vasatlığının üstünü örtemeyiz. Reto Ziegler gibi bana göre facia bir transfer var ortada. Aykut Hoca’nın Zeigler’i almayı gövde gösterisi olarak nitelendirmesi de ayrı bir dünya tabii. Aykut Hoca’nın açıklamaları bir kenara bu sezon takımına yaptığı ya da daha doğrusu yapamadığı müdahaleler yüzünden ket vurduğu da aşikar. Kendisi adına da sıkıntılı bir performans grafiği var. Doğruları yapmakta her zaman geç kalıyor. Fenerbahçe adına bu dönemde çok büyük handikap kesinlikle.

Galatasaray derbilerini bir kenara koyacak olursak eğer Fenerbahçe için şampiyonluk yolunda en büyük sıkıntı deplasmandaki Beşiktaş ve Trabzonspor mücadeleleri olacaktır. Burada yaşanılacak mağlubiyetlerin telafisi olmaz. Değil şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi bile kaybedilebilir. Deplasman fobisi yenilirse ve de Aykut Kocaman handikapı aşılırsa Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı geçip şampiyon olması iş değil. Net.

TRABZONSPOR

Şenol Güneş gibi “filozof” bir teknik adamla başlanan lig için en kötü senaryo geçtiğimiz yıl sonunda kontratı biten tüm oyuncularını kaybetmek olsa gerekti. Evet, Trabzonspor neredeyse bütün iskeletini İstanbul takımlarına yolladı. İşin daha da kötüsü hiçbirinin yerini dolduramadı. Galatasaray’ın tersi olarak nicelik bakımında fazla nitelik yönünden ise son derece vasat transferler yapıldı. Burada da Fenerbahçe’deki Sow gibi bir diğer Afrikalı Zokora’yı bir kenara koyuyorum. Şenol Hoca’yı en fazla etkileyen ve devamlı serzenişte bulunduğu durum da buydu.

Sezona ilginçliklerle başladılar. CL’den elenmiş EL’den de elenmek üzereyken piyangodan bir Şampiyonlar Ligi bileti çıkmıştı. Bu onlar için aslında sıkıntılı bir durumdu. Kısa vadede mali açıdan önemli bir durum olduğu aşikar lakin bu sıkışık fikstürlü ligin sonu için pek hoş bir tablo oluşturmayacaktı. Nitekim öyle de oldu. Trabzonspor şu an Şampiyonlar Ligi değil de direkt şampiyonluk kovalayamıyorsa bunun en büyük nedeni de Şampiyonlar Ligi katılımıydı. Tüm bunları bir kenara koyacak olursak ülke futbolumuza mükemmel bir değer kattılar:Burak Yılmaz. Burak’ın yanında Colman’ın varlığı da Trabzonspor’un taşıyıcı kolonlarıydı. Süper Final’de de böyle olacaktır.

Kendileri için Fenerbahçe maçları sıkıntılı geçecektir. Rakipleri ise sırf bu nedenden dolayı Beşiktaş olacak. Fenerbahçe’yi iki maçta yenip de üstlerine çıkabilme umutları bana kalırsa Şenol Hoca’da bile yoktur. Ligin ikinci yarısındaki derbi performansı ile ilk yarısındakiler arasındaki fark gece ile gündüz arasındaki fark kadar. Umutlu bakabilmeleri için en büyük sebep de bu olsa gerek.

BEŞİKTAŞ


3 Temmuz sürecinin mağdurlarından biri daha. Serdal Adalı, Tayfur Havutçu ve Ahmet Ateş’in gözaltına alınmaları camiada büyük bir şok ile karşılandı. Bu kaos ortamında yönetim takımı Carlos Carvalhal’e emanet etti. Tereddütlü yaklaşıldı ki kesinlikle haklılık payı bu bağlamda yüksekti. Çeşitli kararlar verdi “emanetçi”. Guti gibi bir ismi yolluyor, Fernandes’e de cezayı kesiyordu.

Carlos Carvalhal eşliğinde lige ve Avrupa’ya güzel bir başlangıç yapan bir Beşiktaş vardı. Öyle ki EL’yi grubunda lider tamamlama başarısı elde edilmişti. Kulüp tarihinde bu bir ilkti. İlerleyen günlerde maç yoğunluğu takımı iki buçuk günde bir maça çıkarmaya başlamıştı. Sakatlıkların ardı arkası kesilmiyordu. Özellikle defans hattındaki sakatlıklar takımın belini büküyordu. Daha da önemlisi taraftarın takım ile özleştirdiği Quaresma’nın bir daha sakatlıktan kafa olarak dönememesi Beşiktaş’ı bitiren son darbe oluyordu. Son düzlükte takımı taşıyan ve herkesin beğenisini de kazanan Fernandes oluyordu.  Çeşitli kaos ortamlarından geçen takımın faturası da Carlos Carvalhal’e kesiliyordu(Aykut Kocaman için yaptığım eleştiriler bire bir Carlos Carvalhal için de geçerlidir.) . Yerine Tayfur Hoca getiriliyordu.

Fernandes’in futbol önderliği ve Tayfur Hoca’nın yönetimindeki Beşiktaş Süper Final’e Şampiyonlar Ligi parolasıyla çıkıyor. Yine gerçekçi bakmak gerekirse zor bir hedef. Öncelikle Galatasaray derbisi ile iyi bir başlangıç yapılmalı ki bu da Fenerbahçe’nin potaya iyice sokulması anlamına gelmekte. Moda girmiş bir Fenerbahçe’yi Beşiktaş’ın şu ortamda iki kez ardı ardına yenebileceğini pek düşünmüyorum ki Trabzonspor bölümünde belirttiğim gibi rakipleri Trabzonspor olacaktır. Üçüncülüğün elde edilip gelişen ortamda Şampiyonlar Ligi hedefi konulması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu iki takım arasındaki mücadelenin bir adım önde olan tarafı da Beşiktaş olacaktır.

Tüm bunları toparlayacak olursak her şeye gebe bir Süper Finalimiz var. Fenerbahçe-Galatasaray ve Trabzonspor-Beşiktaş arasında olacak bir blok mücadele beklemekteyim. Bu mücadelenin üstünlüğü hangi takımlarca ele geçirilecek hep birlikte göreceğiz. Bize de bu futbol şölenini keyifle izlemek düşecek. Şimdiden keyifli seyirler efendim. 

NOT: Buraya bir tek Fatih Terim'in resmini koymam açıkça bir mesajdır. Saygılarımla.

Ufuk Tolga Aldırmaz 









2 Nisan 2012 Pazartesi

Bir Adam Portresi


Carlos Carvalhal… Ben ona Carlos Hoca derdim. Daha samimi kelimeler kullanabilirdim belki bu samimiyete ama huyum kurusun biraz soğuk bir mizaca sahibim. Gerçi kendilerinin sıcakkanlılığı, cana yakınlığı bize bile yeterdi ya, neyse.

Adamcağızın arkasından ölmüş gibi bir giriş yaptım sanki lakin bu günden sonra suratlarımızda bir tebessüm bırakır ise eyvallah. Bugün uzun zamandır beklenen haber geldi.  KAP’a yollanan açıklama resmiyete döktü işi.

Aslında yollarımız çok karanlık günlerde kesişmişti. “Emanetçi” damgasını yiyerek o koltuğa oturtuldu. Mösyö Mendes’in yeni getirilerinden biriydi. Ben de dahil beyefendiyi tanıyan hatta doğru düzgün ismini duyan bile yoktu. Yani o kadar açıktı ki “birilerinin” onu o mevkiiye getirdiği… Ön yargılarımızın dibe vurduğu anlarda camianın üzerindeki karabulutları bir Polyanna edasıyla dağıtma peşindeydi. Ağzında da her zaman aynı cümle vardı: “Tayfur Bey gelene kadar buradayım. Sonra işime döneceğim.”

Fena başlamadı bu beklenmedik adam. Belli ki hırslıydı. İstediklerini yapma peşindeydi. Emanetçi diye getirildiği takımın en marka ismini bir çırpıda ağaç budar gibi budadı. Guti HAZ ile Beşiktaş’ın serüveni son bulmuştu. Ardından bir de şu aralar taraflı tarafsız herkesin gözdesi konumunda olan adına on milyon Eurolar’ın havalarda uçuştuğu Fernandes’e taktı kafayı. Onu da buduyordu ki açmak istemediğim kimilerine göre öyle kimilerine göre böyle olan durumlar gerçekleşti. Öyle ki takım mükemmel seriler buluyor, Avrupa’da yoluna düzgün devam ediyordu. Kısacası doğru düzgün kimse “sallayamıyordu” adama.

Günler geçti, aylar geçti. Küçük çapta başarılar aldı bu adam. Kimilerine göre öyle kimilerine göre böyle durumları yine. Bekledik. Bakalım nereye varacak diye. Bekledik belki emanetçi olarak gelen adam ufak çapta bir peri masalı yapar diye. Zordu tabii kendine göre haklı sebepler de sunuyordu ortaya. Beklenen şekilde milletimizin o “normal” durumu baş göstermeye başladı. Kötü gidişin sonucunda itin bir tarafına sokulmaya başlandı adam. O bilindik mottolaşmış masallar tekrarlanmaya başladı yani. İstenilenin tam tersine…

E dedik ya o bilindik masallar diye. Masalın sonu da herkesin bildiği gibi bitiyordu. O son da bugün başladı. Güzel insan ile yollar ayrılmıştı. Yerine gelen adam ise Tayfur Havutçu. Hani şu futbolcusuna küfür eden. Ne diyelim herkes adına hayırlı olsun. Gerçekten hayırlı olmasını istediğim bir kişi varsa o da Carlos Carvalhal’dir. Eminim bahsederken adam dememe takıldınız. Adam dememin amiyane tabiri onun gerçekten “adam” olması. Carlos Hoca’yı unutmayacağım. Başarısızlık mı? Dert değil. Ben Beşiktaş’ı tuttuğumdan beri başarı kelimesinin anlamını unuttum. Böyle güzel insanlar bana yeter.

NOT: Carlos Carvalhal’in gidişi üzerine bir şeyler karalamak zorunda hissettim kendimi. Alelade yazılmış satırlar. Kusurumuz olduysa affola.

Ufuk Tolga Aldırmaz
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...