28 Nisan 2013 Pazar
Gözlemcinin Not Defteri: #8 Bruno Ecuele Manga
Bruno Ecule Manga, 16 Temmuz 1988 Libreville/Gabon doğumlu bir futbolcu. Futbolcu araştırırken benim için ilk kıstas yaştır. Genellikle 23 yaş altı isimleri incelemeyi severim lakin Manga özel bir oyuncu. Peşin peşin belirteyim.
Futbola yerel bir Gabon kulübü olan FC 105 Libreville'de başlayan Manga, Bordeaux gözlemcileri tarafından keşfedilir ve kulüp 2006 yılında onu kadrosuna katar. Yedek takımda geçirilen bir sezonun ardından Rodez'ye kiralanır. Burada bulduğu şansı iyi değerlendirir ve ikinci yarıda Ligue 2 ekiplerinde Angers'e kiralık olarak geçiş yapar. Burada bir buçuk yılı tamamlar ve 2010-2011 sezonunda Lorient'a katılır. Burada kilit noktalar Arsenal'a geçiş yapan Laurent Koscienly'nin yerini doldurmak amacıyla alınması ve ekstra olarak baba Gourcuff, Christian'ın oyuncu potansiyelinden çok iyi anlayan bir teknik adama olarak onu özellikle takıma kazandırmasıdır.O sezondan beri Lorient'ın önemli bir parçası haline gelen Manga, PSG ile oynanan sezonun ilk maçında sakatlanmıştı. Bu sakatlık onun üzerindeki gözlerdeki ilginin azalmasına neden oldu. Buna rağmen hala "taş" gibi bir oyuncu. Eski günlerine tam anlamıyla dönemese de, az kaldı diyelim.
Özellikler
İki ayağını da kullanabilen Manga'nın baskın ayağı sağ ayağı. Buna karşın genelde sol stoper mevkiisinde oynuyor.Ayaklarına hakimiyetinin yanı sıra topla olan ilişkisi de direkt olarak göze batıyor. Onu mevkiidaşlarından ayıran en büyük özelliği de bu topla olan ilişkisi.Bunu pas yüzdesinden de görebiliyoruz; 84.5. Bunun yanı sıra kendine güveni üst düzey. Sık sık Gerard Piquevari savunmadan topla çıkışları yapmakta. Avrupa'da revaçta olan, aranan stoper özelliklerinden birisi. Lafı evelemeyelim, geriden oyun kurma problemine bire bir diyelim.Soğuk kanlılığı ile bire birlerde geçilmesi zor bir isim haline geliyor. Buna karşın yukarıda bahsettiğim o sakatlık esnekliğinden biraz alıp götürmüş gibi. Bazen pozisyonlarda tepkime süresi uzayabiliyor. Hava toplarından boyunun avantajını iyi kullanıyor.Fizik olarak kendisini Kolo Toure'ye benzetiyorum. Rakibi korkutan cinsten bir isim. Bunların hepsi bir kenara en önemli özelliği defansın organizatörü olması. Çoğu maçta takımının kaptanlığını da yapıyor. Lider ruhu ile organizatörlük durumu birleşince tadından yenmez bir hal almıyor değil.
Kötüleyebileceğimiz yanı belki sakatlık neticesinde oluşan paslanmış özellikleridir. Bunun yanında en büyük sıkıntısı -tabii ne kadar sıkıntı diyebilirseniz- şut blokajının vasat oluşudur.
Kapalı savunma için de açık savunma için de aranılacak bir isim. Önünde oynayacak iyi bir süpürücü ile de verimini arttırırsınız, bir ufak tüyo daha olsun.
İleride Nereye Gider?
Arsene Wenger'in sevdiği tarzda isimlerden birisiydi aslında. Sakatlık onu "defolu" kategorisine sokar mı bilemiyorum ama büyük takımların ilgisi kesildi. Onu almak için sanırım tam da zamanıdır. Bir veya iki sezon daha sakatlığı nüks etmez ise önemli kulüplere kapağı atabilir.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Lorient Başkanı Loic Fery çok paragöz bir isim değil. En azından bir Louis Niccolin değil diyeyim. Sakatlık bahanesini de ön plana çıkarırsanız 5-6 milyon Euro'ya muhteşem bir modern stoper kazanmış olursunuz diyeyim. Lig standartı için epey iyi bir isim.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Corentin-Kıdemsiz Golcü
Altı yaşında US Chemery Mehers St.Romain, 13 yaşında Blois Foot 41 ve 15'inde Troyes. Corentin Jean'ın basamakları hızlıca çıkış sırası tam olarak budur. İki yıl akademide tabiri caizse takıldıktan sonra Lig Kupası'nda Rennes'e karşı ilk kez takımının formasını giydi, bir de gol kaydetti. Ligde de teknik direktörü ona git gide artan dakikalarda şanslar vermeye başladı. Hatta bir ara taraftardan tepki bile gördü Jean-Marc Furlan. Kadroda bulunan daha "kıdemli" forvetler vardı en nihayetinde.
Furlan gelen tepkilere aldırış etmedi ve Jean'ı oynatmaya devam etti. Karşılığında gelmeyen gol, Reims'e karşı gelecekti. 4-2 mağlup olmalarına rağmen o, takımının iki golünün altında da imzasını barındırıyordu. Daha sonra bir gol de son şampiyon Montpellier'nin ağlarına gönderdi. Takımdaki kıdemli forvetlerden daha fazla gol atmış oluyordu böylece, Jean.
Fransız milli takımının ilgili yaş kategorilerinde de forma giyen Jean ülkesi adına uluslararası turnuvalarda da boy göstermekte. Ligin son sırasına demirleyen Troyes'in gelecek sezon Ligue 2'de önemli bir parçası haline gelip sıçrayış yapabilir. Adını zihnimizin bir köşesine yazalım şimdiden.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Etiketler:
Corentin Jean,
Jean-Marc Furlan,
Ligue 1,
Ligue 2,
Troyes
Gözlemcinin Not Defteri: #7 Serge Aurier
Toulouse'un 20 yaşındaki sağ ve sol bek mevkiilerinde oynayabilen oyuncusu Serge Aurier Fildişi Sahilleri doğumlu. Küçük yaşta ailesi ile birlikte Fransa'ya göç ediyorlar. Futbol konusunda yetenekleri fark edilince ailesi tarafından yerel kulüplerin himayesine veriliyor. Birkaç yıl geçip 14 yaşına geldiğinde Villepinte'e "transfer" oluyor. Buradan direkt olarak o zaman Ligue 1 ekiplerinden biri olan Lens'a geçiş yapar. İzleyenler onda ışık görmektedir. Kendisini geliştirir. Değişik mevkiilerde de boy gösterir bu yıllarda. 16 yaşında ilk profesyönel kontratına imza atıp Fransa Kupası'nda Lorient'a karşı ilk kez forma giyecektir. Lens küme düştükten sonra kulübünde düzenli olarak forma giymeye başlayacaktır. Burada birçok kulübün dikkatini çeker ve 1.5 milyon Euro karşılığında Toulouse'a transfer olur.
Özellikler
Yukarıda da belirttiğim gibi sağ ve sol bek oynayabilen bir isim. Sağ ayaklı olmasına rağmen sol bekte de en az sağ bekte verdiği performansı vermekte. Bunun dışında orta sahanın sağı, solu ve hatta stoper olarak da forma giyebilmekte Aurier. Hızlı bir isim. Hızının yanında topla olan ilişkisinin ortalamanın üstünde olması neticesinde bir bek için iyi bir sprinter olduğunu söyleyebiliriz. Hücum olarak komple bir bekten alabileceğiniz verimi size verecektir. Bunu henüz istatistiklere yansıtabilmiş değil. 73'ü ilk on bir olmak üzere çıktığı 92 karşılaşmada iki gol beş asistlik bir performans göstermiş. Bunun üzerine zamanla rahatça çıkacağını dillendirmeliyim.
Aurier hücumsal katkısından daha fazlasını savunma yönüyle veriyor. Örnekler üzerinden gidecek olursak Ligue 1'de açık ara en iyi sağ bek olarak göze çarpan Christophe Jallet ile karşılaştırabiliriz. Jallet'nin top kapma istatistiği 2.7 iken Aurier'in 3.6. Aynı şekilde interception diye tabir edilen o pas aralarında da 2.1'e 2.7'lik bir üstünlüğü söz konusu.
Pas oyununa yatkınlığı ise iyi seviyede. Maç başına 36 civarı pas yaparken başarı yüzdesi 82.5. Uzun top seçeneğini fazlaca kullanmamasına rağmen iyi işler de çıkarıyor. Hiç fena değil, değil mi?
İleride Nereye Gider?
Savunma çizgisinin yanında hücumsal zenginlik de katar ve bunun istatistiklere vurmaya başarırsa net biçimde Premier League'in başaltı takımlarına sıçrama yapabilecek potansiyelde. Lens'ten beri gelişimini takip eden kulüpler olduğu biliniyor. Buna karşın herhangi bir hamle gelmedi. Bu sezon sonunda da geleceğe benzemiyor. Hızlı davranıldığı takdirde ülkemize rahatlıkla getirilebilecek bir isim olarak göze çarpıyor.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Toulouse'un ona yaptığı yatırımı da düşününce 3-4 milyon Euro civarında bir ücrete rahatlıkla bitirilebilir. İyi pazarlık ile belki daha az bir miktar bile ödenebilir. Vereceğiniz her kuruşun karşılığını öyle veya böyle alırsınız, temin edebilirim.
Ufuk Tolga Aldırmaz
27 Nisan 2013 Cumartesi
Fussballmeister: Borussia Dortmund!
Özellikle beklediğim Borussia Dortmund ile Real Madrid arasındaki mücadele çarşamba gecesi 4-1'lik skor ile son buldu, bildiğiniz gibi. Maçı "endüstriyel futbol" kisvesi altında bolca sövmeme sebep olan link arama işlemi yüzünden eksiksiz olarak izleme şansını bulamamıştım. Bundan ötürü maçı torrentten çekip naçizane bir analiz gireyim dedim. En sonunda indirip, izleme şerefine nail oldum. Emeği geçenler var olsun diyeyim.
Westfalenstadion'da oynanan karşılaşma hakikaten beklendiği gibi taktik bir savaşa dönüştü. Bunda çeşitli etkenler vardı pek tabii. Öncelikle ev sahibinin geneli itibari ile maç öncesi yazımda da belirttiğim düzenin dışında pek bir gelişme ile sahada olmadığını dillendireyim. Maçtan önce kadrolar sosyal medyaya düştüğünde kafamdaki tek soru işareti Jakub Blaszczykowski'nin Kevin Grosskreutz yerine sahada yerini almış olmasıydı. Orta alandaki esnekliği sağlayıp sağlayamayacağı hakkında bir düşünce oluşturmuştum çapımda. Jürgen Klopp bu düşünceyi boşa çıkardı, peşin peşin söyleyeyim. Marco Reus'un maçın genelinde sol tarafta oynaması ve Kuba'nın üzerine düşen görevi Mario Götze'nin de saha içi yardımları ile birlikte yerine getirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Karşı tarafta ise Angel Di Maria'nın özel durumları ile birlikte hem zorunlu hem de taktisel düşünce anlamında bir değişim söz konusuydu. Yine o meşhur(!) maç öncesi yazımda üstünde defalarca durduğum Xabi Alonso'ya baskıyı kırmak adına Luka Modric hamlesi gelmişti. Öyle ki Modric hamlesi altta da görebileceğiniz gibi Real Madrid'in artık klasikleşmiş o 4-2-3-1'ini 4-3-3'e evirecekti. Mesut Özil'in de ortaya kırık biçimde sağda oynaması daha da sağlam bir orta alan anlamına gelecekti, kağıt üstünde.
Modric hamlesinin en büyük dayanağı net biçimde oyun kontrolü ve tempoyu elde tutmaydı. Jose Mourinho tempoyu Dortmund'a bırakırsa başına geleceklerin farkındaydı. Takımının geri dönüşlerde bu seviyede sıkıntı yaşadığı aşikar. Daha yedinci dakikada Reus ile gelen kontradan sonra jest ve mimikleri de takımına tempoyu düşürmeleri gerektiğini gösteren cinsteydi.
Bunların yanı sıra Dortmund yine orta alanda özellikle Alonso'ya olmak üzere ekstra olarak da Real Madrid geri dörtlüsüne baskı yapacaktı. Alonso stoperlerin arasına girmek sureti ile top çıkarma çabasına girecekti. Yanında bulunan Modric ve Sami Khedira'nın İlkay Gündoğan ve Sven Bender'in insanüstü baskısına dayanamaması neticesinde yine yalnız kalacaktı. Diğer çözüm olarak işaret ettiğim/edilen durum ise bekler ile top çıkarmaktı. Bunun yapılamamasının ilk sebebi Mourinho'nun tercihleriydi. Yukarıda da belirttiğim gibi bu kadar "sağlam" bir orta alandan oyun merkezini beklere kaydırmak hiç de kolay bir iş olmazdı. İkincil sebep ise Dortmund'un beklere uyguladığı "overload". Özellikle Fabio Coentrao'ya gelen bu baskı maç boyunca Sergio Ramos'a göre ofansif meziyetleri daha üst düzey olmasına rağmen Portekizli'yi sahadan silecekti.
Üstüne üstlük "gegenpressing'in" de layıkı ile uygulanması neticesinde Real Madrid hiç düşmediği bir savurgan oyun oynama zorunluluğuna düşecekti. Nitekim attıkları golün şans unsurunu fazlaca barındırması da alışık olmadığımız bu duruma iyi bir örnek olacaktı.
Gegenpressing ile vakıf olunan dinamizm, tam saha baskı ile uygulanan muhteşem alan savunması ve kompakt bekleyişe çözüm bulamayan Real Madrid'in acziyeti ile birlikte Robert Lewandowski'nin üstün oyunu skor tabelasının bu denli farklı oluşunun tesadüf olmadığını gösterecekti. Takım olarak muhteşem biçimde sahayı parselleyen ve rakibini etkisiz bırakan Dortmund'un potansiyelinin tamamını sahaya yansıttığını söyleyecek olursak yanılmayız. Bunların yanına bir de Mourinho'nun iş işten geçtikten sonra yaptıkları hamleleri de ekleyince Dortmund ve Klopp'un maçı, hatta turu ne kadar hak ettiğini söyleyebiliriz.
İki hafta sonra -yanılıyor olabilirim- oynanacak rövanşta Real Madrid'in insanüstü bir performans sergileyeceğini düşünüyorum. Zaman tüneline girdiğimizde Real Madrid'in hafızam beni yanıltmıyorsa Borussia Mönchengladbach'a karşı böyle bir hezimetten turu çevirdiğini göreceğiz. Olamaz mı? Olabilir. Tarihin tekerrür ettiğini daha önce de gördük lakin futbolun azıcık adaleti varsa Dortmund'a ait olan o peri masalı kupanın alınması ile tamamlanacaktır.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Westfalenstadion'da oynanan karşılaşma hakikaten beklendiği gibi taktik bir savaşa dönüştü. Bunda çeşitli etkenler vardı pek tabii. Öncelikle ev sahibinin geneli itibari ile maç öncesi yazımda da belirttiğim düzenin dışında pek bir gelişme ile sahada olmadığını dillendireyim. Maçtan önce kadrolar sosyal medyaya düştüğünde kafamdaki tek soru işareti Jakub Blaszczykowski'nin Kevin Grosskreutz yerine sahada yerini almış olmasıydı. Orta alandaki esnekliği sağlayıp sağlayamayacağı hakkında bir düşünce oluşturmuştum çapımda. Jürgen Klopp bu düşünceyi boşa çıkardı, peşin peşin söyleyeyim. Marco Reus'un maçın genelinde sol tarafta oynaması ve Kuba'nın üzerine düşen görevi Mario Götze'nin de saha içi yardımları ile birlikte yerine getirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Karşı tarafta ise Angel Di Maria'nın özel durumları ile birlikte hem zorunlu hem de taktisel düşünce anlamında bir değişim söz konusuydu. Yine o meşhur(!) maç öncesi yazımda üstünde defalarca durduğum Xabi Alonso'ya baskıyı kırmak adına Luka Modric hamlesi gelmişti. Öyle ki Modric hamlesi altta da görebileceğiniz gibi Real Madrid'in artık klasikleşmiş o 4-2-3-1'ini 4-3-3'e evirecekti. Mesut Özil'in de ortaya kırık biçimde sağda oynaması daha da sağlam bir orta alan anlamına gelecekti, kağıt üstünde.
Maç içindeki örneklerden sadece biri |
Modric hamlesinin en büyük dayanağı net biçimde oyun kontrolü ve tempoyu elde tutmaydı. Jose Mourinho tempoyu Dortmund'a bırakırsa başına geleceklerin farkındaydı. Takımının geri dönüşlerde bu seviyede sıkıntı yaşadığı aşikar. Daha yedinci dakikada Reus ile gelen kontradan sonra jest ve mimikleri de takımına tempoyu düşürmeleri gerektiğini gösteren cinsteydi.
Bunların yanı sıra Dortmund yine orta alanda özellikle Alonso'ya olmak üzere ekstra olarak da Real Madrid geri dörtlüsüne baskı yapacaktı. Alonso stoperlerin arasına girmek sureti ile top çıkarma çabasına girecekti. Yanında bulunan Modric ve Sami Khedira'nın İlkay Gündoğan ve Sven Bender'in insanüstü baskısına dayanamaması neticesinde yine yalnız kalacaktı. Diğer çözüm olarak işaret ettiğim/edilen durum ise bekler ile top çıkarmaktı. Bunun yapılamamasının ilk sebebi Mourinho'nun tercihleriydi. Yukarıda da belirttiğim gibi bu kadar "sağlam" bir orta alandan oyun merkezini beklere kaydırmak hiç de kolay bir iş olmazdı. İkincil sebep ise Dortmund'un beklere uyguladığı "overload". Özellikle Fabio Coentrao'ya gelen bu baskı maç boyunca Sergio Ramos'a göre ofansif meziyetleri daha üst düzey olmasına rağmen Portekizli'yi sahadan silecekti.
Akan oyunda İlkay'dan Alonso'ya baskı |
"Normal" oyunda gelen Alonso'ya baskı |
Coentrao'ya yapılan baskı ve neticesinde gelecek olan top kaybı |
Üstüne üstlük "gegenpressing'in" de layıkı ile uygulanması neticesinde Real Madrid hiç düşmediği bir savurgan oyun oynama zorunluluğuna düşecekti. Nitekim attıkları golün şans unsurunu fazlaca barındırması da alışık olmadığımız bu duruma iyi bir örnek olacaktı.
Gegenpressing ile vakıf olunan dinamizm, tam saha baskı ile uygulanan muhteşem alan savunması ve kompakt bekleyişe çözüm bulamayan Real Madrid'in acziyeti ile birlikte Robert Lewandowski'nin üstün oyunu skor tabelasının bu denli farklı oluşunun tesadüf olmadığını gösterecekti. Takım olarak muhteşem biçimde sahayı parselleyen ve rakibini etkisiz bırakan Dortmund'un potansiyelinin tamamını sahaya yansıttığını söyleyecek olursak yanılmayız. Bunların yanına bir de Mourinho'nun iş işten geçtikten sonra yaptıkları hamleleri de ekleyince Dortmund ve Klopp'un maçı, hatta turu ne kadar hak ettiğini söyleyebiliriz.
İki hafta sonra -yanılıyor olabilirim- oynanacak rövanşta Real Madrid'in insanüstü bir performans sergileyeceğini düşünüyorum. Zaman tüneline girdiğimizde Real Madrid'in hafızam beni yanıltmıyorsa Borussia Mönchengladbach'a karşı böyle bir hezimetten turu çevirdiğini göreceğiz. Olamaz mı? Olabilir. Tarihin tekerrür ettiğini daha önce de gördük lakin futbolun azıcık adaleti varsa Dortmund'a ait olan o peri masalı kupanın alınması ile tamamlanacaktır.
Ufuk Tolga Aldırmaz
26 Nisan 2013 Cuma
Yazı yazma çabaları: Mutluluktan yazamamak!
Dünyanın en kötü yazısını iftiharla sunarım..Böyle akıl tutulmasına can kurban. Siz o finale gidin,ben Amsterdam'da olayım,ömrümün geri kalan kısmını menenjit olarak yaşamaya razıyım.
Öğreniyoruz,alışıyoruz,kazandıkça büyüyoruz. Öncelikle, sırtında taşıdığu şerefli formanın, alın terilerine çamur sürülmüş bu güzel renklerin değerini bilen futbolcularımızı, golleriyle bu takıma yıllarca can vermiş Aykut Hocamı canı gönülden kutlarım.
Herhalde Yunanistan'ın Avrupa şampiyonluğundan sonra, başarısı medya manipülasyonuyla bu kadar küçültülen başka takım yoktur. Abartıyor da olabilirim,hakkımdır.
Evet, sizin gözünüzden konuşalım. Sizin beyin seviyelerinize olayı indirgeyelim. Bate kötü takım eledik, Plzen grubundan lider çıktı eledik, Benfica namağlup liginde ve Avrupa'da, yendik. 1-0 yendik, üzülüyoruz neden 4 olmadı diye!. Doğru, abartıldılar, ama peki Fenerbahçe'nin hakkı ne kadar verildi? Kompakt oynama, takım savunması, oyun mantalitesiyle Avrupa'nın analistlerince ''örnek'' hayran olunası takım olarak gösterilirken, siz neler diyordunuz?
Neyse bunu deme gereği duydum. Maç özelinde, ben,sen o biz siz onlarca çok fazla büyütülen, büyütülürken de karşısındaki büyük takım Fenerbahçe küçültüldü,doğru,yalan yok işimize de geldi gibi.
Lazio'ya benzer bir orta saha prototiplerine sahip Benfica'ya karşı da, savunmadan ve ön savunma bölgesinden 3 ve 4.bölgeye çoğunlukla dikey paslarla hücum aksiyonları denedik ki, hocanın taktik analizi en iyi burada ortaya çıktı. Özellikle Luisao'nun yokluğunda, stoperlerin ceza sahasına gönderilen her topta hataya müsait olduğu, pozisyon şansı tanıdığı savunmalarına karşı, öne dikey oynamak çok mantıklı bir fikir idi.
Paris Saint Germain'in Valencia maçındaki taktiğine benzer bir planla sahaya yayıldığını düşündüğüm Benfica, savunmada yer yer 3'lüye geçişler yaptı. Matic ve 19'luk orta saha ile önlerine, ileri 3'lüyü beslemek için yerleştirilmiş Aimar'ı Topal ve Raul ile hızlı baskı ile kitleyen Fenerbahçe orta sahası, merkezde kapılan çabuk toplarla, ön alan oyuncularıyla hareketlilik aradı.
İki takım da 4-2-3-1 oynadı ama fark kenarda ortaya çıktı!
Bu sözler benim değil, kanımca Avrupa'nın en iyi analisti olan Zonal Marking'deki adını hatırlayamadığım abimizin.
Haklıydı da, kenarlarda sol kanattan aradığı ataklar haricinde etkili gelemeyen ve merkezde de büyük bir presle karşılaşan Benfica, çoğu zaman Cardozo'nun vücuduna atılan toplarda Salvio'yu kullanmayı denedi ki, orada gladyatör Egemen devreye girdi. Cardozo'ya top aldırmamak? desem yeter sanırım.
Yetmedi, 1.94'lük Avrupa'nın en iyi santrforlarından biri olan Cardozo'ya top aldırmayan Egemen, Ziegler'in zorlandığı pozisyonlarda da sol stoper kademesinde hayati müdahaleler yaptı. Farkındayım bireysel anlamda övmek çok zor oluyor, her biri harika oynadı,hayatımda yazmak istediğim belki de en iyi yazıydı bu,o kadar heyecanlı ve mutluyum ki,beyin,mantık,koordinasyon durdu adeta.
Pek sevmem ama istatistiklerden bahsedelim.
UEFA Şampiyonlar Ligi'nde 23 Ekim 2012'de Spartak Moskova'ya 2-1 yenildiği maçın ardından 38 resmi maçta rakiplerine boyun eğmeyen Benfica, 39. maçta Fenerbahçe'ye mağlup oldu. Portekiz temsilcisi 38 maçta 31 galibiyet, 7 beraberlik almıştı.
En son Ekim ayında S.Moskova'ya yenilen takımı yendik. Bu hem övgü hem de bizim için bir done içerir aslında. Zira Porto'nun çok kötü olduğu ligde aldıkları namağlupluğun benim nazarımda çok da bir anlamı yok. Avrupa'da Celtic, Moskova gibi takımlara yenilen bir takımın nereden ve nasıl çökertileceğinin yolu buralardan geçiyor.
İnanın çok şey var demek istediğim,yapmak istediğim tespit,olmuyor be olmuyor,beyin durdu,akmıyor,koordinasyon yok.
Bir parantez de '' Hocam''a
Yalan yok,taktik analiz, hamle konusunda çok fazla şüphem vardı hakkında Ben utandırılmaktan, çok utanan bir insanım,yanılmayı sevmem. Ama hayatımda hiç keyif almadığım kadar keyif alıyorum, hocam beni utandırınca. Tek kelime ile muhteşem bir gece, muhteşem analiz, harika futbol,istek arzu çok şey var be hocam, yüreğine sağlık. Sen böyle ol,ben yerin dibine gireyim,razıyım.
Öğreniyoruz,alışıyoruz,kazandıkça büyüyoruz. Öncelikle, sırtında taşıdığu şerefli formanın, alın terilerine çamur sürülmüş bu güzel renklerin değerini bilen futbolcularımızı, golleriyle bu takıma yıllarca can vermiş Aykut Hocamı canı gönülden kutlarım.
Herhalde Yunanistan'ın Avrupa şampiyonluğundan sonra, başarısı medya manipülasyonuyla bu kadar küçültülen başka takım yoktur. Abartıyor da olabilirim,hakkımdır.
Evet, sizin gözünüzden konuşalım. Sizin beyin seviyelerinize olayı indirgeyelim. Bate kötü takım eledik, Plzen grubundan lider çıktı eledik, Benfica namağlup liginde ve Avrupa'da, yendik. 1-0 yendik, üzülüyoruz neden 4 olmadı diye!. Doğru, abartıldılar, ama peki Fenerbahçe'nin hakkı ne kadar verildi? Kompakt oynama, takım savunması, oyun mantalitesiyle Avrupa'nın analistlerince ''örnek'' hayran olunası takım olarak gösterilirken, siz neler diyordunuz?
Neyse bunu deme gereği duydum. Maç özelinde, ben,sen o biz siz onlarca çok fazla büyütülen, büyütülürken de karşısındaki büyük takım Fenerbahçe küçültüldü,doğru,yalan yok işimize de geldi gibi.
Lazio'ya benzer bir orta saha prototiplerine sahip Benfica'ya karşı da, savunmadan ve ön savunma bölgesinden 3 ve 4.bölgeye çoğunlukla dikey paslarla hücum aksiyonları denedik ki, hocanın taktik analizi en iyi burada ortaya çıktı. Özellikle Luisao'nun yokluğunda, stoperlerin ceza sahasına gönderilen her topta hataya müsait olduğu, pozisyon şansı tanıdığı savunmalarına karşı, öne dikey oynamak çok mantıklı bir fikir idi.
Paris Saint Germain'in Valencia maçındaki taktiğine benzer bir planla sahaya yayıldığını düşündüğüm Benfica, savunmada yer yer 3'lüye geçişler yaptı. Matic ve 19'luk orta saha ile önlerine, ileri 3'lüyü beslemek için yerleştirilmiş Aimar'ı Topal ve Raul ile hızlı baskı ile kitleyen Fenerbahçe orta sahası, merkezde kapılan çabuk toplarla, ön alan oyuncularıyla hareketlilik aradı.
İki takım da 4-2-3-1 oynadı ama fark kenarda ortaya çıktı!
Bu sözler benim değil, kanımca Avrupa'nın en iyi analisti olan Zonal Marking'deki adını hatırlayamadığım abimizin.
Haklıydı da, kenarlarda sol kanattan aradığı ataklar haricinde etkili gelemeyen ve merkezde de büyük bir presle karşılaşan Benfica, çoğu zaman Cardozo'nun vücuduna atılan toplarda Salvio'yu kullanmayı denedi ki, orada gladyatör Egemen devreye girdi. Cardozo'ya top aldırmamak? desem yeter sanırım.
Yetmedi, 1.94'lük Avrupa'nın en iyi santrforlarından biri olan Cardozo'ya top aldırmayan Egemen, Ziegler'in zorlandığı pozisyonlarda da sol stoper kademesinde hayati müdahaleler yaptı. Farkındayım bireysel anlamda övmek çok zor oluyor, her biri harika oynadı,hayatımda yazmak istediğim belki de en iyi yazıydı bu,o kadar heyecanlı ve mutluyum ki,beyin,mantık,koordinasyon durdu adeta.
Pek sevmem ama istatistiklerden bahsedelim.
UEFA Şampiyonlar Ligi'nde 23 Ekim 2012'de Spartak Moskova'ya 2-1 yenildiği maçın ardından 38 resmi maçta rakiplerine boyun eğmeyen Benfica, 39. maçta Fenerbahçe'ye mağlup oldu. Portekiz temsilcisi 38 maçta 31 galibiyet, 7 beraberlik almıştı.
En son Ekim ayında S.Moskova'ya yenilen takımı yendik. Bu hem övgü hem de bizim için bir done içerir aslında. Zira Porto'nun çok kötü olduğu ligde aldıkları namağlupluğun benim nazarımda çok da bir anlamı yok. Avrupa'da Celtic, Moskova gibi takımlara yenilen bir takımın nereden ve nasıl çökertileceğinin yolu buralardan geçiyor.
İnanın çok şey var demek istediğim,yapmak istediğim tespit,olmuyor be olmuyor,beyin durdu,akmıyor,koordinasyon yok.
Bir parantez de '' Hocam''a
Yalan yok,taktik analiz, hamle konusunda çok fazla şüphem vardı hakkında Ben utandırılmaktan, çok utanan bir insanım,yanılmayı sevmem. Ama hayatımda hiç keyif almadığım kadar keyif alıyorum, hocam beni utandırınca. Tek kelime ile muhteşem bir gece, muhteşem analiz, harika futbol,istek arzu çok şey var be hocam, yüreğine sağlık. Sen böyle ol,ben yerin dibine gireyim,razıyım.
Etiketler:
baroni penaltı,
caner,
fenerbahçe - benfica,
kuyt,
Sow,
webo
Glory Glory Fenerbahçe!
Fenerbahçe ile tarihi maçlar kuşağına devam ediyoruz. Neresinden tutmaya çalışılsa çalışılsın koskocaman bir başarı var ortada. Bunun devamı için de bu gece sahaya çıktı sarı-lacivertliler. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; Aykut Kocaman ve ekibi rakibi "yine" muhteşem biçimde analiz etmiş.
Nicolas Gaitan ve Rodrigo Lima'nın kenarda oturduğu bir düzen ile sahada yer alan Benfica aslında Fenerbahçe'den çekinmiş dersek yanılmış olmayacağız. Bu çekincenin yanına bir de Jorge Jesus'un maç sonu açıklamalarında belirttiği gibi iki futbolcunun da ufak problemlerinin oluşu aslında takım adına büyük engel teşkil edecekti.
Fenerbahçe'nin maçın ilk saniyesinden itibaren üst düzey konsantrasyonda kompakt bir bekleyiş sergilemesi son derece önemliydi. Öyle ki Benfica, en iyi ihtimalle blokları arası beş metreden fazla olmayan bir ikili hatta tutulacaktı. Bu savunma düzeninin dışın sadece bir tek kontra atak ile çıktı Fenerbahçe. Benfica'nın hücum organizasyonunda hedef adam olarak kullandığı Oscar Cardozo'nun ağır kalması yahut Perreira-Salvio ikilisinin oyunları(istenilen elde edilemedi) ile bir şeyler tutturmaya çalışılması hattın delinememesine de öncü oluyordu. Buna karşın Fenerbahçe de Aykut Kocaman'ın kişisel özelliklerinden biri olan "sabrı" bu yönde kullandı. Sabırla yapılan bu savunmada zaman zaman aksayabilen tek yer ise sol taraftı. Salvio'nun savruk oyunu ile birkaç kez koridor haline gelen bölge sol stoper Egemen'in üstün oyunu ile tölere edildi. Buna karşın rakibin de sol tarafı bir o kadar rahatsız edildi. Fenerbahçe'ye göre daha zayıf olan bu sol kanat Fenerbahçe adına maden oldu. Lorenzo Malgarejo'nun kanadı bizim Beşiktaş'ın sol bekliği omuzlarına yüklenen Uğur Boral'dan hallice bir savunma ile kotarılmaya çalışıldı. İşlenen bu bölgeden gelen yüksek topların hemen hepsi tehlike yarattı.
Dengede giden oyunda farkı yaratan Fenerbahçe'nin geçiş oyunlarındaki mobilitesi idi. Hem oyuncular hem de top ile iyi bir biçimde hareket yaratılıyordu. Benfica'nın savunma hattı ile orta bölgesinde yaşanan aksamaların da kullanılması ile bu fark daha da etkin hale gelecekti. Böylece en büyük avantaj ise topu ayakta tutup rakibe oynama izni verilmemesi olacaktı. Fenerbahçe'nin klasikleşen sağlamcı oyununda en büyük handikap topu rakibe vermesi ile her defasında oluştu, gördük. Aykut Kocaman bundan ders almış olmalı ki golden sonra dahi meşhur Selçuk Şahin hamlesini hemen icra etmedi.
Velhasıl kelam, Aykut Kocaman da Fenerbahçe de devinim halinde. Oynadıkça gelişiyorlar. İtiraf etmeliyim ki bu anlayış ve birkaç ufak nüans ile özellikle Şükrü Saraçoğlu'nda korkunç bir "Avrupa takımı" haline geleceklerdir. Maç öncesi Kocaman'ın dile getirdiği o 51-49'luk Benfica'nın favoriliği ise Işık Stadı'na gidilirken eşitlenecekti. Şahsi fikrim sokaklara dökülmek için daha erken olduğu yönünde. Doksan dakika kaldı. Kolay gelsin Fenerbahçe!
Ufuk Tolga Aldırmaz
Nicolas Gaitan ve Rodrigo Lima'nın kenarda oturduğu bir düzen ile sahada yer alan Benfica aslında Fenerbahçe'den çekinmiş dersek yanılmış olmayacağız. Bu çekincenin yanına bir de Jorge Jesus'un maç sonu açıklamalarında belirttiği gibi iki futbolcunun da ufak problemlerinin oluşu aslında takım adına büyük engel teşkil edecekti.
Fenerbahçe'nin maçın ilk saniyesinden itibaren üst düzey konsantrasyonda kompakt bir bekleyiş sergilemesi son derece önemliydi. Öyle ki Benfica, en iyi ihtimalle blokları arası beş metreden fazla olmayan bir ikili hatta tutulacaktı. Bu savunma düzeninin dışın sadece bir tek kontra atak ile çıktı Fenerbahçe. Benfica'nın hücum organizasyonunda hedef adam olarak kullandığı Oscar Cardozo'nun ağır kalması yahut Perreira-Salvio ikilisinin oyunları(istenilen elde edilemedi) ile bir şeyler tutturmaya çalışılması hattın delinememesine de öncü oluyordu. Buna karşın Fenerbahçe de Aykut Kocaman'ın kişisel özelliklerinden biri olan "sabrı" bu yönde kullandı. Sabırla yapılan bu savunmada zaman zaman aksayabilen tek yer ise sol taraftı. Salvio'nun savruk oyunu ile birkaç kez koridor haline gelen bölge sol stoper Egemen'in üstün oyunu ile tölere edildi. Buna karşın rakibin de sol tarafı bir o kadar rahatsız edildi. Fenerbahçe'ye göre daha zayıf olan bu sol kanat Fenerbahçe adına maden oldu. Lorenzo Malgarejo'nun kanadı bizim Beşiktaş'ın sol bekliği omuzlarına yüklenen Uğur Boral'dan hallice bir savunma ile kotarılmaya çalışıldı. İşlenen bu bölgeden gelen yüksek topların hemen hepsi tehlike yarattı.
Dengede giden oyunda farkı yaratan Fenerbahçe'nin geçiş oyunlarındaki mobilitesi idi. Hem oyuncular hem de top ile iyi bir biçimde hareket yaratılıyordu. Benfica'nın savunma hattı ile orta bölgesinde yaşanan aksamaların da kullanılması ile bu fark daha da etkin hale gelecekti. Böylece en büyük avantaj ise topu ayakta tutup rakibe oynama izni verilmemesi olacaktı. Fenerbahçe'nin klasikleşen sağlamcı oyununda en büyük handikap topu rakibe vermesi ile her defasında oluştu, gördük. Aykut Kocaman bundan ders almış olmalı ki golden sonra dahi meşhur Selçuk Şahin hamlesini hemen icra etmedi.
Velhasıl kelam, Aykut Kocaman da Fenerbahçe de devinim halinde. Oynadıkça gelişiyorlar. İtiraf etmeliyim ki bu anlayış ve birkaç ufak nüans ile özellikle Şükrü Saraçoğlu'nda korkunç bir "Avrupa takımı" haline geleceklerdir. Maç öncesi Kocaman'ın dile getirdiği o 51-49'luk Benfica'nın favoriliği ise Işık Stadı'na gidilirken eşitlenecekti. Şahsi fikrim sokaklara dökülmek için daha erken olduğu yönünde. Doksan dakika kaldı. Kolay gelsin Fenerbahçe!
Ufuk Tolga Aldırmaz
16 Nisan 2013 Salı
"Oğuzhan Oyuna Girdikten Sonra"
Sezon başı kapı kapı dolaşılıp teknik direktör arandığı vakit açıkça her yerde Samet Aybaba'nın konuşulan isimler içinde en ideali olduğunu ve onun Beşiktaş'ın mevcut durumu içerisinde beklentiler çerçevesinde iyi işler yapabileceğini düşünüyordum. Allah'ın bildiği kuldan saklanmaz. Bunun yanı sıra yiğidi öldürüp hakkını vereceğiz. İnönü'de oynanan Trabzonspor karşılaşmasının ikinci yarısı da dahil olmak üzere ikinci yarı yine İnönü'de oynana İBB karşılaşmasına kadar takım hakikaten Türkiye standartlarının bir tık üst seviyesinde bir direkt hücum prensibi ile sahada mücadele ediyordu. Dikkat mücadele ediyordu diyorum çünkü puan kayıpları ve her türlü saha içi olumsuzluklara (sakatlık vs) oyuncular tarafından bir direnç gösteriliyordu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Samet Aybaba'nın özellikle Oğuzhan Özyakup hakkındaki olumsuz açıklamaları ve bir takım mesnetsiz saha dışı iddialar neticesinde oluşan transfer bilançosu ile takıma iyiden iyiye kendisi tarafından ket vurulmaya başlandı. Yaşanan süreç bu güne kadar geldi. Hepimiz biliyoruz.
Takıldığım nokta yek. Oğuzhan Özyakup üzerinde oynanan ya da oynanmaya çalışılan oyun. Net biçimde bu oyunun baş rolü Samet Aybaba. Birbiri ardına gelip haftada bir olmak kaydı ile Oğuzhan Samet Aybaba nezdinde yerin dibine sokulmakta. Gece hayatından başlayıp, genç ve toy olmasına kadar daha da kötüsü sezon başı alınamayan ve Oğuzhan'ın tatlı rekabette olduğu Salih Uçan'ın üzerinden bu adamın eleştirilmesinin en ufak izahı yoktur; tıpkı bugün gelinen noktada Oğuzhan'ın garip biçimde on birden kesilmesi sorunununda izah olmaması gibi. Samet Aybaba'nın Oğuzhan'a karşı yürüttüğü bu soğuk savaş mentalitesinin takıma zarar verdiği de malum. Maç sonu açıklamaları yapan her oyuncunun ağzından düşmeyen laf da birdi:"Oğuzhan oyuna girdikten sonra."
Beşiktaş'ın mevcut kadrosunun yamalı bir kadro olduğunu kabul etmeyen yoktur. Buna karşın bu yamalı kadronun içinde parlayabilecek ve bu geçiş sezonunun kazancı sayılabilecek potansiyel isimler de yok değildi. Nitekim başta Oğuzhan olmak üzere Olcay ve hatta Holosko dahi bu kategoriye girecekti. Buna karşın elinizdeki en kıymetli parçayı parlatmak varken tam tersi yönde hareket etmenin ardında art niyet aranmasını yadırgamamak gerekiyor. Basite indirgersek, maça başlayan on birde yer alan Veli-Necip ikilisi ile Beşiktaş'ın kazandığı maç sayısı ikiyi geçmez. Sezon başından beri defalarca denenen bu on bir varyasyonu hiçbir şekilde tutmadı. Bugün de tutmadığını bir kez daha gördük. Oğuzhan'ın Veli ile yer değişimi oyunun kaderini değiştirdi. Önder Özen'in tabiri ile Fernandes'in atak organizatörü olduğu ortamda onu topla buluşturabilecek bir oyun organizatörüne ihtiyaç duyuluyor. Bu oyun organizatörü olarak iş görebilecek isim ne Veli ne Necip ne de Toraman olabilir. İstatistiksel olarak Beşiktaş'ın Oğuzhan sahada iken kazandığı ortalama puan 2.2; buna karşın Oğuzhan çeşitli sebeplerle oyunun dışında olduğunda bu ortalama 1.1'e düşüyor. Son şampiyonluğun geldiği zaman Mustafa Denizli kehanetlerini yaparken kilit bir şey söylemişti: "Türkiye Ligi'nde şampiyonluk için gereken puan ortalaması 2.3,2.4-2.5 seviyesindedir." Oğuzhan'ın sebepsiz takımdan kesilmesi net biçimde Beşiktaş'ın puan ortalamasını düşürüp, şampiyonluk yoluna en büyük taşı koymuştur.
Oğuzhan şu "kara" sezonun en büyük kazancıdır. Samet Aybaba bunun aksini (en azından) bana gösteremeyecek. Görece rahatlıkla alınabilecek sezon, ufak ayrıntılar ile çöpe gidiyor. Şampiyonluğu dillendirirken gereksiz yere "Acaba Avrupa Ligi'ne gidilebilecek mi? diye kendi kendime sormak sezon özelinde bana en çok koyan şey olmuştur, sizleri bilemem.
NOT: Puan ortalaması ile ilgili Oğuzhan'lı-Oğuzhan'sız kısmı Ali Ece'nin yorumlarından derlenen Akşam gazetesinin web sayfasındaki ilgili haberinden alınmıştır.
DİP NOT: Fenerbahçe forması ile harikalar yaratan Pierre Webo'nun alınmasına engel olan isim de hatırladığım kadarıyla Samet Aybaba. He, yanlış hatırlıyorsam özür dilerim. Hoş kendisinin de Oğuzhan'ın olmadığı her maç için bizlere bir özür borcu da yok değil.
Ufuk Tolga Aldırmaz
15 Nisan 2013 Pazartesi
Dinamizm, Pres ve Kompakt Bekleme
Santiago Barnabeu’da geçtiğimiz sezon oynanan ve uzatmaların
da eşitlikle geçilip penaltılara kalınan maçta Bastian Schweinsteiger’in
hafızalarda tazeliğini koruyan o penaltısı ile elenen Real Madrid, aslında o
andan itibaren içinde bulunduğumuz sezonun Şampiyonlar Ligi için en ağır
favorilerinden biri haline geliyordu. Jose Mourinho’nun ekibi bir şekilde
kupayı kazanacaktı ne de olsa. Bu sezon şanssız(!) biçimde elenmişlerdi. Algı
bu yöndeydi. Nitekim ölüm grubundan çıkıldı. Üstüne Manchester United
tartışmalı bir şekilde olsa da elendi. Çeyrek finalde de önceki turlardaki kura
şanssızlığının ödülünü Galatasaray ile rakip oldukları anda aldılar.
Beriki tarafta ise hayal kırıklığı ile geçirilen bir Avrupa
tecrübesi var. Gerçi Jürgen Klopp başta olmak üzere Borussia Dortmundlu
taraftarlardaki bu üzüntü hayal kırıklığı seviyesine takımlarına minnettar
olduklarından ötürü gelmeyecektir. Sezon sonu üst üste ikinci kez alınan
Bundesliga şampiyonluğu kötü geçen Şampiyonlar Ligi’ne tam anlamıyla “tecrübe”
olarak yaklaşılmasını sağlayacaktı. İçinde bulunduğumuz sezondan ise
beklentiler daha çok artacaktı tabii, doğal olarak. Ligin daha başlarından
itibaren ortak mutabakata varılarak Bayern’in yakalanamayacağı kanısının
zihinlere yerleştirilmesi, Klopp ve öğrencilerinin tüm odağını Şampiyonlar Ligi’ne
yönlendirmesini sağlayacaktı. Rakipleri Real Madrid’in de bulunduğu ölüm
grubunu yenilgisiz lider olarak tamamladılar. Chelsea’yi saf dışı eden Shakhtar’ı
domine ettiler. Westfalenstadion’da tarih yazarak Malaga’yı eleyip bu noktaya
geldiler.
İşin ilgi çekici olmasının birçok sebebi var tabii.
Özellikle bu iki takımın gruplarda karşılaşması, Mourinho ve Klopp gibi basın
için malzeme olan iki teknik adamın karşılaşmasına sahne olması, Dortmund’un
yaptığı makro düzeydeki muhteşem geri dönüş hikayesi vs. uzar gider. Hazır bu
kadar ilgi çekici unsur bir araya gelmişken eşleşme üzerine bir şey karalamak
da elzem oluyor.
Gruplardaki ilk maç Westfalenstadion’da oynanırken Dortmund
rakibini 2-1 mağlup etmeyi başardı. Santiago Barnabeu’daki mücadeleden ise 2-2’lik
beraberlik çıktı. Bu iki maç aslında bize yarı finalin nasıl olabileceğine dair
ışık tutacaktır. İki maçı art arda tekrar izleyip bir şeyler yakaladım.
Özellikle iki maçın benzer taraflarının çokluğu o tutulacak ışık huzmesinin
çapını biraz daha büyütmekte.
Real Madrid’in savunma hattındaki eksikleri neticesinde bazı
sıkıntılar yaşadığı aşikar lakin genel itibari ile Dortmund’un maçları
yakalamaya çalıştığı nokta hep aynı: Xabi Alonso…
Klopp’un takımının en çok övülen noktalarından biri
kesinlikle pres kabiliyetleridir. Alman takımlarını nitelerken nefret ettiğim
kelime grubu “makine düzeni”; ancak buna karşın hakikaten makine düzeninde
işleyen pres kilidin anahtarı olarak işlev görmekte. Madrid’e karşı bunu özellikle pas
kanallarının muhteşem biçimde doldurulması ile tezahür etmiş. Robert
Lewandowski’nin rakip stoperlere yaptığı gölge presi Mario Götze-Marco Reus
ikilisinin kombin oluşturarak Xabi Alonso’ya yaptığı presle tamamlıyorlar.
Alonso gerideki Varane'a dönmek zorunda kalıyor |
Bu gölge pres ve Alonso’ya gelen markajvari uygulama direkt
olarak takımın omur iliğine darbe vurmak anlamına geliyor(Sir Alex Ferguson’un
TOP 16 eşleşmesinde Danny Welbeck ile uygulattığı presin belki de ilham kaynağı
Klopp’tur dersem güzellemenin şiddetini kaçırır mıyım bilemedim). Alonso bu
sebepten ötürü stoperlerin üç, dört metre kadar önüne gelip top almak zorunda
kalıyor. O, pas dağıtımında zorlandığı ve ileriyi topla buluşturmada sıkıntı
yaşadığı için bunların sonucu olarak bu kez Mesut Özil de geriye kayıyor. Bu da
topun tehlikeli bölgeye gelmesine endirekt olarak etki etme anlamını taşıyor ki
Dortmund’un bunda son derece başarılı olduğunun da altını çizmeden
geçemeyeceğim.
Sağdaki yuvarlaktaki Mesut- Soldaki yuvarlaktaki Alonso |
Real Madrid adına bu baskıyı kırmanın mevcut iki yolu var.
İlki beklerin topla olan ilişkisinin üst düzey olma neticesinde savunmadan
rahatça çıkarılacak toplar. Westfalen’deki ilk maçta bek ikilisi Ramos-Essien
iken, Barnabeu’daki maçta Ramos-Arbeloa idi. Bu sebepten ötürü buralardan bir
çıkar yol sağlanamadı. Sola gelecek olan Fabio Coentrao gözle görülür bir
değişim sağlayabilir. Bu durumda Dortmund’un, daha doğrusu Klopp’un nasıl bir
anti-tez üreteceğini merak etmiyor değilim. İkinci yol ise diğer savunma önü
oyuncusunun yaratacağı dinamizm. Sinek küçüktür ama mide bulandırır misali ilk
maçta Sami Khedira kısa sürede sakatlanıp yerini Luka Modric’e bırakmıştı.
İkinci maçta ise direkt olarak Modric ile başlanmıştı. Modric’te var olmayan
mobilite Dortmund orta ikilisinin yükünü azaltan unsur olacaktı. Mourinho’dan
ikinci maçın ikinci yarısında gelen Essien ve Callejon hamleleri ile bu durum
da kırıldı. Bu sebepten ötürü Khedira büyük önem arz etmekte.
Kompakt düzende alan savunması uygulanırken |
Bu presin yanında zaman zaman açık verse de kompakt bekleyişin üst düzey olması da eklenince iş Madrid için bazen içinden çıkılması güç bir hale geliyor. İkili blok halindeki savunma yerleşik düzendeyken delinmesi zor bir betonarme yapı haline geliyor. Bu bloklar arasındaki alan savunmasının en ufak yanlış uygulanması ya da kontraya yakalanılması neticesinde Real Madrid gollük pozisyon buluyor. Söz konusu iki maçta bu fırsat üç kez yakalandı, birinden gol çıktı.
Pozisyonun neticesinde gol geliyor |
Ramos savunma arkasına Higuain, orta ve Ronaldo'dan dışarı |
Varane tek top ile Ronaldo'yu sarkıtıyor |
Bu düzenin bozulabilmesi adına birincil dereceden önem arz
eden diğer durum ise ne Karim Benzema ne de Gonzalo Higuain’in yeteri kadar hareketli
olmamasından kaynaklanmakta. Hücum hattının statikleşmesi de çözüm üretimini
zorluyor. Bu noktada eşleşmenin önemli adamlarından biri haline gelebilecek
isim Angel Di Maria oluyor. Di Maria o karakteristik savruk koşuları ve/veya
top sürmesi ile Dortmund savunmasının zayıf karnı olan Marcel Schmelzer’i son
derece zorlar. Alonso’nun prangalarından kurtulduğu anlarda uzun topları ile
özellikle onu beslemesi daha akılcıl iş olacaktır. Alman Kupası’nda Bayern’in
Thomas Müller ile ona uyguladığı baskı bir örnek teşkil edebilir. Ekstra olarak
defalarca dillendirdiğim o ikinci maçın ikinci yarısında gelen hamleler zinciri
Madrid’i Ronaldo’yu öne atıp sahte dokuzvari bir oyun oynamaya itti ki bu da
dengeleri alt üst etti. Tabiri caizse o dakikadan sonra oyun domine edilmeye
başlandı ki bu da önemli bir seçenek olarak cepte duracaktır. Bunların hepsinin
çıkış, daha doğrusu çözüm noktasının statik oyun olduğunu tekrar belirteyim. O
hücum gücünün dahi statik kalması hakikaten fazla sert bir gerçek oluyor lakin
durum bu.
Meşhur hamlelerden sonra Real Madrid'in sürekli değişen hücum düzenlerinden biri |
Son olarak da Dortmund’un Madrid’e yaptığı bu presin bir
benzerinin Malaga’dan kendilerine yönelik geldiğini hatırlatalım. İlkay
Gündoğan ve Sven Bender’e yapılan pres İlkay ve Götze’nin geriye kaymasına
sebep olmuştu. Buna karşın Dortmund’un skoru ne kadar zor aldığını da göz
önünde bulunduracak olursak bu durum karşısında ne kadar zorlandıklarını da net
biçimde anlamış oluruz.
Velhasıl kelam eşleşme çok keyifli olacak. Her şey pamuk
ipliğine bağlı. Real Madrid bu saydıklarıma rağmen gözümde favori olan taraftır.
Buna karşın Borussia Dortmund’un finale uzanmaması içinde hiçbir sebep yok.
Onlar adına için final yolu dört kelime: Dinamizm-pres-kompakt bekleme. Bekleme
moduna şimdiden geçtik. Yüzümüzü kara çıkaracaklarını sanmıyorum.
Ufuk Tolga Aldırmaz
13 Nisan 2013 Cumartesi
Maupay - Aydın Yılmaz Olmak ya da Olmamak
Ligue 1 ve hatta Ligue 2'ye oynanan futboldan ziyade içinde barındırdıkları yeteneklerden dolayı bir ilgim söz konusu, özellikle son iki-üç senedir. Öyle ki çok acayip bir yerlerden çok acayip bir adam fırlayabiliyor(!). Başlıktaki Maupay da öyle. Neal Maupay'ı aslında "Gözlemcinin Not Defteri" başlığı altında inceleyecektim lakin kendisi hakkında bir gözlem yazısı yazılabilecek konumda değil. Daha 16 yaşında. Bir şeyler birikmedi değil hakkında lakin bu yaştaki bir futbolcu için bir şeyleri ciddi ciddi karalamak suya yazı yazmaktan farksız olacaktır, en azından benim şu anki bilgi birikimimle ancak bu kadar olabilir. Haydi bir de öz eleştiri sıkıştırayım araya.
Maupay Ligue 1 ekiplerinden Nice'de forma giyiyor. Versay doğumlu kendisi. Annesi Arjantinli. Bu da oğlunun çifte vatandaş olmasını sağlıyor. Babasının işleri sebebiyle Maupay daha çok küçük yaşlardayken Cote D'Azur'a yerleşiyorlar. Altı yaşındayken Valbonne Sophia-Antipolis adından yerel bir kulübün alt yapısına yazdırılıyor. On birine geldiğinde de Nice tarafından akademilerine davet alıyor. Beş yıl eğitim gördükten sonra bu yıl A takıma yükseliyor. Bu sezon başında 15 Eylül'de Brest karşısında 90. dakikada oyuna girerek ilk profesyonel karşılaşmasında görev alıyor. Ardından geçtiğimiz yılın şampiyonu Montpellier ile deplasmanda oynanan mücadelenin 67. dakikasında oyuna girip bir de asist yazıyor hanesine. Derken bir kaç maç sonra 2-2 berabere giden Evian karşılaşmasında 87'de girip 89'da takımının galibiyet golüne imza atıyor bu genç adam. Daha sonra birkaç defa daha böyle sihirli dokunuşlara imza atıyor, devamı da gelecektir.
Fransız medyasının göz bebeği haline gelmeye başladı bu çocuk. Fransa U-16 ve U-17'de milli oldu. Büyük ihtimalle milli takım tercihi Fransa'dan yana olacak. Milli tercihi ne olursa olsun potansiyelli bir genç olduğu kesin. Bekleyip göreceğiz.
He unutmadan, Aydın Yılmaz olmak ile olmamak arasında ufak bir çizgi vardır. Maupay'a birinin bunu söylemesi gerekiyor.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Etiketler:
Aydın Yılmaz,
Ligue 1,
Ligue 2,
Neal Maupay,
OGC Nice
12 Nisan 2013 Cuma
Gözlemcinin Not Defteri: #6 Florian Thauvin
Florian Thauvin 26 Ocak 1993 Orleans/Fransa doğumlu. 2000 yılında ilk kulübü ile antrenmanlara çıkmaya başlamış. 12 yaşında altıncı küme takımı olan Saint-Jean-de-la-Ruelle ile sözleşme imzalamış. İki sezonun ardından yolu dördüncü küme takımlarından US Orleans'a düşmüş. Bu onun kariyerinde önemli bir noktayı teşkil ediyor. Verdiği röportajlarda da ilk büyük sıçrayışını bu kulüpte yaptığını çünkü ilk defa o zaman gözlemlendiğini dile getiriyor. 2008 yılında ise kulağımıza daha aşina gelecek olan Grenoble'ye geçiş yapacaktır. Profesyonelliğe geçişinden bir yıl sonra yani 2011'de ilk maçına çıkacaktır. Grenoble'ın yaşadığı düşüşün ardından Bastia'ya geçer. Fransa U-18 kategorisinde de ilk kez bu forma ile milli olacaktır. Kulübünün Ligue 1'e yükselişi ile Lille'e geçişi aynı döneme rastlar. Devre arasında da tekrar Bastia'ya yolu düşer, bu kez kiralık olacaktır. Fransa U-19 ve U-20 kategorilerinde de milli olan Thauvin'in kariyerinden 31'i ilk on birde olmak üzere 53 maçta 14 gol ve 2 asistlik bir performansı bulunmakta. Kendisi hücum alanının her tarafında oynayabilen ve iki ayağını kullanabilse de baskın ayağı sağ ayak olan bir isim. Orta sahanın göbeğinde de izleyebildiğimiz Thauvin versatil bir oyuncu olma özelliği ile direkt olarak dikkat çekiyor.
Özellikler
Tempolu bir oyuncu. En büyük özelliği hızı. Oyun içinde bu hızını her dakikada gösterebilecek bir isim. Elbette ki fizik olarak gelişime açık olsa da çabuk kesilen bir oyuncu değil. Bunların yanı sıra dribling özelliğinin varlığı kanat olarak evrilebilmesini sağlayabilen en büyük artısı. Bitiriciliği tatmin edici seviyede. Genel olarak oyun kurmayı ve içeri kat etmeyi seven bir isim. Kısa pasları bu açıdan dikkat çekici. Henüz beyin diye tabir edilen bölgenin oyuncusu olmak için genel pas oranı düşük olsa da sürekli anahtar diye tabir edilen pasları deneyen bir isim. Uzaktan çektiği şutları geliştirebilirse sol kanatta oynadığı zaman çok can yakabilir ki buradan uzaktan çektiği şutların zayıf olduğunu anlıyoruz. Bunun yanı sıra topsuz oyunda yer almaması da en büyük eksisi olarak göze çarpmakta.
İleride Nereye Gider?
Bir sezon daha beklemek lazım onun için. İnce bir çizgide. Eğer bahsettiğim zayıf noktalarını geliştirmeye yönelirse çok kıymete biner. Gideceği yer Premier League bile olabilir.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Şu an üç ya da en fazla dört milyon Euro'ya işlemi bitirirsiniz fakat şu etapta bu riske değer mi orası biraz tartışılır. Büyük bir potansiyel. Yukarıda da dediğim gibi bir sezon daha beklemek gerek lakin balık kaçarsa çok büyük olur, aman dikkat.
11 Nisan 2013 Perşembe
Beşiktaş'tan Dortmund Olmaz!
Genel itibari ile yazımın başlığını sona bırakırım. İlkokul öğretmenimin yazı yazmaya başladığım zamanlarda yanıma gelip sanki dünyanın sırrını veriyormuş edasıyla sadece bana söylediği şeydi bu: "Yazını bitir, oku ve başlığını yaz.". İlk defa onun bu dediğinin tersini yaptım sanırım. Önce başlık, sonra bu kelimeleri tuşlama...
Tezim son derece açık ve net. Beşiktaş Dortmund'un sahip olduğu mentaliteyi kendi bünyesinde oturtamaz. Bunun sebepleri benim için çeşitli. Öncelikle Fikret Orman ve yönetimine(en azından bir kısmına) mali açıdan bir düzlüğe çıkılması için gerekli toleransın tanınması gerektiği kanaatindeyim. El mahkum zaten dediğinizi işitir gibiyim lakin beklemekten başka bir çare söz konusu değil. İlk etapta işler bütçe açısından olumlu gitti. Hatalarıyla sevaplarıyla ilk eşik atlatıldı. Zannımca ikinci eşik de sermaye arttırımı idi ki bu da başarı ile aşıldı. Pay sahiplerinin katılım oranı en son baktığımda yüzde doksan sekiz civarındaydı. Bilinenler ve gördüklerimiz şimdiye kadar Beşiktaş'ı bu noktaya getiren unsurlar oldu. Siyasetçilerin şeffaf olacağız deyimi gibi bir çıkışla taraftara mavi boncuk dağıtan Fikret Orman'ın henüz bu şeffaflığı sergileyememesinden ötürü ilerisi için net bir fikir beyan edemeyeceğim lakin "ayağını yorganına göre uzat ve sportif başarıyı bekle" mottosu kuvvetle muhtemel düstur edinilecektir. İşte bu noktada Dortmund'un zamanındaki konumu ile ayrılıklar başlayacak. Sex Shop firmasından sponsorluk teklifi alıp, Bayern'in yardımına "muhtaç" duruma düştükten sonra şu sıralar ülkemizde pek bir revaçta olan deyimle akil adamların yardımı ile çıkışa geçen Dortmund'un başarısının ardındaki kalibreye sahip kişiler maalesef mevcut yönetimde yer almamakta. Bununla birlikte seçici icra kurulunun doğru isimleri atamada -futbol takımı bazında- pek de olgun bir yapıda olduğu söylenemez. Denize düşen yılana sarılır misali Samet Aybaba'nın, onu da geçtim oyuncu arama komitesinin başına alt yapı hocalığı dışında bu işte pek tecrübesi olmayan Fikret Demirer'in getirilişi hatta ve hatta bir dönem Yıldırım Demirören'in akıl hocalığını yapmış Reşat Çağan'ın sportif direktör olarak atanması büyük tabloda bakıldığında kendi içinde birer mini-skandaldır. Bahsettiğim kalibreye sahipliğini hemen her fırsatta gözler önüne seren İbrahim Altınsay'ın Louis Van Gaal projesininin, Tamer Kıran'ın yaptığı Sven-Göran Eriksson hamlesi ile suya düşmesi ve Altınsay gibi bir değerin kaybedildiğini görmek; yönetim bazında Dortmund'un "akilliğinin" yanında kıyaslanamayacak amatörlüğe düşüldüğünün işaretidir. Yeri gelmişken hemen belirteyim, bahsettiğimiz kulüplerden biri her ne olursa olsun Alman ekolüne bağlı batık bir gemi iken diğeri Yıldırım Demirören tsunamisine maruz kalmış ve tüm değerlerini bir bir kaybetmekte olan bir kulüptür. Kıyaslamanın mümkün mertebede "realite" olduğunu göz önünde bulunduralım.
Fazla dağıtmadan dönelim. Dortmund'un ufak çapta yaşadığı geçiş döneminden sonra içinde bulunulan zaman diliminde kendi yapısına en uygun olan kişi Jürgen Klopp'a görev yüklemesi doğru iş olması açısından son derece önemlidir. Yukarıda nasıl ki Beşiktaş yönetimini eleştirdiysem Dortmund yönetiminin aksi yönde ne kadar iyi bir örnek olduğunu gözler önüne sermeliyim. Klopp muhteşem bir kadro mimarı. Öyle veya böyle Neven Subotic, Mats Hummels, Lucas Barrios gibi isimleri takıma kazandırıp yanına gözlem ağlarının ürünü olan Shinji Kagawa gibi isimleri de eklemişti. Bunun yanı sıra alt yapının nimetleri olan Nuri Şahin, Mario Götze ve hatta durumu biraz daha karmaşık olan Marco Reus gibi isimleri muhteşem biçimde harmanlamayı başardı. Şunları saydıktan sonra madde madde gitmek istiyorum:
1.Doğru seçicinin doğru isimleri kulübe kazandırması. Bu noktada teknik direktöre transfer konusunda yeteri kadar serbestlik tanıyıp tanımamak önem arz edecek. Beşiktaş'ta menajerler ile ilişkileri dillendirilen Samet Aybaba'ya bu serbestlik yeteri düzeyde tanındığına göre şu geçiş etabından sonra getirilecek isime de aynı tolerans gösterilecektir diye düşünüyorum. Sinek de ufaktır ama mide bulandırır. Bu madde önemli bir detaydır.
2.Gözlem ağının kalitesi. J-League 2'den çıkarılıp ilk on bire monte edilen bir Kagawa'dan bahsediyorken bana bu işi Fikret Demirer ve mütevazi ekibinin becerisine bırakılacağını söyleyecek olursanız aramızda hoş bir diyalog geçmez. Hele ki Şener Özbayraklı gibi bir isimin şu ortamda veto edilmesine de ön ayak olunuyorsa bu isimlere gereksiz yere maaş ödemenin bir anlamı yok.
3.Alt yapı. Kabul bu noktada Beşiktaş yönetiminin yapabilecekleri bir yere kadar. Alman kulüplerinin son dönemdeki atılımı makro çaplı bir devlet atılımıydı. Buna karşın bir Buca Akademisi'nin kalitesinde futbolcu çıkarımı yapılamamaktaysa o nokta bir kez daha gözden geçirilmeli. Gerekirse o hocaları getirip alt yapınızda futbolcularınıza eğitim verdirteceksiniz.
Toparlamak gerekirse Beşiktaş'ın yönetimsel çıkışlı bir hatalar zincirine maruz kaldığı açık olarak göz önünde duruyor. Tabii ki hala daha o geçiş döneminde olunduğunun altını çizeyim. İşin itiraf edilmesi gereken kısmı ise o geçiş döneminin dahi yeni başladığı. Tümünü toplayınca tek çarenin beklemek olduğu düşünülebilir lakin değil. Sportif başarı gelmek zorunda. Bunu sağlamak için fersah fersah uzaktaki yeni ufukları keşfetmeye gerek yok deyip noktayı koyalım, şimdilik.
Ufuk Tolga Aldırmaz
10 Nisan 2013 Çarşamba
Aga Bu Nedir?: #10 Liverpoollu Lord Voldemort
Liverpoollu Jonjo Shelvey'nin JK Rowling'in ünlü seri-yapıtı Harry Potter'ın can düşmanı Lord Voldemort'a benzetilmekteydi. Bunun üzerine goy goy baya baya yapılmıştı. Sonu besteye kadar gitmiş. West Ham taraftarından gelen seslere karşı Shelvey bile gülümsemekten kendini alamıyor:
İkiliyi karşılaştırmak isteyenlere de bir adet fotoğraf gösterelim:
Yüzlerde büyük bir tebessüm oluşturan West Hamlılar'a bir teşekkürü borç biliriz efendim.
Ufuk Tolga Aldırmaz
8 Nisan 2013 Pazartesi
Masa Ekseninde Futbol Savaşı
Babam bir dağıtım şirketinde çalışmakta. Bunun nimeti olarak küçüklüğümden beri her gün evimize farklı farklı gazeteler girmekte. Biraz da bunun sayesinde okuma alışkanlığımı kazandım. Önce sadece spor sayfalarına göz atmakla geçirdiğim dönemleri aştım. Şimdilerde biraz da okuduğum bölüm neticesinde ekonomi sayfalarına dahi -çok sıkıcı farkındayım- gömüldüğüm oluyor. Ziyanı yok. Neticesinde gazete dışında arada bir kitaplar da getirirdi babam sağ olsun. Yalan olmasın beşinci sınıfa mı gidiyordum daha mı küçüktüm bilmiyorum neredeyse onlarca kitap getirmişti o zaman. Birazı dağıtılmıştı. Dağıtılmadan önce kendi işime yarar diye zulaya almıştım özellikle seçip bazılarını. Futbol Savaşı da onlardan biriydi. Hani o zaman hevesliyiz ya, futbol da geçiyor adında, kapağında da yeşil zemine bezeli futbol topları var. Okuyayım dedim hevesle. Olmadı. Afrika'dan bahsediyordu kitap. Hem de çok sıkıcı bir üslubu vardı. Üslup kelimesinin bazı romanlarda geçtiği dönemdi oysa ki.
Yıllar geçti aradan. Bazı olaylar neticesinde okuma alışkanlığımı kaybettiğim zamanlar oluştu. (Sıkı durun çok afili kelime kullanacağım) Buna müteakip yine bazı olayların neticesinde tekrar kazandım o alışkanlığımı. Edebi romanların ve şiir kitaplarının dışına pek çıkmamıştım. Çıkayım dedim. Simon Kuper'i herkes metih ediyordu. Tüyap'tan Kitap Fuarı'ndan aldırdım kitaplarını ve okudum. Onlar bitince aklıma da bu kitap geldi. Unutmuştum bile varlığını. Aldım elime tekrar ve çantaya attım. Çantaya atma sebebim okula gidip gelirken metrobüste geçirdiğim zaman içinde okuyacak olmamdandı. Ters köşe yapmadım, sakin. Küçükçekmece'de oturuyorum ve Söğütlüçeşme'ye kadar yolum var. Bir buçuk saat var hemen hemen. Kınamadan önce bir daha düşün derim saygıdeğer okuyucu.
Ryszard Kapuscinski adlı Polonyalı bir gazetecinin kitabı bu kitap. Kendisi daha sonra internetten araştırdığım kadarıyla Polonya'nın devlet haber ajansının genelde üçüncü dünya ülkelerine gönderdiği bir isimmiş. Bunu rahatlıkla kitaptan da anlıyorsunuz gerçi. Afrika'nın çeşitli ülkelerinde olan gelişmelerle başlıyor. Bu açıdan Kara Kıta'ya merakınız varsa mutlaka okuyun diyeceğim. Yararlı bilgiler bahşediyor size. Spoiler olmayacak merak etmeyin, kitaba adını veren savaş için Honduras ve El Salvador'a uzanacak olaylarımız. Yüz saat süren savaşı hakikaten güzel bir realite ile gözler önüne seriyor. Özellikle altını çizeceğim şey de betimlemeler olur. Nora Roberts'ın adını hatırlamadığım bir kitabında çok güzel bir betimlemesi vardı. O geldi aklıma. Kitabı okumadım lakin betimlemesi dillere destan: "Hava ölü bir orospu kadar soğuk.". Hakikaten bu güzellikte betimlemeler var içinde, neyse.
"...Bir kez masanın arkasına geçtiği zaman, insan kendini özgürleştirmeyi asla öğrenemeyecektir. Masasını yitirmek onda bir doğal afet, bir felaket, gayya kuyusunun diplerine düşüş etkisi yaratacaktır. Kaç kişi masasında otururken intihar etmiştir, kaç kişi masasının başından dosdoğru akıl hastahanesine boylanmıştır, kaç kişi masasının başında otururken kalp krizi geçirmiştir, bir düşünün. Kim ki, bir masanın arkasına geçer, farklı düşünmeye başlar; dünya vizyonu ve değerler sırası değişir. O andan itibaren insanlığı masası olanlar ve olmayanlar, önemli masa sahipleri ile önemsizler diye gruplara ayıracaktır..." Beni etkileyen ve tutup yakalayan kısım işte burasıydı. Sırf şu kısım okunmak için kitabın başında geçen süreye değer. Kapuscinski'nin emeğine sağlık.
Bu kitap da gidiyor. Aslıhan Pasajı'na. Öğrenci adamız. İki kitaba bir kitap şeklinde takas yapıyoruz. Elimizdeki kitaplar da bir bir böyle gidiyor. Sanırım bir masa sahibi olduğum zaman(!) paramın hatırı sayılır bir kısmını bu kitaplar için harcayacağım. Okunacak çok daha fazlası var, Feda diyoruz.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Gözlemcinin Not Defteri: #5 Grzegorz Krychowiak
Grzegorz Krychowiak, Polonya'nın Gryfice kentinde 29 Ocak 1990'da doğdu. Kaynaklar küçük yaşta Krychowiak'ın pek de spora meraklı bir çocuk olmadığını söylüyor. Buna karşın ağabeyinin de yol göstericiliği ile kendini futbola kanalize ediyor. 2006 yılında yapılan bir turnuvada karşı karşıya gelen Fransa ve Polonya U-16 takımında boy gösteren Krychowiak Bordeaux'nun gözlemcileri tarafından keşfediliyor ve alt yapıya kazandırılıyor. Henri Saivet ve Gabriel Obertanlı dönemin başatlarından biridir kendisi. O döneme Bordeaux'nun özel bir yatırımı ve ilgisi olduğunu es geçmemeliyiz. Birkaç yıl sonra U-19 ve yedek takımlarında boy göstermeye başlayan Krychowiak'ın pişmesi için kiralık gönderilmesi gündeme gelir. Neticesinde de zamanın Ligue 2 takımlarından olan Reims'ın yolunu tutar genç adam. Bir buçuk sezonda 54 maçta forma giyer. Bayağı bayağı ilk on birin bir parçası olmuştur genç yaşında. Burada yılın futbolcusu dahi seçilecek bir konuma gelmiştir. Kiralık sözleşmesi bittiğinde Bordeaux'ya geri döner ve iki maçta forma şansı bulur fakat kadroda tutunamayacağı düşünülür. Bu kez Nantes'a kiralınır. Burada da 21 kez forma giyer. İçinde bulunduğumuz sezonun başında da bir milyon Euro bonservis bedeli ile tekrar Reims'ın yolunu tutacaktır. Reims onun için risk aldı. Aslına bakarsanız çok da güçlü olmayan bir kadroya sahip olan Reims, ona yatırım yapmış oldu.
Uluslararası seviyeye bakacak olursak net biçimde alt yaş kategorilerinde kaç maç oynadığını çıkaramıyorum. İnternette bu konuda yeterli bir veri tabanı bulamadım lakin onlarca kez Polonya'nın alt yaş kategorilerinde milli olduğuna emin olabiliriz. Özellikle Bordeaux'ya transferinden ötürü bunun çıkarımını yapmamız yanlış olmaz. Günümüzde de A milli takımına seçilen Krychowiak ilk kez 2008'de seçilmiş ve sekiz kez formayı sırtına geçirmiş.
Özellikler
Krychowiak defansif bir orta saha. Orta sahanın merkezi ve hatta stoper bile oynayabilen versatil bir tarafı olduğunu da belirtelim.
Yine sonda yazacağımı başta yazayım: Bu adamın olgunluğu ve mental seviyesi çok farklı bir noktada. Bu durum soğukkanlılığı ile de birleşince kuzeyli oyuncuların genelinde olduğunu varsaydığımız seviyenin bile iki tık üzerine çıkabiliyor. Bunun yanında ona birçok şey bahşeden Reims'ı sahiplenmiş ve bu da ona ekstra bir hırs katmış. Disiplinli de. Hem oyun disiplini hem de saha dışı disiplini içine alan bir "disiplindi" bu yazdığım. Aynı zamanda cesur da. Saha içinde sorumluluk olmaktan kaçtığını kelimenin tam anlamıyla hiç görmedim. İki cümle önce yazdığım sahiplenmenin önemini bir kez daha vurgulayalım.
Saha içinde mental artılarının yanında en büyük özelliği iyi bir top kapma alışkanlığının olması. Evet bu onun için bir alışkanlık haline gelmiş. Birkaç yıl içinde ustalık haline getirmesi iş bile değil bu özelliğini. Bunun yanında eküri olarak bir de zamanlamasının iyiliğini eklemeliyiz. Bunun yanında topla ilişkisi iyi seviyede. pas yeteneği diğer özelliklerinin yanında biraz daha alt seviyede kalıyor buna karşın gelişimi açık. Daha somuta indirgemek için istatistik bilimine başvuralım ve kıyas yapalım. Krychowiak'ın ortalama pas sayısı 45 ve başarı yüzdesi 78.5. Marsilyalı Joey Barton'ınkiler ise sırası ile 46.9 ve 80.5. Krychowiak'ın yanında daha etkisiz isimler olduğunu ve çoğu zaman kendisine ayak uyduramadıklarını da belirteyim. Bunun yanı sıra onu izlediğinizde dikkatinizi çeken olgu uzun paslara sık sık başvuruyor olması. Oyun içi sezgisinin yüksek olması ve arkadaşlarının koşuları nerelere yapacağını net biçimde kestiriyor olması hanesine yazılacak bir diğer artı oluyor. Takımda topla en sık buluşan isimlerin başında gelen Krychowiak'a faul yapılma ortalaması 2.4. Barton'a ise -tahrik etmek için de fazlasıyla faule maruz kaldığını belirteyim- 1.3. Bunların yanında oyunun yönünü değiştirmeyi, tekte top yollamayı, kendisine baskı yapıldığında eveleyip gevelememeyi ve oyun içinde pas opsiyonu olmayı muhteşem değil ama iyi biçimde beceriyor. Muhteşem biçimde becerse bu noktadan çok üst seviyede olacağı da zaten aşikar.
Mevkiisi için daha da önemli olan defansif atraksiyonları betimlemek için ilk olarak ikili mücadelelerden kaçınmadığını dillendirerek başlayabiliriz. Güçlü fiziği var. Dayanıklılığı da keza üst seviyede. Ekrandan biraz zayıf mı diye tereddüte düşebilirsiniz fakat hakikaten şaşırtabilecek ikili mücadelelerden üstün çıkabiliyor. Maç başına üç top çalma, 2.8 pas arası, 1.8 faul ile oynarken bu sayılar Barton'da 2.9, 1.8 ve 1.9 şeklinde sıralanıyor. Taktiksel açıdan yer tutmayı ve özellikle markaj yapmayı hakikaten beceriyor dedirtmektedir kendisi. Hava toplarında da vasatın üstü bir seviyede. Ekstra olarak çok hızlı olmasa da seri hareket edebilen bir oyuncu olduğunu belirteyim.
Eksilerine baktığımızda şut seçeneğini az kullandığını görüyoruz. Tam anlamıyla modern bir merkez orta saha haline gelebilmesi için şutlarının yanında "ince" paslarını da geliştirmeli. Yapılan bir röportajda kendisi de belirtmiş, idolü Steven Gerrard imiş. Biraz daha onu örnek alıp şunları da denerse ve üstüne koyarsa çok daha iyi bir noktaya gelecek. Her şeyden yapıyor lakin her şeyi müthiş yapmıyor. Gelişime son derece açık.
İleride Nereye Gider?
Top Class seviyede bir oyuncu olamayacaktır. Buna karşın Avrupa'nın üst düzey liglerinde uzun yıllar forma giyebilecek seviyede. En kötü ihtimalle Almanya'nın orta sıra ekiplerinde çakılır kalır. En kötünün altını çizdim varsayın. Ligimizi rahatlıkla kaldırabilecek bir seviyede. Henüz Ligue 1'de ilk sezonunu geçirdiğini de unutmayalım, hem de buna rağmen. Çok iyi bir altı numara olabilir.
Fiyat Aralığı Ne Olur?
Maliyeti iki milyon Euro'dan iki kuruş fazla olmaz. Hele ki Reims'ın küme düşeceğini de düşünecek olursak...
Ufuk Tolga Aldırmaz
ÖNEMLİ NOT: Bu ve daha fazlası için; www.besiktasscout.com 'a tıklayınız.
Havalar sular çok bozdu
Uzun süredir,hayatımın mihenk taşı olan,anlam kargaşam futboldan neden soğuduğumu sorguluyorum. Futbol üzerine yazıp çizmek cidden bana haz vermiyor. Kanımca,bunda herkesin her şey üzerine fikir üretmek zorunda olduğu twitter'ın da etkisi büyük. Herkes her şeyi biliyor,ama fikri yok bildiği konuya dair.Çok fazla algı kirliliği var,çok fazla zihin tecavüzü var,bugün güzel kardeşim Ufuk yazdı: Allah aşkına sen futbol konuşma: '' Bu tepkiyi vermek istediğim,lakin diyemediğim çok fazla insan var''. Sanırım böyleydi yazdığı,yüzde yüz doğru. Şu saçma platformda bu insanlar her gün algılarını,en kıymetlini sömürüyor,bunca gelecek kaygısı içerisinde,tüm yalnızlığınla seni hayata tutan bu güzel oyun üzerinden masturbatif söylemlerle,kendilerini var ediyorlar,belki de..
Neyse,bu sadece girizgah idi,bugün çok fazla şey yazdım,hala da yazabilirim,baya da doluyum,anlayamadım. Konuyu şuraya getireceğim tamam. Elbette ki şu saçma ortamda hep saçma insanlar tanıyor da değiliz,yalan yok güzel insanlar tanıdım,bilgisine,kalemine münasır oldum. Bu insanların başında güzel blog'daşım,bu kelime de havalıymış :), Ufuk var. Ona da nacizane önerim,geçenlerde çok güzel bir yazı yazmıştı,harika da bir alıntıyla yazısını sonlandırmıştı. Ona önerim,kalemin,bilgin hayata bakış açın,çamura saplanmış altın gibi kendini belli ediyor,değeri ayan beyan ortada. Futbol dışında karalamalarda bulunmasını daha fazla öneririm,zira kaleminin elitliği,hayata bakış açısı, beyan ettiği fikirler,onu şu kokuşmuş düzen insanlarından izole etmeye yetiyor artıyor bile. Tüketme kendini,egemen sınıfın tekeline geçmiş düzen oyunuyla,bir süre sonra bu da sarmazsa,boşluğa düşersin,ben düştüm,uyarı bu sadece. Uyarı da kibirli bir laf ama anladın sen beni,ufkumuzu geniş tutalım,güzel abimiz Ali Ece,misal,film,kitap,müzik her yol var. Yazalım bol bol,üzerine,nacizane bir öneri benden.
Neyse,bu sadece girizgah idi,bugün çok fazla şey yazdım,hala da yazabilirim,baya da doluyum,anlayamadım. Konuyu şuraya getireceğim tamam. Elbette ki şu saçma ortamda hep saçma insanlar tanıyor da değiliz,yalan yok güzel insanlar tanıdım,bilgisine,kalemine münasır oldum. Bu insanların başında güzel blog'daşım,bu kelime de havalıymış :), Ufuk var. Ona da nacizane önerim,geçenlerde çok güzel bir yazı yazmıştı,harika da bir alıntıyla yazısını sonlandırmıştı. Ona önerim,kalemin,bilgin hayata bakış açın,çamura saplanmış altın gibi kendini belli ediyor,değeri ayan beyan ortada. Futbol dışında karalamalarda bulunmasını daha fazla öneririm,zira kaleminin elitliği,hayata bakış açısı, beyan ettiği fikirler,onu şu kokuşmuş düzen insanlarından izole etmeye yetiyor artıyor bile. Tüketme kendini,egemen sınıfın tekeline geçmiş düzen oyunuyla,bir süre sonra bu da sarmazsa,boşluğa düşersin,ben düştüm,uyarı bu sadece. Uyarı da kibirli bir laf ama anladın sen beni,ufkumuzu geniş tutalım,güzel abimiz Ali Ece,misal,film,kitap,müzik her yol var. Yazalım bol bol,üzerine,nacizane bir öneri benden.
Filmi eleştirirken kendimi eleştirmiş bulundum
Kafam yine çok dolu bugün. Pek çok şey var yapmak istediğim,söylemeyi arzu ettiğim. Okumak istediğim kitaplar,izlemek istediğim filmler. Bu da benim sorunum işte,aynı anda pek çok şeyi yapmak isteyip de,pek çoğunu gerçekleştirememek. Neyse bir yerlerden başlayalım,bir kaçını yerine getirsek,amenna..
Bugün güzel sevgilim,canımdan öte insanla sinemaya gittik. Pek yaptığımız bir eylem olduğu söylenemez,genelde benim film zevkim uymaz,itin götüne sokar beni,bugün de beraber gittiğimiz yine beğenilmediğim günlerden biriydi ama neyse ki kızmadı,he dedi geçti.Seviyorum onu.
Epey zamandır gitmek istediğim,yaşam şartları,vakitsizlik ve buna bağlı olarak oluşan tembellikten dolayı gidemediğim ''Yolda'' filmine gitme arzusundaydım. Bugün bu isteği eyleme dökme fırsatı buldum.
Pek sevdiğim,bilgisine münasır olduğum,saygı duyduğum arkadaşlarımdan,film hakkında olumlu da doneler edinmiştim açıkçası. Neyse,baya da isteklice girdik filme.
Farkındayım,okuyan da farkındadır,şu sıralar,yazdıklarım çok fazla içsel konuşma halinde geçiyor,affolur mu,olmalı mı bilmem,ben kendim sikik sokuk futbol dünyasında iğrenç haberlerin ortasına düştüm düşeli,kendimden ve Özge'den başkasıyla konuşamaz oldum,belki biraz da bu içsel sıçıntılar,bunun getirisidir..
Tekrardan film özeline dönecek olursak,film Kaybedenler Kulübü yozluğunda,Issız Adam popülizminde,İnto The Wild olmaya çalışan ama bir bok olamayan bir film.
Filmin konusuna,uyarlandığı romanı ele alarak bir intibaya kapılmak istediğinde,''kara'', sisteme başkaldırı,pesimistlik,yalnızlık bu kafalarda hissiyatları ele alacak sanıyorsun,yok alakası yok. Bu konular basit konular değil dostlar,elinde kalır,yapışır sana yapamazsan.
Filmin konusunu anlatacak değilim,zira film de konusunda aktarılan 1 paragraflık yazı dökümü kadar,o kadar boş.
Sürekli kaslı vücuduyla sevişen,etrafına sperm saçan,biscolata erkeği gibi yakışıklı bir baş karakterin,ne hikmetse onca uyuşturucu içip de hiç morluk,salaşlığın olmadığı,hiç bu para nereden geliyor da geziyor bu amın oğlu dediğin anlarla geçip gidiyor.
Ha unutmadan,filmde odağın kaptırıldığı anlarda da seksiliğiyle Kristen Stewart giriyor devreye. Baş karakterin yanında yine en az onun kadar mankenimsi yakışıklılıkta 3 abimiz daha var ki,onlar da sokup çıkarmaktan kendini alıkoymuyorlar,bunun da adını yalnızlık koyuyorlar.Zaten hayat budur,yalnızlık dediğin seksdir,iki Bukowski dizesi okuyup,sıradaki çakacağın karıyı düşünürken,sarhoşluk anında aşığım yaaa dediğin kadınla sevişmektir.
Neyse,bu yazı bitmez,zira ben de bitirecek gibi değilim. Film hikaye nefret kusasım geliyor,dursam iyi olacak,biraz soluklanayım da kendime özeleştiri yapacağım,bir sonraki yazımda,yalan olmazsa.
Etiketler:
aragorn,
kristen stewart,
ömer ejder yeni şafak,
viggo mortensen,
yolda
Aga Bu Nedir? #9: Donla Gezen Vucinic
Lig sonuncusu Pescara'yı evinde ağırlayan Juventus,-yalan olmasın net dakikası aklımda değil o yüzden küsurla veriyorum- yetmiş küsuruncu dakikada penaltı kazandı. Penaltıyı gole çeviren Karadağlı forvet Mirko Vucinic bana "Aga bu nedir?" dedirtti. Bolca güldüm.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Aga Bu Nedir #8: Vuvuzelam Gümüşten...
Güney Afrika'da Kaizer Chiefs ile Golden Arrows arasındaki maçta Chiefs aleyhine bir kırmızı kart gösteren hakeme Vuvuzela ile saldıran taraftar:
Bu da bizden:
Hangisi daha ayıp? Hangisi daha ilkel? Futbolun "baronları" her zamanki gibi kazanıyor. Kazanmaya da devam edecek. Her geçen gün ülke futbolundan biraz daha tiksindiğim bir gerçektir. Fatih Terim ve türevleri maalesef ülke futboluna yarardan çok zarar veriyor. Böyle gitmeye de devam edecek.
Ufuk Tolga Aldırmaz
Bu da bizden:
Hangisi daha ayıp? Hangisi daha ilkel? Futbolun "baronları" her zamanki gibi kazanıyor. Kazanmaya da devam edecek. Her geçen gün ülke futbolundan biraz daha tiksindiğim bir gerçektir. Fatih Terim ve türevleri maalesef ülke futboluna yarardan çok zarar veriyor. Böyle gitmeye de devam edecek.
Ufuk Tolga Aldırmaz
7 Nisan 2013 Pazar
GELİYORUZ: AYAK SESLERİ
Şu sıralar pek çok şeye yetişemiyorum. İş güç,vaktimi anlamlı kılan güzel bir sevgili aşk,tüm bunların ortasına taht kuran başka bir aşk Fenerbahçe. Şu an maç hakkında sıcağı sıcağına 2 kelam etme arzusundayım,zira vaktim olmayacak,gündem de yoğun değilken,aradan çıkartayım şu işi.
Artık,kaybedenin knock-out olacağı haftalar bunlar. 3 kulvarda da yoluna emin adımlarla ilerleyen Fenerbahçem,şampiyonluğu afedersiniz,dünkü kahpeliği gördünüz,şu orospu çocuklarına bırakmamak için,sahaya çıktı. Ben takımda yeniden 2010-11 sezonu ruhunu görüyorum. İnanmışlık,azim,sakinlik,hırs kazanma arzusu var hepsi. Tabi bunların yanında şans da bizimle tekrardan.
Pek çoğumuzun kafasında sorular vardı maç öncesinde. Fenerbahçe nefreti ile kendi iktidarını pekiştiren şeref yoksunu bir başkan,küme düşmemeye oynayan bir Orduspor ile deplasman...
Maç özelinde konuşursak eğer; Sow ve Emre'nin Fenerbahçe için taktiksel,mental olarak ne kadar önemli olduğundan söz etmeye gerek yok sanırım.
Orta sahada Emre'nin yokluğu ileride Yorke-Cole ikilisi gibi uyumlu Sow-Webo'dan, Cole ( Sow ),'un yokluğunda, York'un ( Webo'nun ) ne yapacağı merak konusuydu.
Maçtan önce mehter marşıyla gazlandırılan,Aziz Yıldırım'a küfür ettirilen,nefret dolu bir tribüne karşı sahaya çıktık.
Nitekim ilk 10 dakikada topu ayağımızda dahi tutamadık. Henüz ilk 10 dakikada 3 net pozisyon yakaladı Ordu. 20.dakika sonrasında savunmamızın da öne çıkması,Salih ve Raul'un merkezde rahat pas servisleri sunmasıyla,oyunu denge altına aldık.
Savunma ve tempo olarak zayıf oyunculardan kurulu Ordu orta sahasında,30.dakika sonrasında,ilk 20 dakikadaki yoğun baskının yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. Top kurma ve ilk topa sert olmada oldukça başarılı olan libero orjinli Yussuf ile Webo'yu kitleyen ev sahibi ekibi,savuna arkası koşularla vurma planının etkili olacağı aslında gol öncesinde sinyalini vermişti.
Caner'in muhteşem pasında, 20 yıllık santrformuşcasına sol ayağıyla harika bir plase vuran Salih, umutla beraber gelen isyan ateşini yakmıştı.
Gol sonrasında oyunu kontrol altında tuttuk ve ilk yarıyı bu skorla bitirdik.
İkinci yarıya da tempolu başlayan ekip Ordu oldu.Ama ilk yarının ilk dakikalarındaki gibi yüksek tempo bulamadılar,
İlk 5 dakika sonucunda oyunda baskıyı püskürten ve rakip alana soğutucu paslarla yayılan bir Fenerbahçe vardı. Nitekim gol de böyle geldi. Raul-Salih-GG ve Kuyt dörtgenini rakip alanın sağ kanatına kuran sarı kanaryalar, golün de pratiğini yapıyordu o sıralarda. Bu dediğim 52 ve 56 arasında oldu.
Kuyt ile Webo'nun rakip alanda rahat paslaşmalarının cezasını Salih, harika bir golle kesti. 19 yaşında,kendinden bu kadar emin,kafası önde,ayaklarına ve aklına hakim bir çocuk. Umut ettiriyor bize,ümitlendiriyor,utandırma çocuk. Bu maç özelinde pek de söylenecek bir şey kalmıyor aslında.
Son haftalarda Fenerbahçe'nin nefesini ensesinde hisseden, bir kaç güç odağının çıkardığı yalanlar,iddialar,çirkeflikler,bizim doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. İnanıyoruz hocam,çok özledik gülmeyi,çok istiyoruz.
Geç kalınmış ama tamamlanmış yazı
Maç sonrasında Ankara'ya gideceğim apar topar,vaktim olmayacak şimdiden madde madde yazayım,tespitlerimi.
1- İlk yarı boyunca, 1-2 bölgelerden, dikey paslarla, Webo'nun servis çeşitliliğiyle önde, varyasyonlar aradık,ama hücum beklerinin oyuna katılmayışı ve stres,panik gibi etkenlerden dolayı, pek etkili olamadık. Lazio, önde, hareketli hücumcularıyla iyi basıyor, bu baskıya kopuk orta sahamız karşılık vermekte çok zorlanıyor. Mümkün mertebede önde basan, ve kontralarda çok etkili olan Lazio'ya malzeme vermemek için, Baroni'nin/Raul'un pas servisi sağlaması lazım,aksi takdirde Topal,Egemen'in hatalı olası pas hatalarıyla, istenmeyen durum yaşanabilir.
2- Maçın ilk yarısında genelde inside forward gibi oynayan Sow'un ve Kuyt'un net çizgi oyuncusu gibi oynadığını gözlemledim. Ara sıra pozisyon değişimi denedik, ön alan bindirmeleri,sürpriz yay bitiriciliği denedik,merkez oyuncularıyla ama tutmadı. Zira, takımda net ceza sahası golcülüğü yapabilecek tek adam Webo,o da kanatlara deplase olunca, içeride topa vuracak kimse kalmıyor. Anca seken topu yay civarında merkez oyuncularıyla tamamlayabiliriz,ki Lazio sezon boyunca böyle çok gol gördü kalesinde. Bunu da Petkovic göz önünde bulunmuş olsa gerek ki, her şuta can siparene yattılar. Sow'un direkten dönen topu,buna bir örnek olabilir.
3-Pas istasyonu kurmaya çalışırken,hatların klasik birbirine çok uzak olma sorunu yine canımızı yakıyor. Baroni'nin saklanarak oynaması, ön alan oyuncularının topu istop edememesi,istop etseler bile statik oyuncular olmasından ötürü, topu ileri taşıyamıyoruz,ve önde tutamıyoruz.
4-İkinci yarıda, topu öne taşıyabilecek drive edebilecek bir orta saha oyuncusu lazım. Salih'in fiziksel durumu ne durumda bilmiyorum ama,pas trafiğini artıracak,topu öne taşıyabilecek,tempoyu belirleyecek bir Salih, çok katkı sağlardı. Zira merkez baskıları ve Kozak'ın vücut servisleri dışında, set yayılma şansları yok. Salih ile merkez tempolarına karşılık verebiliriz, ve topu 3.bölgede oynayabiliriz,bu sayede ileri kanat oyuncularımız da daha içeri dönebilir, seken topları da gol yapma şansımız yükselebilir.
Maçın üzerinden 2-3 gün geçti sanırım.O gün çalışıyor olmam,çıkışta apar topar Ankara'ya gidecek olmam nedeniyle sadece devre arasında yazı yazabilmiştim,tamamlayalım kısaca.
2.yarıda satranç gibi geçen ilk yarının hemen başında Onazi'nin kırmızı görmesiyle oyun hakimiyeti tamamen bize geçti. İlk yarıda, rakip merkezinin bizden daha baskılı ve teknik olması nedeniyle,1.bölgeden 3.bölgeye atılacak paslarla ön alanda varyasyonlar aramıştık,biraz sakin olunda başarı da gelebilirdi,ama bu kırmızı sonrasına kaldı.
Maç boyunca denediğimiz,rakip savunmadan dönen topları tamamlama taktiği ve 4.bölgede etkili pres,sonunda kırmızı sonrasında,rakip orta sahayı da kanatları da işgal eden Fenerbahçe'de penaltı ile tezahür etti.
Gol öncesinde Caner'in oyuna girişine de değinmek lazım. Merkezimizde kat edebilecek oyuncu eksikliğini Caner'in kenar deplaseleriyle kapattık,bu sayede Sow ve Kuyt içeri daha çok kaçtı ve Webo da rakip savunmayı daha çok yıprattı. Nitekim penaltı da benzer bir pozisyonda geldi.
Gol sonrasında akıllı ve sakin oyun oynamayı artık beceren ve bireysel performansların da üst seviyeye çıkmasıyla, etkili bir seviyeye çıkan Fenerbahçemiz'de son dakikada gelen gol ÇİLEK üstüne konan krem şanti oldu.
Kısaca,maksat yazıyı bitirmek olsun. Biz inanıyoruz,istiyoruz,görüyorum ki siz de inanıyorsunuz. Lazio maçının olduğu gece sevinçten ağlayan gözleri gördüm. Bu gözler son haftada kaçan 3 şampiyonluk,şike yaftası yiyen bir harika sezon,kaçan oyuncular,tüm Türkiye'nin vurduğu 1 yıl gördü.Onca yaşananların ardından 3 kulvarda yürüyen uçan bir sarı kanarya görmek inanın güldürmekten önce ağlatıyor!. Amsterdam'a bilet bakıyoruz,işallah da gideceğiz,İNANIYORUZ BE HOCAM,İNANIYORUZ BE ÇOCUKLAR.
Etiketler:
Fenerbahçe,
fenerbahçe-Lazio özet,
lazio,
uefa avrupa
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)